Ricky Gervais'in 5 yıl önce yayınlanan şahane dizisi Extras'ın bir bölümüne Kate Winslet konuk olmuştu. (Aslında fırsattan istifade hemencecik dizinin reklamını da yapayım: Her bölümde bir başka ünlünün konuk olduğu ve kendisini oynadığı dizide Gervais, oyuncu olmaya çalışan bir figüranı canlandırıyor. Biraz Curb Your Enthusiasm'ın İngiliz versiyonu gibi dizi, çok zekice ve eğlenceli.) İşte o bölümde, bir soykırım filmi çekmekte olan Winslet'ın karakterine "Çok alkışlanası bir iş yapıyor, insanların dikkatini Yahudi soykırımına çekiyorsunuz," gibi bir şey diyordu Gervais'in karakteri. Winslet ise "Ben onun için bu filmde oynamıyorum ki, allahaşkına bir tane daha soykırım filmine kimin ihtiyacı var? Oscar almanın tek yolu o da, onun için yapıyorum. Kaç kez aday gösterildim ama bir kez bile alamadım. Oscar almak istiyorsan ya özürlü bir karakteri oynayacaksın, ya da bir soykırım filminde yer alacaksın." diyordu. (Nitekim 2 sene sonra gerçekten de bir soykırım filminde oynadı ve oradaki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını götürdü.)
Dolaylı olarak da olsa Oscar'larla ilgili bir yazı yazacak olup da bunu anlatmamazlık edemedim :) Yarın 83. Oscar ödül töreni yapılacak. Genelde pek ilgilenmem, seçimlerini beğenmem, törenin genel havası da, şusu da busu da ilgimi çekmez ve sanırım tek bir kez, onda da yeniyetmeyken uyumayıp da töreni izlemiştim. Geçen yılki Hurt Locker faciasından sonra sevgili Akademi'den iyice 'soğudum' diyebiliriz tabiri caizse. Bu sene de bir şey değişmiş değil, ne izlemeyi ne de çok yüce kurulun seçimlerini sallamayı planlıyorum, ama işte, haberlerini mutlaka duyuyorum ve mesela Nolan'ın En İyi Yönetmenlik kategorisinde adaylığının olmadığını (yuh artık, Inception'la bir yönetmenlik harikası sermediyse gözler önüne ne yaptı bilmiyorum, ama tabii, Akademi beyin kurcalayan filmleri sevmeez), şahsen gayet sıradan ve yavan bulduğum The Social Network'ün seksen beş kategoride aday olduğunu, The Kids Are All Right isimli dandik filmin de saçmasapan bir şekilde her köşede karşımıza çıktığını biliyorum. Sürekli bunlarla ilgili bir şeyler duyuyor olunca da, En İyi Film kategorisinde yarışan ve büyük kısmı çok iyi olan filmlerle ilgili toplu bir şeyler yazmaktan alamadım kendimi. Ödülü kim alır ya da kimin almasını istiyorum gibi şeyler değil de, sadece filmlerle ilgili mini-incelemeler olacak bu yazıda ki bazıları zaten daha önce burada yayınladığım yazılardan alınmış olacak. Aday gösterilen on filmden sadece birini izlemedim, konu itibariyle hiç ilgimi çekmediği için bundan sonra da izlemeyeceğim kesin (The Fighter). Kalan dokuz film için benim sıralamam şöyle:
1- Inception
Yönetmen: Christopher Nolan • Yazar: Christopher Nolan • Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Ellen Page, Tom Hardy • Tür: Aksiyon|Gizem|Bilimkurgu|Gerilim • IMDb puanı: 8.9/10 • Metacritic puanı: 74/100 • Benim puanım: 5/5
Hikâye, teknolojinin rüya paylaşımına, rüya paylaşımının da hırsızların bilgi çalabilmek için insanların bilinçaltına girebilmesine izin verdiği belirsiz bir gelecekte geçiyor. Kahramanımız işte bu hırsızlardan biri, bir extractor, daha filmin ilk dakikalarında bir adamın zihninin derinliklerinde dolaşarak onun bilinçaltından bilgi çalmaya çalışan Dominic Cobb. Biz tam neyin rüya neyin gerçeklik olduğunu anlamaya başlamışken, yönetmen sözde rüyanın aslında rüya içinde rüya, sözde gerçekliğin de rüyanın ilk katmanı olduğunu açıklayarak üzerine oturduğumuz sandalyeyi bir tekmeyle alaşağı ediyor. (Cobb'un rüya dokumacılığı ve Nolan'ın filmciliğini birbirine benzetmemek mümkün değil, ikisi de bizi cezbederek kafalarımızı karmakarışık etmeye yönelik gerçekliğin birer suretini inşa ediyor, sonuçta içine düşülen hayal aleminden çıkmak pek de kolay olmuyor.) Gerçek dünyaya döndüklerinde Cobb, yeni bir iş teklifi alıyor; herkese yüklü miktarda para kazandıracak, sürgündeki Cobb'un ülkesine, çocuklarının yanına dönmesini olanaklı kılacak bir iş bu. Fakat bu iş, Cobb'un ekibinin alıştığının aksine fikir çalmak değil, bir fikir yerleştirmek. Cobb'un ekibi şiddetle böyle bir şeyin imkânsız olduğunu, beynin bir fikrin doğduğu yeri her zaman anımsayacağını savunurken, Cobb da şiddetle bunu yapabileceğini söylüyor ve işi alıyor. Bu seferki hedef Robert Fischer, çok büyük bir enerji şirketinin ölmek üzere olan sahibinin oğlu. Beynine yerleştirilmesi gereken fikirse, babası öldükten sonra işi devam ettirmek yerine, şirketi parçalamak. Geriye ekibi toparlamak ve fikir ekme planını yapmak kalıyor.
Rüyaya, rüya içinde rüyaya, rüya içinde rüya içinde rüyaya ve son olarak limboya, yani dört farklı katmana yayılan soygun olağanüstü. Rüyada olma halini inanılır biçimde sürdürmek ve izleyiciyi diken üstünde tutmak için filmin görselliğinin ve efektlerinin fevkalade olması gerekiyor, ve öyle tabii ki. Inception'daki her şey olağanüstü güzel görünüyor. Geniş kapsamlı, aksiyon bazlı klasik sahnelere yer açmak için bilgisayar tabanlı görsel efektlerin bu kadar az kullanıldığını görmek çok güzel. Oyuncu seçimleri de mükemmel: Leonardo DiCaprio süper bir kahraman+anti-kahraman olmuş. Ellen Page'i Hard Candy'den, Marion Cotillard'ı da Big Fish'ten beri zaten pek seviyorum, Joseph Gordon-Levitt kafasına yapıştırılmış saçlarına rağmen point-man rolüne çok iyi gidiyor, Ken Watanabe alışkın olmadığımız bir rolde de olsa yine döktürüyor, Tom Hardy'den Cillian Murphy'e ikincil rollerde görünen her oyuncu rolüne cuk oturuyor, sadece bir iki sahnede görünen Tom Berenger ve Michael Caine bile kısacık sürede seyircinin kalbini çalmayı başarıyor, Pete Postlethwaite'in dahi yatakta birkaç saniye yatışını ve yarım bir cümle kuruşunu görüyoruz, filmle ucundan kıyısından alakası olan olan herkes harika bir iş çıkarmış. Inception, seyircisini düşünmeye zorlayan, ama filmden alınan keyfi bozacak kadar da karışık olmayan bir film. Hikâye, zenginliğine ve derinliğine rağmen, kesinlikle anlaşılması zor bir hikâye değil. Bunda Nolan'ın olağanüstü yetenekli bir öykücü olmasının büyük payı var; aynı anda hem zekice hem de çoğunluğun algılayabileceği bir hikâyeyi çok az yönetmen anlatabilir, fikirlerden oluşan göz kamaştırıcı bir labirent olarak sunabilir. (Bu yazının tamamını okumak isterseniz tıklayın.)
2- Black Swan
Yönetmen: Darren Aronofsky • Yazar: Andres Heinz (hikaye), Mark Heyman, John McLaughlin ve Andres Heinz (senaryo) • Oyuncular: Natalie Portman, Vincent Cassel, Barbara Hershey • Tür: Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 8.5/10 • Metacritic puanı: 79/100 • Benim puanım: 4.5/5
Canla başla çalışan ama şimdiye dek spot ışıklarının pek yüzüne vurmadığı genç balerin Nina, dahil olduğu kumpanyanın başındaki Thomas Leroy'un kumpanyanın baş balerinini fazlaca yaşlandığı gerekçesiyle sepetlemesi üzerine, o sezon sahneleyecekleri "Kuğu Gölü" balesi için kuğu rolüne seçilir. Masum beyaz kuğu ile kötücül siyah kuğuyu aynı anda canlandırmasının gerekmesi, Nina'yı sadece bedenen değil, ruhen de zorlayacaktır. Bir türlü siyah kuğu olmayı beceremez, ama bedenine hapsolmuş, çıkmak için çabalayan bir siyah kuğu vardır içinde.
Black Swan'ın senaryosu, görsel yönetimi ve Cronenberg'in eski (yani şahane) filmlerini hatırlatan atmosferi tabii ki etkileyici, tabii ki sırf bunlarla ele alındığında bile çok iyi bir film. Ancak, aslında söyleyecek pek bir şeyi olmayan, sadece seyirciyi büyüleyecek kadar becerikli ve zarif bir şekilde konuşan bir film Black Swan. Onu kusursuzluğa yaklaştıran şey, Natalie Portman. Kağıt üzerinde her şey olması gerektiği gibi, daima çok düzgün performanslar veren, ancak asla Léon'daki performansını yakalayamayan Portman, oynadığı her filmde Natalie Portman gibi görünürdü gözüme, ne kadar dikkatli bakasam bakayım bakayım Evey'i, Alice'i ya da Sam'i seçemezdim. Black Swan'da değişmiş bu. En büyük kusuru kusursuzluk takıntısı olan Nina kusursuz bir performans sergileyebilmek için kontrolünü yitirdikçe, Portman da canlandırdığı karakterin içinde o kadar kayboluyor, Léon'dan beri yapmadığı bir şey bu. Çok büyük ihtimalle Oscar'ı kapacak zaten buradaki oyunculuğuyla. Her ne kadar iflah olmaz bir Michelle Williams hayranı olsam ve Blue Valentine'daki oyunculuğunun aşmış olduğunu düşünsem de, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Portman'ın hak ettiğine katılıyorum.
3- Toy Story 3
Yönetmen: Lee Unkrich • Yazar: John Lasseter, Andrew Stanton & Lee Unkrich (hikaye), Michael Arndt (senaryo) • Seslendirenler: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack • Tür: Animasyon|Komedi|Macera • Metacritic Puanı: 92/100 • IMDb Puanı: 8.7/10 • Metacritic puanı: 92/100 • Benim puanım: 4.5/5
Diğer Toy Story'leri izlememiş olduğum için, sonuncusunu izlemekte bir hayli geç kaldım -aslında bir tanesini yarım yamalak hatırlıyorum ama çok bulanık, çocuktum herhalde. Oysa bu filmden zevk alabilmek için öncekileri izlemiş olmak gerek diye bir şey yokmuş -yine de biter bitmez ilk iki Toy Story'i izlemek istiyor insan deli gibi. Çünkü insana inanılmaz mutluluk veren, mükemmel, mükemmel bir animasyon Toy Story 3.
Konu kısaca şöyle: Artık büyüyüp üniversiteye gitmek için evden ayrılacak çağa gelmiş olan Andy, oyuncaklarını çatıya kaldırılacak kutulardan birine koyar, ama kutu (daha doğrusu çöp torbası) yanlışlıkla bir anaokuluna gider. Woody diğer oyuncakları aslında terk edilmediklerine, eve dönmeleri gerektiğine, burasının hiç mi hiç eğlenceli olmayacağına ikna etmeye çalışır, ama kendilerini Andy tarafından reddedilmiş hisseden ve anaokulundan büyülenen oyuncaklar, kabul etmez bunu. Woody tek başına, Andy'nin yanına dönmek için yollara dökülür, ama kendini küçük bir kızın odasında bulur. Diğer oyuncaklarımız ise anaokulunda kalır: başta bir cennet gibi gelir orası onlara, ama işler göründüğü gibi midir acaba?
Toy Story 3, dünyada yaşlanmadan, sıkıcılaşmadan, düzleşmeden, merak ve serüven duygularını yitirmeden büyümeyi bilen insanlar olduğunu kanıtlayan bir animasyon -bu insanların tümü de Pixar için çalışıyor gibi görünüyor.
4- The King's Speech
Yönetmen: Tom Hooper • Yazar: David Seidler • Oyuncular: Colin Firth, Geoffrey Rush, Helena Bonham Carter • Tür: Biyografi|Dram|Tarih • IMDb Puanı: 8.4/10 • Metacritic puanı: 88/100 • Benim puanım: 4/5
Ölmek üzere olan Kral V. George'un ortanca oğlu Albert Frederick Arthur George (ya da ailesinin ona hitap ettiği şekliyle Bertie) çocukluğundan beri süren bir kekemelik sorununa sahiptir. Karısı Elizabeth Bertie'ye yardımcı olabilmek için onu sürekli bir doktordan öbürüne gezdirse de hiçbiri işe yaramaz ve Bertie konuşma problemi yüzünden kendini ne evde ciddiye alınıyor, sesi duyuluyormuş gibi hisseder, ne de halkın karşısında. Derken Avusturalyalı çılgın konuşma terapisti Lionel çıkar karşısına. Pek de geleneksel olmayan yaklaşımı sayesinde dili bir hayli açılır Bertie'nin, ama hâlâ kalabalıklara hitap edebilecek seviyede değildir. Baba ölüp de, kral olan en büyük kardeş bir aşk skandalı nedeniyle tahttan feragat edince ve kraliyet tahtı Bertie'ye kalınca işler iyice karışır. Hitler tehdidi yaklaşmaktadır, ülke savaşın eşiğindedir ve acilen bir lidere ihtiyaç vardır. Bertie ise kendi gölgesinden bile korkmaktadır.
Bu bana hiç mi hiç hitap eden bir konu değil, İngiliz kraliyet ailesi, o dönemin filmleri falan da aynı şekilde. Ama bu filme bayıldım işte (demek ille de konunun seyircinin ilgi alanlarına dahil olması gerekmiyormuş, demek The Social Network'te uyumamın başka bir nedeni varmış). The King's Speech hiç de öyle sıkıcı dönem dramalarına benzemiyor; evet siyasi kişilikleri işliyor ama onların insanî ve psikolojik özelliklerine odaklanıyor ve derinlikle yaklaşıyor karakterlerine. Colin Firth, üstünde Bay Darcy zamanlarındaki seksi hallerinden eser kalmamış olsa da (yaş ve kilo, eh biraz da rol gereği sanırım), artık oyunculukta varabileceği en üst noktaya varıyor bu filmle sanki. Aslında çok benzer bir şeyi A Single Man'deki performansı için söylemiştim, ama The King's Speech'te onu da aşıyor ve döktürüyor işte. Geoffrey Rush da olağanüstü. Harry Potter filmlerinde Dumbledore, Bellatrix ve Kılkuyruk karakterlerini oynayan oyuncular da var The King's Speech'te, alıştığımız hallerinden çok çok farklı şekillerde :)
Çok kararlıydım ödülü kim alır ve kim almalıvari bir şeyler yazmamaya, ama dayanamıyorum: Umarım, umarım The King's Speech alır. Aday olan 10 film olsa da gerçek yarış sadece The Social Network ve The King's Speech arasında gibi görünüyor ve birincisi alırsa (ne kadar umrumda olmaz havalarında olsam da) çok üzüleceğim.
5- True Grit
Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen • Yazar: Ethan Coen, Joel Coen (senaryo), Charles Portis (roman) • Oyuncular: Hailee Steinfeld, Jeff Bridges, Matt Damon • Tür: Macera|Dram|Western • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic puanı: 80/100 • Benim puanım: 4/5
Coen kardeşlerin son filmi, aslında 40 yıl önce aynı isimle çekilmiş, John Wayne'in başrolünde oynadığı geleneksel western ile aynı romandan uyarlanmış. Ama Coen'ler, bu True Grit'in, o True Grit'in bir yeniden çevrimi değil, Portis'in romanının baştan, yepyeni bir uyarlaması olduğunu söylüyor. Bu ne kadar doğrudur bilemem çünkü ne ilk filmi izledim ne de kitabı okudum, ama yeni True Grit çok eğlenceli bir seyirlik. Sinema salonundaki diğer seyirciler bu konuda bana katılıyor gibi görünmüyordu pek; ama çok da komik bir film. İroniyle bilenen, çeşit çeşit tuhaflığın ve tezatın üzerinde yükselen her zamanki Coen mizahı işte. Ayrıca nefis western görselliği ve başta Jeff Bridges ve Hailee Steinfeld olmak üzere her oyuncudan şahane performanslarıyla, benim için yılın en iyileri arasına girdi bile. The King's Speech'ten de daha az beğenmiş değilim aslında, ikisine de bayıldım ama bir ayrım yapamayınca alfabetik olarak sıralayıp The King's Speech'in altına atmak zorunda kaldım :)
Konusu da şöyle: 14 yaşındaki inatçı ve gözüpek Mattie, babasını vurup "canını, atını, iki Kaliforniya altınını ve 150 dolar parasını alan Tom Chaney adındaki korkak"ı yakalamak için, kış vakti evini yurdunu bırakıp yollara düşer. Ona yardımcı olması için de, ihtiyar ve alkolik, ama pek de metanetli federal kanun adamı Cogburn'ü tutar parayla. Teksas'ta Chaney'nin başına konmuş ödülü almak isteyen, onu aylardır yakalamaya çalışan bir Texas Ranger olan La Boeuf bir noktada ikiliye katılır ve üçlümüzün bol kovalamacalı, atlı, silahlı yolculukları başlar.
6- Winter's Bone
Yönetmen: Debra Granik • Yazar: Debra Granik & Anne Rosellini (senaryo), Daniel Woodrell (roman) • Oyuncular: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Garret Dillahunt • Tür: Dram|Gizem|Gerilim • IMDb Puanı: 7.4/10 • Metacritic Puanı: 90/100 • Benim puanım: 4/5
Fiziken orda olsa da artık kafaca olmayan bir anneye ve kanun kaçağı, artık hiçbir yerde olmayan bir babaya sahip 17 yaşındaki Ree, yaşadığı ıssız dağ kasabasında iki küçük kardeşine bakmaktan, inanılmaz bir fakirlik içinde yaşarken onların karnını doyurmaktan sorumludur. Filmin başlarında, babası mahkeme gününde görünmezse oturdukları evi kaybedecekleri haberini alır ve babasını aramaya çıkar, işte bir nevi bu arayışın hikayesi Winter's Bone. Ağdalı, yapış yapış duygusallıklara hiç girmeyen, klişelerden uzak kalan ve inanılmaz derecede gerçek, size bir film izlediğinizi unutturacak kadar gerçek bir anlatımı var filmin. Müzikler, oyunculuklar, filmin genel havası, bunların hepsi ama en çok da tekinsiz, soğuk doğallığı müthiş.
Winter's Bone herkese göre bir film değil, onu sıkıcı bulan, hiç mi hiç akıcı olmadığını düşünen çok izleyici olacaktır -özellikle genelde mainstream filmleri tercih edenler. O yüzden bu filmi herkese tavsiye edemiyorum. Ama benim son zamanlarda izlediğim en vurucu, en çarpıcı filmlerdendi ve yılın en iyi filmlerinden olduğunu düşünüyorum.
7- 127 Hours
Yönetmen: Danny Boyle • Yazar: Danny Boyle & Simon Beaufoy (senaryo), Aron Ralston (kitap) • Oyuncular: James Franco • Tür: Macera|Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic puanı: 82/100 • Benim puanım: 3.5/5
Tek mekanda, az karakterle geçen ve kapana kısılma hikayelerini anlatan filmleri çok seviyorum -telesiyejde kalan üç genci anlatan Frozen, okyanusun açıklarında, köpekbalıkları arasında bir başlarına kalan bir çifti anlatan Open Water ve bir tabutun içine kapatılıp toprağın altına gömülmüş tek bir kişiyi anlatan Buried gibi filmler yani-. 127 Hours'ın da bu formüllere sadık bir konusu var: Nereye gittiğini kimseye söylemeyen ve yanına ne telefon ne de -kıytırık olmayan- İsveç çakısını almayı lütfeden pek bir ukala, kendini pek bir önemseyen serüvenci gencimiz Aron, ıssız (ve devasa) bir kanyonda dere tepe gezip kayaların altından üstünden hoplayarak eğlenirken, yerinden oynayan bir kaya parçası, kolunu sıkıştırır. Doğal olarak kolunu bırakıp da gidemeyen, kimseye haber de veremeyen Aron'ın Çin malı çakısı ile kısıtlı yiyeceği ve suyuyla yaşamda kalma mücadelesini izleriz bundan sonra.
Sanırım diğer kapana kısılma filmlerinden farklı olarak bir kıstırılmış kol (et, kan, kemik, sinir) içerdiğinden, sürekli ellerimle gözlerimi kapatmama neden oldu 127 Hours. Belki bundan, belki Aron gibi karakterlere (rahatsız ediciliği filmin ilk 15 dakikasında kalsa da) dayanamadığımdan, belki Boyle'un yakalamaya çalıştığı reklam/video klibi estetiğinden, belki süslü ve cilalı çekim teknikleri nedeniyle yeterince klostrofobik bir havanın yakalanamamasından, belki pek başarılı olamayan bir modern insan eleştirisine soyunmasından, belki de filmin son raddede arkadaşlık ve sevginin önemine, elimizdekilerin değerini bilmeye dair beylik mesajlar vermekten kendini alamamasından, beni tahmin ettiğim kadar çok etkilemedi. Neyse ki çok rahat ajitasyona kaçılabilecek, sömürü unsuru olarak kullanılabilecek bir hikayeyi (ne de olsa Aron Ralfston'ın başına gelenler hemen herkes tarafından biliniyordur) bu açılardan sade tutmuş Boyle. James Franco da buna uygun şekilde aşırıya kaçmayan, incelikli, başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Kesinlikle izlemeye değer bir film 127 Hours, ama ben sinema yerine evde, çok da bir beklentim olmadan izlesem daha çok keyif alırdım.
8- The Kids Are All Right
Yönetmen: Lisa Cholodenko • Yazar: Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg • Oyuncular: Annette Bening, Julianne Moore, Mark Ruffalo • Tür: Komedi|Dram • IMDb Puanı: 7.3/10 • Metacritic Puanı: 86/100 • Benim puanım: 2.5/5
Yıllar önce sperm bankasından aldıkları spermle iki çocuk sahibi olan lezbiyen bir çiftimiz var, 18 yaşında bir kızları, 15 yaşında bir oğulları var ve de kullanılan spermin sahibi, resme 18 yıl sonra giren biyolojik baba var. İşte bu karakterlerin yaşamlarının karışması, birbirine geçmiş öyküleri ve ilişkileri, falan filan. Başta çok hoş geliyor bu konu kulağa bence, bir Woody Allen filmini andırıyor. Eğlenceli de bir film sonuçta. Ama pek iyi bir film olduğu söylenemez; çok daha iyi bir yerlere gidebilecekken ortalarına doğru sapıtıyor, olay benim için lezbiyenlerden birinin biyolojik babadan hoşlanmaya başlamasıyla kopuyor zaten. Sanırım spoiler vermek olmayacak bu: Birbirlerinden hoşlanmakla kalmıyor, ilişkiye giriyorlar ve film sadece bunun üzerine oluyor bir süre sonra. Sonra da ilişkinin ortaya çıkması, pişmanlıklar falan.
Lezbiyenliğin asla homoseksüellik (salt erkek olan geyler, hangi sözcüğü kullansam bilemedim) ya da heteroseksüellik kadar ciddiye alınmamasına sinir oluyorum. Aynı film şu şekilde olabilir miydi acaba, mesela iki anne değil de bir anneyle bir baba, normal hetero bir çift olsaydı, kadına A, babaya da B diyelim. B kısır olduğu için de, A kimliğini bilmeden C'nin spermlerini kullanarak çocuk yapmış olsaydı. C de bir başka adam tabii. Yıllar sonra çocuklar C'yi merak edip arayıp bulsaydı, sonra da B, evet ailemizin erkek üyesi, C ile bir ilişkiye girseydi. Hayır hayır, gay olduğu için değil, "A (karısı) ona evde yeterli onayı göstermediği, C (çocukların biyolojik babası, tıpkı kendisi gibi bir erkek) gösterdiği için". Olabilir miydi böyle bir şey? Böyle bir film çekilebilir miydi? Ama iki lezbiyen üzerine olanı çekiliyor, üstelik işin en sinir bozucu yanı da, kendini pek bir modern, pek bir böyle şeylere doğal bakan, pek bir anlayışlı zannediyor film; bize iki anneli bir evde büyümenin iç yüzünü, yıllar sonra biyolojik ebeveynle tanışmanın zorluklarını filan gösterdiğini sanıyor.
Oyunculuklar gayet iyi, Cholodenko senaryo yazmayı bırakıp tamamen kasting işine girmeli dedirtiyor insana, ama Julianne Moore gibi bir yetenek bile, "Bazen en çok sevdiklerinizi incitirsiniz" repliğini bana satamıyor. Canınız sıkılıyorsa ve çerez niyetine hafif bir filmle zaman öldürmek istiyorsanız, izlenebilir. Ama En İyi Film kategorisinde ne işi var, anlamak mümkün değil.
9- The Social Network
Yönetmen: David Fincher • Yazar: Aaron Sorkin (senaryo), Ben Mezrich (kitap) • Oyuncular: Jesse Eisenberg, Andrew Garfield, Justin Timberlake • Tür: Biyografi|Dram • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic Puanı: 95/100 • Benim puanım: 2.5/5
Facebook'un kurucusu, dünyanın en genç dolar milyarderi Mark Zuckerberg ile ilgili bir film -ama zaten herkes biliyordur konuyu. Hatta bu filmi izlemekte benim kadar geç kalan çok az insan vardır sanırım yeryüzünde. Bu kadar isteksiz olmamdan ve geç seyretmemden belliymiş The Social Network'ü beğenmeyeceğim aslında, sosyal ağlar -özellikle Facebook- ve nasıl kuruldukları, genç "dahi" milyarderler ve işlerini nasıl oluşturdukları, nasıl zengin oldukları falan o kadar ilgisiz olduğum konular ki. İlgi meselesi bu biraz sanırım, hiçbir şeyiyle de hitap etmedi bana bu film sonuç olarak. Olağanüstü yorumlar aldığı ve biraz da Fincher filmi olduğu için pes ederek izledim sonunda, ama sıkılarak.
Bunun ne kadar biyografik bir film olduğuna ise hiç girmeyeyim, artık bir noktada dünyanın en piç, en orospu çocuğu, en iğrenç herifi olarak gösterilen Mark Zuckerberg ve onun mülayim, naif, yüce gönüllü, iyi kalpli arkadaşı şu an adını hatırlayamadığım bıdıdan (ki bu filmin senaryosunun dayandırıldığı kitabı yazan arkadaş diye tahmin ediyorum) kusasım geldi ciddi ciddi.
Bir de şu var: bu kadar basit bir senaryoya sahip bir filmi Fincher değil de vasat bir yönetmen çekseydi, hayli hayli kötü bir film çıkardı herhalde. Şimdi ise kendisinden (Fincher'dan) beklenebilecek iki sistem eleştirisini bile barındırmasa da hiç olmazsa izlenebilir, yüzeysel ama akıcılığıyla vasatın üstü bir film çıkmış ortaya -bu elbette sadece benim fikrim, yoksa hem eleştirmenlerin hem seyircilerin bayıldığı, ödül üstüne ödül toplamış bir film The Social Network.
Hamiş: The Kids Are All Right'ın The Social Network'ten daha iyi bir film olduğunu düşünmüyorum, pek de bir farkları yok gözümde. The Kids'in bir üst sırada olmasının tek nedeni, onu izlerken The Social Network'u izlerken olduğum kadar sıkılmamış olmam.
Bir de Kynodontas (Dogtooth) var kısacık da olsa bahsetmeden edemeyeceğim, En İyi Yabancı Film kategorisinde yarışıyor. 2009 yapımı filmin bu seneki Oscar'larda ne işi olduğunu anlamasam ve Biutiful varken pek şansı yok diye düşünsem de, umarım o alır ödülü demekten geri duramıyorum. Alamasa bile pek çok kişi tarafından bilinip izlenecek en azından. Dogtooth'la ilgili ayrıntılı bir inceleme yazısı da burada.
Dolaylı olarak da olsa Oscar'larla ilgili bir yazı yazacak olup da bunu anlatmamazlık edemedim :) Yarın 83. Oscar ödül töreni yapılacak. Genelde pek ilgilenmem, seçimlerini beğenmem, törenin genel havası da, şusu da busu da ilgimi çekmez ve sanırım tek bir kez, onda da yeniyetmeyken uyumayıp da töreni izlemiştim. Geçen yılki Hurt Locker faciasından sonra sevgili Akademi'den iyice 'soğudum' diyebiliriz tabiri caizse. Bu sene de bir şey değişmiş değil, ne izlemeyi ne de çok yüce kurulun seçimlerini sallamayı planlıyorum, ama işte, haberlerini mutlaka duyuyorum ve mesela Nolan'ın En İyi Yönetmenlik kategorisinde adaylığının olmadığını (yuh artık, Inception'la bir yönetmenlik harikası sermediyse gözler önüne ne yaptı bilmiyorum, ama tabii, Akademi beyin kurcalayan filmleri sevmeez), şahsen gayet sıradan ve yavan bulduğum The Social Network'ün seksen beş kategoride aday olduğunu, The Kids Are All Right isimli dandik filmin de saçmasapan bir şekilde her köşede karşımıza çıktığını biliyorum. Sürekli bunlarla ilgili bir şeyler duyuyor olunca da, En İyi Film kategorisinde yarışan ve büyük kısmı çok iyi olan filmlerle ilgili toplu bir şeyler yazmaktan alamadım kendimi. Ödülü kim alır ya da kimin almasını istiyorum gibi şeyler değil de, sadece filmlerle ilgili mini-incelemeler olacak bu yazıda ki bazıları zaten daha önce burada yayınladığım yazılardan alınmış olacak. Aday gösterilen on filmden sadece birini izlemedim, konu itibariyle hiç ilgimi çekmediği için bundan sonra da izlemeyeceğim kesin (The Fighter). Kalan dokuz film için benim sıralamam şöyle:
1- Inception
Yönetmen: Christopher Nolan • Yazar: Christopher Nolan • Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Ellen Page, Tom Hardy • Tür: Aksiyon|Gizem|Bilimkurgu|Gerilim • IMDb puanı: 8.9/10 • Metacritic puanı: 74/100 • Benim puanım: 5/5
Hikâye, teknolojinin rüya paylaşımına, rüya paylaşımının da hırsızların bilgi çalabilmek için insanların bilinçaltına girebilmesine izin verdiği belirsiz bir gelecekte geçiyor. Kahramanımız işte bu hırsızlardan biri, bir extractor, daha filmin ilk dakikalarında bir adamın zihninin derinliklerinde dolaşarak onun bilinçaltından bilgi çalmaya çalışan Dominic Cobb. Biz tam neyin rüya neyin gerçeklik olduğunu anlamaya başlamışken, yönetmen sözde rüyanın aslında rüya içinde rüya, sözde gerçekliğin de rüyanın ilk katmanı olduğunu açıklayarak üzerine oturduğumuz sandalyeyi bir tekmeyle alaşağı ediyor. (Cobb'un rüya dokumacılığı ve Nolan'ın filmciliğini birbirine benzetmemek mümkün değil, ikisi de bizi cezbederek kafalarımızı karmakarışık etmeye yönelik gerçekliğin birer suretini inşa ediyor, sonuçta içine düşülen hayal aleminden çıkmak pek de kolay olmuyor.) Gerçek dünyaya döndüklerinde Cobb, yeni bir iş teklifi alıyor; herkese yüklü miktarda para kazandıracak, sürgündeki Cobb'un ülkesine, çocuklarının yanına dönmesini olanaklı kılacak bir iş bu. Fakat bu iş, Cobb'un ekibinin alıştığının aksine fikir çalmak değil, bir fikir yerleştirmek. Cobb'un ekibi şiddetle böyle bir şeyin imkânsız olduğunu, beynin bir fikrin doğduğu yeri her zaman anımsayacağını savunurken, Cobb da şiddetle bunu yapabileceğini söylüyor ve işi alıyor. Bu seferki hedef Robert Fischer, çok büyük bir enerji şirketinin ölmek üzere olan sahibinin oğlu. Beynine yerleştirilmesi gereken fikirse, babası öldükten sonra işi devam ettirmek yerine, şirketi parçalamak. Geriye ekibi toparlamak ve fikir ekme planını yapmak kalıyor.
Rüyaya, rüya içinde rüyaya, rüya içinde rüya içinde rüyaya ve son olarak limboya, yani dört farklı katmana yayılan soygun olağanüstü. Rüyada olma halini inanılır biçimde sürdürmek ve izleyiciyi diken üstünde tutmak için filmin görselliğinin ve efektlerinin fevkalade olması gerekiyor, ve öyle tabii ki. Inception'daki her şey olağanüstü güzel görünüyor. Geniş kapsamlı, aksiyon bazlı klasik sahnelere yer açmak için bilgisayar tabanlı görsel efektlerin bu kadar az kullanıldığını görmek çok güzel. Oyuncu seçimleri de mükemmel: Leonardo DiCaprio süper bir kahraman+anti-kahraman olmuş. Ellen Page'i Hard Candy'den, Marion Cotillard'ı da Big Fish'ten beri zaten pek seviyorum, Joseph Gordon-Levitt kafasına yapıştırılmış saçlarına rağmen point-man rolüne çok iyi gidiyor, Ken Watanabe alışkın olmadığımız bir rolde de olsa yine döktürüyor, Tom Hardy'den Cillian Murphy'e ikincil rollerde görünen her oyuncu rolüne cuk oturuyor, sadece bir iki sahnede görünen Tom Berenger ve Michael Caine bile kısacık sürede seyircinin kalbini çalmayı başarıyor, Pete Postlethwaite'in dahi yatakta birkaç saniye yatışını ve yarım bir cümle kuruşunu görüyoruz, filmle ucundan kıyısından alakası olan olan herkes harika bir iş çıkarmış. Inception, seyircisini düşünmeye zorlayan, ama filmden alınan keyfi bozacak kadar da karışık olmayan bir film. Hikâye, zenginliğine ve derinliğine rağmen, kesinlikle anlaşılması zor bir hikâye değil. Bunda Nolan'ın olağanüstü yetenekli bir öykücü olmasının büyük payı var; aynı anda hem zekice hem de çoğunluğun algılayabileceği bir hikâyeyi çok az yönetmen anlatabilir, fikirlerden oluşan göz kamaştırıcı bir labirent olarak sunabilir. (Bu yazının tamamını okumak isterseniz tıklayın.)
2- Black Swan
Yönetmen: Darren Aronofsky • Yazar: Andres Heinz (hikaye), Mark Heyman, John McLaughlin ve Andres Heinz (senaryo) • Oyuncular: Natalie Portman, Vincent Cassel, Barbara Hershey • Tür: Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 8.5/10 • Metacritic puanı: 79/100 • Benim puanım: 4.5/5
Canla başla çalışan ama şimdiye dek spot ışıklarının pek yüzüne vurmadığı genç balerin Nina, dahil olduğu kumpanyanın başındaki Thomas Leroy'un kumpanyanın baş balerinini fazlaca yaşlandığı gerekçesiyle sepetlemesi üzerine, o sezon sahneleyecekleri "Kuğu Gölü" balesi için kuğu rolüne seçilir. Masum beyaz kuğu ile kötücül siyah kuğuyu aynı anda canlandırmasının gerekmesi, Nina'yı sadece bedenen değil, ruhen de zorlayacaktır. Bir türlü siyah kuğu olmayı beceremez, ama bedenine hapsolmuş, çıkmak için çabalayan bir siyah kuğu vardır içinde.
Black Swan'ın senaryosu, görsel yönetimi ve Cronenberg'in eski (yani şahane) filmlerini hatırlatan atmosferi tabii ki etkileyici, tabii ki sırf bunlarla ele alındığında bile çok iyi bir film. Ancak, aslında söyleyecek pek bir şeyi olmayan, sadece seyirciyi büyüleyecek kadar becerikli ve zarif bir şekilde konuşan bir film Black Swan. Onu kusursuzluğa yaklaştıran şey, Natalie Portman. Kağıt üzerinde her şey olması gerektiği gibi, daima çok düzgün performanslar veren, ancak asla Léon'daki performansını yakalayamayan Portman, oynadığı her filmde Natalie Portman gibi görünürdü gözüme, ne kadar dikkatli bakasam bakayım bakayım Evey'i, Alice'i ya da Sam'i seçemezdim. Black Swan'da değişmiş bu. En büyük kusuru kusursuzluk takıntısı olan Nina kusursuz bir performans sergileyebilmek için kontrolünü yitirdikçe, Portman da canlandırdığı karakterin içinde o kadar kayboluyor, Léon'dan beri yapmadığı bir şey bu. Çok büyük ihtimalle Oscar'ı kapacak zaten buradaki oyunculuğuyla. Her ne kadar iflah olmaz bir Michelle Williams hayranı olsam ve Blue Valentine'daki oyunculuğunun aşmış olduğunu düşünsem de, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Portman'ın hak ettiğine katılıyorum.
3- Toy Story 3
Yönetmen: Lee Unkrich • Yazar: John Lasseter, Andrew Stanton & Lee Unkrich (hikaye), Michael Arndt (senaryo) • Seslendirenler: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack • Tür: Animasyon|Komedi|Macera • Metacritic Puanı: 92/100 • IMDb Puanı: 8.7/10 • Metacritic puanı: 92/100 • Benim puanım: 4.5/5
Diğer Toy Story'leri izlememiş olduğum için, sonuncusunu izlemekte bir hayli geç kaldım -aslında bir tanesini yarım yamalak hatırlıyorum ama çok bulanık, çocuktum herhalde. Oysa bu filmden zevk alabilmek için öncekileri izlemiş olmak gerek diye bir şey yokmuş -yine de biter bitmez ilk iki Toy Story'i izlemek istiyor insan deli gibi. Çünkü insana inanılmaz mutluluk veren, mükemmel, mükemmel bir animasyon Toy Story 3.
Konu kısaca şöyle: Artık büyüyüp üniversiteye gitmek için evden ayrılacak çağa gelmiş olan Andy, oyuncaklarını çatıya kaldırılacak kutulardan birine koyar, ama kutu (daha doğrusu çöp torbası) yanlışlıkla bir anaokuluna gider. Woody diğer oyuncakları aslında terk edilmediklerine, eve dönmeleri gerektiğine, burasının hiç mi hiç eğlenceli olmayacağına ikna etmeye çalışır, ama kendilerini Andy tarafından reddedilmiş hisseden ve anaokulundan büyülenen oyuncaklar, kabul etmez bunu. Woody tek başına, Andy'nin yanına dönmek için yollara dökülür, ama kendini küçük bir kızın odasında bulur. Diğer oyuncaklarımız ise anaokulunda kalır: başta bir cennet gibi gelir orası onlara, ama işler göründüğü gibi midir acaba?
Toy Story 3, dünyada yaşlanmadan, sıkıcılaşmadan, düzleşmeden, merak ve serüven duygularını yitirmeden büyümeyi bilen insanlar olduğunu kanıtlayan bir animasyon -bu insanların tümü de Pixar için çalışıyor gibi görünüyor.
4- The King's Speech
Yönetmen: Tom Hooper • Yazar: David Seidler • Oyuncular: Colin Firth, Geoffrey Rush, Helena Bonham Carter • Tür: Biyografi|Dram|Tarih • IMDb Puanı: 8.4/10 • Metacritic puanı: 88/100 • Benim puanım: 4/5
Ölmek üzere olan Kral V. George'un ortanca oğlu Albert Frederick Arthur George (ya da ailesinin ona hitap ettiği şekliyle Bertie) çocukluğundan beri süren bir kekemelik sorununa sahiptir. Karısı Elizabeth Bertie'ye yardımcı olabilmek için onu sürekli bir doktordan öbürüne gezdirse de hiçbiri işe yaramaz ve Bertie konuşma problemi yüzünden kendini ne evde ciddiye alınıyor, sesi duyuluyormuş gibi hisseder, ne de halkın karşısında. Derken Avusturalyalı çılgın konuşma terapisti Lionel çıkar karşısına. Pek de geleneksel olmayan yaklaşımı sayesinde dili bir hayli açılır Bertie'nin, ama hâlâ kalabalıklara hitap edebilecek seviyede değildir. Baba ölüp de, kral olan en büyük kardeş bir aşk skandalı nedeniyle tahttan feragat edince ve kraliyet tahtı Bertie'ye kalınca işler iyice karışır. Hitler tehdidi yaklaşmaktadır, ülke savaşın eşiğindedir ve acilen bir lidere ihtiyaç vardır. Bertie ise kendi gölgesinden bile korkmaktadır.
Bu bana hiç mi hiç hitap eden bir konu değil, İngiliz kraliyet ailesi, o dönemin filmleri falan da aynı şekilde. Ama bu filme bayıldım işte (demek ille de konunun seyircinin ilgi alanlarına dahil olması gerekmiyormuş, demek The Social Network'te uyumamın başka bir nedeni varmış). The King's Speech hiç de öyle sıkıcı dönem dramalarına benzemiyor; evet siyasi kişilikleri işliyor ama onların insanî ve psikolojik özelliklerine odaklanıyor ve derinlikle yaklaşıyor karakterlerine. Colin Firth, üstünde Bay Darcy zamanlarındaki seksi hallerinden eser kalmamış olsa da (yaş ve kilo, eh biraz da rol gereği sanırım), artık oyunculukta varabileceği en üst noktaya varıyor bu filmle sanki. Aslında çok benzer bir şeyi A Single Man'deki performansı için söylemiştim, ama The King's Speech'te onu da aşıyor ve döktürüyor işte. Geoffrey Rush da olağanüstü. Harry Potter filmlerinde Dumbledore, Bellatrix ve Kılkuyruk karakterlerini oynayan oyuncular da var The King's Speech'te, alıştığımız hallerinden çok çok farklı şekillerde :)
Çok kararlıydım ödülü kim alır ve kim almalıvari bir şeyler yazmamaya, ama dayanamıyorum: Umarım, umarım The King's Speech alır. Aday olan 10 film olsa da gerçek yarış sadece The Social Network ve The King's Speech arasında gibi görünüyor ve birincisi alırsa (ne kadar umrumda olmaz havalarında olsam da) çok üzüleceğim.
5- True Grit
Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen • Yazar: Ethan Coen, Joel Coen (senaryo), Charles Portis (roman) • Oyuncular: Hailee Steinfeld, Jeff Bridges, Matt Damon • Tür: Macera|Dram|Western • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic puanı: 80/100 • Benim puanım: 4/5
Coen kardeşlerin son filmi, aslında 40 yıl önce aynı isimle çekilmiş, John Wayne'in başrolünde oynadığı geleneksel western ile aynı romandan uyarlanmış. Ama Coen'ler, bu True Grit'in, o True Grit'in bir yeniden çevrimi değil, Portis'in romanının baştan, yepyeni bir uyarlaması olduğunu söylüyor. Bu ne kadar doğrudur bilemem çünkü ne ilk filmi izledim ne de kitabı okudum, ama yeni True Grit çok eğlenceli bir seyirlik. Sinema salonundaki diğer seyirciler bu konuda bana katılıyor gibi görünmüyordu pek; ama çok da komik bir film. İroniyle bilenen, çeşit çeşit tuhaflığın ve tezatın üzerinde yükselen her zamanki Coen mizahı işte. Ayrıca nefis western görselliği ve başta Jeff Bridges ve Hailee Steinfeld olmak üzere her oyuncudan şahane performanslarıyla, benim için yılın en iyileri arasına girdi bile. The King's Speech'ten de daha az beğenmiş değilim aslında, ikisine de bayıldım ama bir ayrım yapamayınca alfabetik olarak sıralayıp The King's Speech'in altına atmak zorunda kaldım :)
Konusu da şöyle: 14 yaşındaki inatçı ve gözüpek Mattie, babasını vurup "canını, atını, iki Kaliforniya altınını ve 150 dolar parasını alan Tom Chaney adındaki korkak"ı yakalamak için, kış vakti evini yurdunu bırakıp yollara düşer. Ona yardımcı olması için de, ihtiyar ve alkolik, ama pek de metanetli federal kanun adamı Cogburn'ü tutar parayla. Teksas'ta Chaney'nin başına konmuş ödülü almak isteyen, onu aylardır yakalamaya çalışan bir Texas Ranger olan La Boeuf bir noktada ikiliye katılır ve üçlümüzün bol kovalamacalı, atlı, silahlı yolculukları başlar.
6- Winter's Bone
Yönetmen: Debra Granik • Yazar: Debra Granik & Anne Rosellini (senaryo), Daniel Woodrell (roman) • Oyuncular: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Garret Dillahunt • Tür: Dram|Gizem|Gerilim • IMDb Puanı: 7.4/10 • Metacritic Puanı: 90/100 • Benim puanım: 4/5
Fiziken orda olsa da artık kafaca olmayan bir anneye ve kanun kaçağı, artık hiçbir yerde olmayan bir babaya sahip 17 yaşındaki Ree, yaşadığı ıssız dağ kasabasında iki küçük kardeşine bakmaktan, inanılmaz bir fakirlik içinde yaşarken onların karnını doyurmaktan sorumludur. Filmin başlarında, babası mahkeme gününde görünmezse oturdukları evi kaybedecekleri haberini alır ve babasını aramaya çıkar, işte bir nevi bu arayışın hikayesi Winter's Bone. Ağdalı, yapış yapış duygusallıklara hiç girmeyen, klişelerden uzak kalan ve inanılmaz derecede gerçek, size bir film izlediğinizi unutturacak kadar gerçek bir anlatımı var filmin. Müzikler, oyunculuklar, filmin genel havası, bunların hepsi ama en çok da tekinsiz, soğuk doğallığı müthiş.
Winter's Bone herkese göre bir film değil, onu sıkıcı bulan, hiç mi hiç akıcı olmadığını düşünen çok izleyici olacaktır -özellikle genelde mainstream filmleri tercih edenler. O yüzden bu filmi herkese tavsiye edemiyorum. Ama benim son zamanlarda izlediğim en vurucu, en çarpıcı filmlerdendi ve yılın en iyi filmlerinden olduğunu düşünüyorum.
7- 127 Hours
Yönetmen: Danny Boyle • Yazar: Danny Boyle & Simon Beaufoy (senaryo), Aron Ralston (kitap) • Oyuncular: James Franco • Tür: Macera|Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic puanı: 82/100 • Benim puanım: 3.5/5
Tek mekanda, az karakterle geçen ve kapana kısılma hikayelerini anlatan filmleri çok seviyorum -telesiyejde kalan üç genci anlatan Frozen, okyanusun açıklarında, köpekbalıkları arasında bir başlarına kalan bir çifti anlatan Open Water ve bir tabutun içine kapatılıp toprağın altına gömülmüş tek bir kişiyi anlatan Buried gibi filmler yani-. 127 Hours'ın da bu formüllere sadık bir konusu var: Nereye gittiğini kimseye söylemeyen ve yanına ne telefon ne de -kıytırık olmayan- İsveç çakısını almayı lütfeden pek bir ukala, kendini pek bir önemseyen serüvenci gencimiz Aron, ıssız (ve devasa) bir kanyonda dere tepe gezip kayaların altından üstünden hoplayarak eğlenirken, yerinden oynayan bir kaya parçası, kolunu sıkıştırır. Doğal olarak kolunu bırakıp da gidemeyen, kimseye haber de veremeyen Aron'ın Çin malı çakısı ile kısıtlı yiyeceği ve suyuyla yaşamda kalma mücadelesini izleriz bundan sonra.
Sanırım diğer kapana kısılma filmlerinden farklı olarak bir kıstırılmış kol (et, kan, kemik, sinir) içerdiğinden, sürekli ellerimle gözlerimi kapatmama neden oldu 127 Hours. Belki bundan, belki Aron gibi karakterlere (rahatsız ediciliği filmin ilk 15 dakikasında kalsa da) dayanamadığımdan, belki Boyle'un yakalamaya çalıştığı reklam/video klibi estetiğinden, belki süslü ve cilalı çekim teknikleri nedeniyle yeterince klostrofobik bir havanın yakalanamamasından, belki pek başarılı olamayan bir modern insan eleştirisine soyunmasından, belki de filmin son raddede arkadaşlık ve sevginin önemine, elimizdekilerin değerini bilmeye dair beylik mesajlar vermekten kendini alamamasından, beni tahmin ettiğim kadar çok etkilemedi. Neyse ki çok rahat ajitasyona kaçılabilecek, sömürü unsuru olarak kullanılabilecek bir hikayeyi (ne de olsa Aron Ralfston'ın başına gelenler hemen herkes tarafından biliniyordur) bu açılardan sade tutmuş Boyle. James Franco da buna uygun şekilde aşırıya kaçmayan, incelikli, başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Kesinlikle izlemeye değer bir film 127 Hours, ama ben sinema yerine evde, çok da bir beklentim olmadan izlesem daha çok keyif alırdım.
8- The Kids Are All Right
Yönetmen: Lisa Cholodenko • Yazar: Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg • Oyuncular: Annette Bening, Julianne Moore, Mark Ruffalo • Tür: Komedi|Dram • IMDb Puanı: 7.3/10 • Metacritic Puanı: 86/100 • Benim puanım: 2.5/5
Yıllar önce sperm bankasından aldıkları spermle iki çocuk sahibi olan lezbiyen bir çiftimiz var, 18 yaşında bir kızları, 15 yaşında bir oğulları var ve de kullanılan spermin sahibi, resme 18 yıl sonra giren biyolojik baba var. İşte bu karakterlerin yaşamlarının karışması, birbirine geçmiş öyküleri ve ilişkileri, falan filan. Başta çok hoş geliyor bu konu kulağa bence, bir Woody Allen filmini andırıyor. Eğlenceli de bir film sonuçta. Ama pek iyi bir film olduğu söylenemez; çok daha iyi bir yerlere gidebilecekken ortalarına doğru sapıtıyor, olay benim için lezbiyenlerden birinin biyolojik babadan hoşlanmaya başlamasıyla kopuyor zaten. Sanırım spoiler vermek olmayacak bu: Birbirlerinden hoşlanmakla kalmıyor, ilişkiye giriyorlar ve film sadece bunun üzerine oluyor bir süre sonra. Sonra da ilişkinin ortaya çıkması, pişmanlıklar falan.
Lezbiyenliğin asla homoseksüellik (salt erkek olan geyler, hangi sözcüğü kullansam bilemedim) ya da heteroseksüellik kadar ciddiye alınmamasına sinir oluyorum. Aynı film şu şekilde olabilir miydi acaba, mesela iki anne değil de bir anneyle bir baba, normal hetero bir çift olsaydı, kadına A, babaya da B diyelim. B kısır olduğu için de, A kimliğini bilmeden C'nin spermlerini kullanarak çocuk yapmış olsaydı. C de bir başka adam tabii. Yıllar sonra çocuklar C'yi merak edip arayıp bulsaydı, sonra da B, evet ailemizin erkek üyesi, C ile bir ilişkiye girseydi. Hayır hayır, gay olduğu için değil, "A (karısı) ona evde yeterli onayı göstermediği, C (çocukların biyolojik babası, tıpkı kendisi gibi bir erkek) gösterdiği için". Olabilir miydi böyle bir şey? Böyle bir film çekilebilir miydi? Ama iki lezbiyen üzerine olanı çekiliyor, üstelik işin en sinir bozucu yanı da, kendini pek bir modern, pek bir böyle şeylere doğal bakan, pek bir anlayışlı zannediyor film; bize iki anneli bir evde büyümenin iç yüzünü, yıllar sonra biyolojik ebeveynle tanışmanın zorluklarını filan gösterdiğini sanıyor.
Oyunculuklar gayet iyi, Cholodenko senaryo yazmayı bırakıp tamamen kasting işine girmeli dedirtiyor insana, ama Julianne Moore gibi bir yetenek bile, "Bazen en çok sevdiklerinizi incitirsiniz" repliğini bana satamıyor. Canınız sıkılıyorsa ve çerez niyetine hafif bir filmle zaman öldürmek istiyorsanız, izlenebilir. Ama En İyi Film kategorisinde ne işi var, anlamak mümkün değil.
9- The Social Network
Yönetmen: David Fincher • Yazar: Aaron Sorkin (senaryo), Ben Mezrich (kitap) • Oyuncular: Jesse Eisenberg, Andrew Garfield, Justin Timberlake • Tür: Biyografi|Dram • IMDb Puanı: 8.1/10 • Metacritic Puanı: 95/100 • Benim puanım: 2.5/5
Facebook'un kurucusu, dünyanın en genç dolar milyarderi Mark Zuckerberg ile ilgili bir film -ama zaten herkes biliyordur konuyu. Hatta bu filmi izlemekte benim kadar geç kalan çok az insan vardır sanırım yeryüzünde. Bu kadar isteksiz olmamdan ve geç seyretmemden belliymiş The Social Network'ü beğenmeyeceğim aslında, sosyal ağlar -özellikle Facebook- ve nasıl kuruldukları, genç "dahi" milyarderler ve işlerini nasıl oluşturdukları, nasıl zengin oldukları falan o kadar ilgisiz olduğum konular ki. İlgi meselesi bu biraz sanırım, hiçbir şeyiyle de hitap etmedi bana bu film sonuç olarak. Olağanüstü yorumlar aldığı ve biraz da Fincher filmi olduğu için pes ederek izledim sonunda, ama sıkılarak.
Bunun ne kadar biyografik bir film olduğuna ise hiç girmeyeyim, artık bir noktada dünyanın en piç, en orospu çocuğu, en iğrenç herifi olarak gösterilen Mark Zuckerberg ve onun mülayim, naif, yüce gönüllü, iyi kalpli arkadaşı şu an adını hatırlayamadığım bıdıdan (ki bu filmin senaryosunun dayandırıldığı kitabı yazan arkadaş diye tahmin ediyorum) kusasım geldi ciddi ciddi.
Bir de şu var: bu kadar basit bir senaryoya sahip bir filmi Fincher değil de vasat bir yönetmen çekseydi, hayli hayli kötü bir film çıkardı herhalde. Şimdi ise kendisinden (Fincher'dan) beklenebilecek iki sistem eleştirisini bile barındırmasa da hiç olmazsa izlenebilir, yüzeysel ama akıcılığıyla vasatın üstü bir film çıkmış ortaya -bu elbette sadece benim fikrim, yoksa hem eleştirmenlerin hem seyircilerin bayıldığı, ödül üstüne ödül toplamış bir film The Social Network.
Hamiş: The Kids Are All Right'ın The Social Network'ten daha iyi bir film olduğunu düşünmüyorum, pek de bir farkları yok gözümde. The Kids'in bir üst sırada olmasının tek nedeni, onu izlerken The Social Network'u izlerken olduğum kadar sıkılmamış olmam.
Bir de Kynodontas (Dogtooth) var kısacık da olsa bahsetmeden edemeyeceğim, En İyi Yabancı Film kategorisinde yarışıyor. 2009 yapımı filmin bu seneki Oscar'larda ne işi olduğunu anlamasam ve Biutiful varken pek şansı yok diye düşünsem de, umarım o alır ödülü demekten geri duramıyorum. Alamasa bile pek çok kişi tarafından bilinip izlenecek en azından. Dogtooth'la ilgili ayrıntılı bir inceleme yazısı da burada.
21 yorumcuk:
Ben de kendi yazımı şimdi bitirdim ki senin yazdığını gördüm. Aynı duyguları paylaşıyorum. The King's Speech alırsa gerçekten çok sevinirim ve aynı şekil Social için amaaan bana ne ya alırsa alsın tavrı takınmak istesem de gerçekten üzüleceğimi biliyorum. Lütfen almasın ya, ağlarım bak..
The Kids Are All Right'a hiç girmiyorum hele hele. Yeterince girmiş idim biliyorsun:)
The King's Speech favorimdir. Gönül İnception ve The King's Speech'den yana aday oldukları kategorilerde.
Toy Story'nin önceki filmlerini ben de izlemedim ve bundan dolayı 3'ü izlemek istemiyordum. Ama yazıyı okuyunca fikrim değişir gibi oldu.
Sosyal Ağ için söylenilenlere katılıyor ve imzamı atıyorum.
Bu seneki adaylar çok yavan geldi bana. Anlaşılan sadece bana değil, sizlere de gelmiş. Black Swan, The King's Speech ve Inception kalburüstü filmler ama diğerleri için bunu söylemek zor. Biraz 127 Hours için, çok az da True Grit için diyebiliriz.
True Grit derken, Coen'lerin çok abartıldığını ve bunların onlara yarardan çok zarar getirdiğini düşündüm bu filmle. Sinematografig açıdan üst sıralarda - ki ödülün en büyük adayı Roger Deakins - ama diğer öğeleri ile sıradan bir film.
Kolay gele.
Ben de King's Speech, Inception veya Black Swan ödülleri toplasın istiyorum :)
Toy Story hayranıyım; ama son filmde nostalji vurgusu o kadar ağırdı ki bir an kendimi filmden kopmuş, aşırı derece duygulanırken buldum ve açıkçası rahatsız oldum bu durumdan.
The Fighter'ı da izlemeni tavsiye ederim, hem oyunculuklar açısından, hem de filmin bir derinliği olduğunu düşünüyorum.
Çok güzel bir pre-Oscar yazısı yazmışsın, bloguma bir linkini koymak istiyorum :)
Sevgiler,
Mehmet.
black swan fişi çeker
"Bu bana hiç mi hiç hitap eden bir konu değil, İngiliz kraliyet ailesi, o dönemin filmleri falan da aynı şekilde. Ama bu filme bayıldım işte"
King's Speech'i bloga yazarken ben de aynı kelimeleri kullandıydım.
oscar bir cannes değil tabi. gerçekten iyi film olup olmamasından başka şeylere bakıyorlar ödülleri verirken. bahsetmişsiniz, hurt locker gibi. titanic gibi. hatta titanic in o kadar fazla ödül almış olması bu sene de the social network e verirler mi acaba diye düşünmeme sebep oluyor. verirler valla. facebook, reklam fln.
inception kesinlikle çok güzel film ama misal oyunculuk olarak pek doyurmadı beni. matrix için de benzer bir durum vardı ki matrixdeki oyunculuk inceptiondan da iyiydi sanki. süper film ödülü vermeliler ama en iyi film değil gibime geliyor.
en iyi film adayım the kings speech şahsen. spoiler olmasaydı küfür antrenmanlarını da yayınlayabilirlerdi törende :)
bu arada the fighter ı bence de izleyin. basit bir boks filmi değil. 2 maç var sanırım, biraz da antrenman. filmin 25 dakikası boksla geçiyor diyelim. gerisinde christian bale in müthiş oyunculuğu var. the fighter ı düşününce aklıma the wrestler geliyor. o filmi de ben uzun süre sonra izledim amerikan güreşi sevmiyorum diye. çok etkileyici bi filmmiş.
@sacidu
The Wrestler, sadece oyunculuklarıyla değil, hikayesiyle aşırı etkileyici bir film ama. The Fighter'da ise kuru kuru C. Bale'ın oyunculuğu var. O da hep var be zaten. :D Makinist, Rescue Dawn falan, alıştık adamın kilo vermesine. :P Hikaye olarak da klişeden başka bir şey vaad etmiyor The Fighter bana kalırsa.
mert: aynen, ben de kendi yazımı bitirdikten 1 dakika sonra seninkini gördüm :) bence winter's bone'u da, true grit'i de seversin.
csyasoo: bu seneki filmler yavan gelmedi bana, sadece social network ve kids are all right'a hınçlandım, diğerlerini çok beğendim. coen'lerin genel olarak abartıldığına katılıyorum ama true grit'i çok sevdim valla :)
mehmet: evet anlıyorum nostalji duygusuyla ne demek istediğini ama beni rahatsız etmedi o nedense. aslında son yıllardaki tüm pixar filmlerinde bir noktada gözyaşlarına ve hıçkırıklara boğulma hali oluyor, ama o an dışında hep gülümseterek izlettiği için o da rahatsız etmiyor beni sanırım. ya da mazoşistim, bilemedim :p bloguna link koyman çok hoşuma gider, teşekkürler :)
sacidu: inception gerçekten de the kign's speech kadar oyuncuların devleşmesine izin veren, karakterler üzerine kurulu bir film değil, yapı olarak ters buna. ama buna rağmen çok iyi buldum ben oyunculukları, dev bir kadrosu vardı zaten. the king's speech'teki küfürlü sahne muhteşemdi, "shit shit shit, fuck fuck fuck, bugger bugger bugger, fuck, shit, bugger and.. tits!" :d
the fighter'ı izleme ihtimalim bayağı yükseldi bu arada, o önyargılarla kesin reddediş uçtu gitti en azından.
sirevo: the fighter'la ilgili yaptığın yorumu okumamıştım üstteki yorumumu yayınlarken, bak gene başladığım yere döndüm, ben dvd'sinin çıkmasını bekleyeyim en iyisi, sonra karar veririm izleyip izlememeye :p
Ya tabii zevk meselesi de, sen Luther, Misfits izleyen insansın. Tek bir oyuncu performansı için izlemek istiyorsan izle tabii ama konunun gerçekten "çekici" hiçbir yanı yok. Bloga yazmadım bile izledikten sonra. :D
Muhteşeem bir yazı olmuş, sanki 10 farklı ayrı yazıyı tek bir yazıda toplamışsın gibi olmuş ve anlatamam sana bunların ne kadar işime yarayacağını... Bu filmlerin büyük bölümünü izlemekte çok gec kaldım aslında böyle olmazdı da bu yıl dağıtımcılar saçmaladı yani düşün, üstteki filmlerin yamulmuyorsam 2si daha hiç gösterime girmedi, 2si daha iki gün önce girdi ve 3ü de geçen hafta girmişti. Eeeh kamerayla çekilmiş korsan kopyalarına da talim etmek zorunda değiliz ya :) Yanlız yazının başındaki Oscar'larla ilgili anektoda bayıldım çok komik gerçek değil gibi, peki kate winslet kadar muhteşem başka bir kadın var mıdır??
oh neyse The King's Speech kazandı ödülü, Natalie de kesinlikle haketmiş idi , pek güzel oldu:)
the wrestler ın hikayesi daha iyiydi evet ama the fighter ın da christian bale e çok güzel malzeme veren bir hikayesi var. şimdi söyleyip spoiler yapmayalım çavlan a :) bence tek oyuncu performansı da değil olay. melissa leo da çok iyiydi ki en iyi yardımcı kadın ödülünü aldı. ne filmlere şans veriyoruz the fighter a vermezsek olmaz. ben gidip komisyonumu isteyim yapımcıdan :p
the kings speech i türkçe altyazıyla izledim. dvdsrc sinden. dvdripi çıkınca bir de ingilizce altyazıyla izlicem. asıl o zaman komik olacak :)
Şahane bir yazı! Filmlerle ilgili yorumlarının büyük kısmına katılmakla birlikte, The King's Speech de fazla şişiriliyor gibi geldi bana. Tabi iyi film, hoş film ama bu kadar ödül avcısı olacak bir film de değil, Black Swan ile Inception'ın, özellikle Inception'ın çok hakkı yendi gibime geliyor. Ama zaten akademi ödüllerinden bahsediyoruz, yeni birşey değil bu, hem kim takar ki onların seçimlerini :) The Kids Are Allright ile ilgili yazdıkların da çok hoşuma gitti, cidden lezbiyenlik böyle gösteriliyor her yerde. Şimdi True Grit, Winters Bone ve 127 Hours'ı izlemeliyim tez zamanda :)
Kadifenin ilk bakışta seçkin bir görüntüsü yoktur. Ama ustalıklı dikimi ile bir anda çok şık bir görüntüye kavuşabilir. Ve doğru ışıkta bakıldığında hareler yaratan bir parlaklığa kavuşabilir. İnsan tenine benziyen en yakın hissi kadife verir. Yani insanın iç dünyasındaki kırılgan yapıyı en iyi yansıtan kumaştır. Naif ve sessizce derinlerdeki hisslere hitap eder. Kralın Konuşması kadifedendir.
Saten parlak ve kaygan bir kumaştır. İlk özelliği onu seçkin ve zengin gösterir. İkinci özelliği tekinsiz bir havaya bürünmesine sebep olur. İlk bakışta gözünüzü alır ama bir zaman sonra anlarsınız ki kendini olduğundan farklı gösteriyordur. Yanıltıcı, yapay bir zar ile kaplar. Soğuk ve burnu havada bir izletim katar. Siyah Kuğu satendir.
Penye kaliteli pamuğun çok ince ve titiz işlemlerden geçirilerek üretildiği bir kumaştır. Esnektir. Üretimininde kullanılan ham madde ne kadar az kaliteli veya yetersiz olursa olsun onu yinede kaliteli hale getirebilecek şey üretiminde kullanılan incelikli tekniği ve matematiğidir.
@even better than the real thing
Fight Club'ın aday bile olmadığı, Mulholland Dr., Se7en, Memento gibi filmlerin es geçildiği Akademi'de Inception'ın hakkı yendi diyemeyiz. Adamlar yıllardır böyle. Mindfuck diye tabir edilen filmlere, kült olsalar bile ödül vermiyorlar. O yüzden her ne kadar benim de favorim Inception olsa da bu gerçeği göz önünde bulundurunca ümitlenmemek gerektiğini en baştan bilmek gerekiyordu. :D
@Sirevo, tabi çok doğru dediğin ama insan yine de bozuluyor, özellikle en iyi kurgu, en iyi orjinal senaryo gibi ödüller Inception dururken başka filmlere dağıtılınca. Yani hadi en iyi film, en iyi yönetmenlik, en iyi aktör ile aktris çok büyük ödüller, akademi onları Inception'da harcamak istemez diyelim, ama kurgu ve orjinal senaryoda çok ayıp ettiler. 10 yıl sonra bu filmlerden en çok hatta belki de sadece Inception hatırlanacak.
Inception'ın yeri dediğin gibi çoğu kişide ayrı kalacak. .)
çavlancım bu güzel yazıyla çok alakasız olacak ama, yeni profil fotonu çok beğendim kimin nesidir acaba bana bir link yada sadece bir isim verirsen çok çok sevinirim, çok teşekkür edeyim şimdiden :)
filmcankisi: alex stoddard'ın, fotoğraflarına da flickr hesabından ulaşabilirsin.
Biraz geç olsada (tamam çok geç:) bende bir şey söylemek istiyorum. Filmlerin isimlerinin çevirilerini gerçekten saçma buldum ingilizcesi olan bir insan değilim az buçuk bir şeyler biliyorum ama King's Speech Zoraki Kral diye çevrilmez ki canım.
True grit İz peşinde
The Town Hırsızlar Şehri
The kids are all right İki kadın bir erkek.
Bunları kim yapıyor böle ya..
Yorum Gönder