(Miss Bala, The Awakening, Hugo, Last Night, Life in a Day, Submarine)
Meksika yapımı Miss Bala bir güzellik yarışmasına katılmaya çalışan ancak bir dizi talihsizlik sonucu kendi isteği dışında organize suçların, yozlaşmış polisin, uyuşturucu trafiğinin, çetelerin, ordunun içine çekilen genç Laura'nın gözlerinden gerçekten de her gün Meksika sokaklarında yaşanan vahşeti gösteriyor bize iki saate yakın süresi boyunca. Çok karanlık ve çarpıcı bir film.
Karanlık bir ortamda izlenmesi gereken The Awakening 1921'de Londra'da geçiyor ve ilk yarısı bayağı umut vadediyor - "sahte hayalet" hikayelerini aydınlatarak dolandırıcıları tutuklatan Florence isminde bir genç kadın (Rebecca Hall), hayalet şikayetiyle bir yatılı okula çağrılıyor ve tahmin edileceği gibi, bu sefer beklediğinden çok daha farklı bir olayla karşılaşıyor. İkinci yarısında biraz saçmalayan ve başta yarattığı güçlü hikayenin altını pek dolduramayan, bir de tahmin edilebilir twistlerle seyirciyi şaşırtmaya çalışan film, son kertede sıradan bir hayalet hikayesi olsa da eli yüzü düzgün bir hayalet hikayesi sayılabilir. Seyirciyi birkaç kez korkuyla yerinden sıçratma görevini de başarıyor.
Martin Scorsese'nin son filmi Hugo aldığı pek iyi eleştiriler ve ödüllere rağmen bana bir gıdım hitap etmeyen, sıkıcı senaryosu ve zayıf kurgusuyla, karakterleri, diyalogları ve olayların çözülme şekliyle çocuk filmi hissiyatı veren ve açıkçası sonunu zor getirdiğim bir film oldu. 1930'lu yılların Paris'inde geçen, bir tren istasyonunun devasa saat bölmesinde herkesten gizli yaşayan ve babasından kalan bir robotun sırrını çözmeye çalışan bir çocukla ilgili bir film olarak başlayan Hugo, bir süre sonra sinemanın gelişiminde büyük rol oynamış film yapımcısı Georges Méliès'nin hikayesine dönüşüyor ve açıkçası çok güzel yerlere gidebilecek olan bu konu zayıf bir senaryoyla yüzeysel ve sıkıcı bir öyküye dönüşüyor, farklı bir senaristin elinden ve biraz daha farklı bir montajla bambaşka bir film çıkabilirdi oysa. Hugo'nun sinematografisi, renkleri, görsel yönetimi, kısaca havası harikaydı, ama hepsi bu.
Keira Knightley, Guillaume Canet, Sam Worthington ve Eva Mendes'ten oluşan oyuncu kadrosuyla Last Night sinir bozucu baş karakterlere sahip orta karar bir yapımdı. Konusu şu: Birbirlerinden ayrı geçirdikleri bir gecede genç evli çiftimizin erkek olanı çok etkilendiği iş arkadaşıyla, kadın olanı da unutamadığı eski sevgilisiyle takılır. Filmin büyük bölümü bu tek geceyi anlatıyor, biz de birbirlerini aldatıp aldatmayacaklarını görmek için izliyoruz.
Life in a Day aslında çok basit ama çok da ilginç bir fikirden yola çıkan bir belgesel: dünyanın dört bir yanından yüzlerce insanın 24 Temmuz 2010 gününde çektikleri kişisel videoları YouTube'a göndermeleriyle oluşturulmuş. Yani filmin aslında yüzlerce yönetmeni var. 24 Temmuz gecesi 12'de başlayan film bambaşka insanların gündelik yaşamlarından sıradan anlar sunuyor şahane bir montajla, gün bitene kadar sürüyor ve insanı açıklaması güç biçimde, feci şekilde etkiliyor.
İngiliz filmi Submarine, çook uzun zamandır izlediğim en eğlenceli filmdi. Ergenlik çağındaki Oliver'le, okulunda hoşlandığı kızla ve eksantrik ailesiyle ilgili Submarine ama böyle söyleyince kulağa dünyanın en sıradan konusuymuş gibi geliyor, aslında değil, o konuyu işleme şekli çok sıradışı en azından. Şiddetle tavsiye ediyorum.
Meksika yapımı Miss Bala bir güzellik yarışmasına katılmaya çalışan ancak bir dizi talihsizlik sonucu kendi isteği dışında organize suçların, yozlaşmış polisin, uyuşturucu trafiğinin, çetelerin, ordunun içine çekilen genç Laura'nın gözlerinden gerçekten de her gün Meksika sokaklarında yaşanan vahşeti gösteriyor bize iki saate yakın süresi boyunca. Çok karanlık ve çarpıcı bir film.
Karanlık bir ortamda izlenmesi gereken The Awakening 1921'de Londra'da geçiyor ve ilk yarısı bayağı umut vadediyor - "sahte hayalet" hikayelerini aydınlatarak dolandırıcıları tutuklatan Florence isminde bir genç kadın (Rebecca Hall), hayalet şikayetiyle bir yatılı okula çağrılıyor ve tahmin edileceği gibi, bu sefer beklediğinden çok daha farklı bir olayla karşılaşıyor. İkinci yarısında biraz saçmalayan ve başta yarattığı güçlü hikayenin altını pek dolduramayan, bir de tahmin edilebilir twistlerle seyirciyi şaşırtmaya çalışan film, son kertede sıradan bir hayalet hikayesi olsa da eli yüzü düzgün bir hayalet hikayesi sayılabilir. Seyirciyi birkaç kez korkuyla yerinden sıçratma görevini de başarıyor.
Martin Scorsese'nin son filmi Hugo aldığı pek iyi eleştiriler ve ödüllere rağmen bana bir gıdım hitap etmeyen, sıkıcı senaryosu ve zayıf kurgusuyla, karakterleri, diyalogları ve olayların çözülme şekliyle çocuk filmi hissiyatı veren ve açıkçası sonunu zor getirdiğim bir film oldu. 1930'lu yılların Paris'inde geçen, bir tren istasyonunun devasa saat bölmesinde herkesten gizli yaşayan ve babasından kalan bir robotun sırrını çözmeye çalışan bir çocukla ilgili bir film olarak başlayan Hugo, bir süre sonra sinemanın gelişiminde büyük rol oynamış film yapımcısı Georges Méliès'nin hikayesine dönüşüyor ve açıkçası çok güzel yerlere gidebilecek olan bu konu zayıf bir senaryoyla yüzeysel ve sıkıcı bir öyküye dönüşüyor, farklı bir senaristin elinden ve biraz daha farklı bir montajla bambaşka bir film çıkabilirdi oysa. Hugo'nun sinematografisi, renkleri, görsel yönetimi, kısaca havası harikaydı, ama hepsi bu.
Keira Knightley, Guillaume Canet, Sam Worthington ve Eva Mendes'ten oluşan oyuncu kadrosuyla Last Night sinir bozucu baş karakterlere sahip orta karar bir yapımdı. Konusu şu: Birbirlerinden ayrı geçirdikleri bir gecede genç evli çiftimizin erkek olanı çok etkilendiği iş arkadaşıyla, kadın olanı da unutamadığı eski sevgilisiyle takılır. Filmin büyük bölümü bu tek geceyi anlatıyor, biz de birbirlerini aldatıp aldatmayacaklarını görmek için izliyoruz.
Life in a Day aslında çok basit ama çok da ilginç bir fikirden yola çıkan bir belgesel: dünyanın dört bir yanından yüzlerce insanın 24 Temmuz 2010 gününde çektikleri kişisel videoları YouTube'a göndermeleriyle oluşturulmuş. Yani filmin aslında yüzlerce yönetmeni var. 24 Temmuz gecesi 12'de başlayan film bambaşka insanların gündelik yaşamlarından sıradan anlar sunuyor şahane bir montajla, gün bitene kadar sürüyor ve insanı açıklaması güç biçimde, feci şekilde etkiliyor.
İngiliz filmi Submarine, çook uzun zamandır izlediğim en eğlenceli filmdi. Ergenlik çağındaki Oliver'le, okulunda hoşlandığı kızla ve eksantrik ailesiyle ilgili Submarine ama böyle söyleyince kulağa dünyanın en sıradan konusuymuş gibi geliyor, aslında değil, o konuyu işleme şekli çok sıradışı en azından. Şiddetle tavsiye ediyorum.
5 yorumcuk:
Hugo için bir değerlendirme yazsam, birebir aynı şeyleri yazardım.
Herkes Hugo için sevmedim diyor ama ben aksini düşünüyorum, belki de Georges Méliès konusu yüzünden..
Hugo'ya verdiğim 33'ün yarısı liraya çok acıyorum sayın yazar Çavlan. Çok acıyorum. Keşke zamanı geriye alabilsek. Neyse geçti gitti.
life in a day çok ilginçmiş cidden çok merak ettim
Submarine öyle tatlı bir film ki.. Ekrana yansıyan polaroid kareleri, hüzünlü ingiliz havası ve bu havaya çok yakışan soundtrackleri.
Yorum Gönder