(La Belle Personne, Les Chansons D'Amour, 47 Numaralı Kamara, The Squid and the Whale, The Avengers, Secretary, The Cabin in the Woods, Atonement)
La Belle Personne (The Beautiful Person)'da 16 yaşındaki Junie, annesinin ölümü üzerine kuzeninin ailesinin evine taşınır ve kuzeninin okuluna gitmeye başlar. Junie güzelliği ve sessiz hüznüyle yeni arkadaşları arasında acayip sükse yapar ve kendisinden hoşlanan bir dizi çocuğun arasından en gösterişsiz, en sessiz, en utangaçları olan Otto'yu seçip onunla çıkmaya başlar, fakat çok geçmeden genç İtalyanca öğretmeni Nemours'a kapılır. Bu arada seyirci olarak biz de sadece Junie (Léa Seydoux), Otto (Grégoire Leprince-Ringuet) ve Nemours'un (Louis Garrel) değil, arkadaş gruplarının tamamının aşk hayatlarını izleme imkanı buluruz. Filmin hikayesini öyle çok anlamlı bulduğumu söyleyemeyeceğim ama her zamanki tatlılığında Louis Garrel var, henüz saçlarının dipleri dışında kalan kısımlarını saçmasapan sarıya boyatmamış, yani bütün doğal güzelliğiyle arz-ı endam eden Léa Seydoux var, fonda da Nick Drake şarkıları var. O yüzden gayet izlenilesi bir film aslında.
Les Chansons D'Amour (Love Songs) bir müzikal, ben de genelde müzikallerden pek haz etmem, ama bu filmi çok severek izledim. Şarkılar gayet hoş ve bütün filme yayılıp filmin gerçekçi havasını bozmuyorlar; zaten ölümle, size yakın birisini ani ve nedensiz yere kaybetmekle ve bunun ardından gelenlerle ilgili bu film ve bu açıdan çok gerçekçi, can acıtıcı, ama aynı zamanda (her nedense) umut verici olmuş. Yönetmen koltuğunda, hemen üstteki La Belle Personne'ın da yönetmeni Christophe Honoré var; bu filmi ondan bir yıl önce çekmiş. Başrollerin bir kısmı da aynı: Louis Garrel ve Grégoire Leprince-Ringuet. Love Songs'da ayrıca, 8 Women ve Swimming Pool filmlerinden hatırlayabileceğiniz Ludivine Sagnier oynuyor; artık büyümüş. Konu şöyle kısaca: Julie ve uzun yıllardır birlikte olduğu erkek arkadaşı Ismaël, Ismaël'in iş arkadaşı Alice'le birlikte aynı evde, bir ménage à trois yaşamaya başlamıştır. Küçük mutluluklar, küçük kıskançlıklar ve Paris sokaklarında tatlı şarkılarla yaşayıp giderlerken, içlerinden biri pat diye ölüverir. Ölümden sonra kalanların bununla başa çıkma yolları ve fransız şarkıları ilginizi çekiyorsa bulup seyrediniz.
Sevgili Judy sayesinde haberdar olduğum Hikmet Hükümenoğlu'nun ilk bulabildiğim, bu nedenle de ilk okuduğum kitabı oldu 47 Numaralı Kamara (oysa aslında yeni bir yazara başladığımda kronolojik sırada gidip, kitapları yazılış sırasında okumayı tercih ediyorum, 47 Numaralı Kamara'ysa Hükümenoğlu'nun basılmış üç kitabından en yeni olanı). Roman aslında bin küsur kişilik kapasitesi olan ama hurdaya çıkmadan önceki son seferine bir avuç yolcuyla çıkmış eski bir gemide geçiyor. Çok satan romanlar yazan ukala, can sıkıcı, sinir bozucu Hikmet (evet Hikmet) Bey, onun "zarif" eşi ve bir de tam olarak ne yaptığı bilinmeyen asistanı Murat da bu gemide; kitabımızın baş karakteri de bu asistan zaten. 47 Numaralı Kamara keyifle ve hızla okunan, ama okuduktan sonra insanda pek bir iz bırakmayan, kısa sürede unutulan kitaplardan. Yine de sırf değişik kurgusundan dolayı bile tavsiye edebilirim bu kitabı: 47 Numaralı Kamara'nın tek sayılı bölümleri gemide geçer ve Murat'ın ağzından anlatılırken, çift sayılı bölümleri Murat'ın aslında kendi yaşamını anlattığı roman taslağından oluşuyor. Şuradan ilk bölümünü okuyabilirsiniz.
Filmin aynı zamanda yönetmeni de olan senarist Noah Baumbach'ın kendi çocukluk deneyimlerini baz alarak yazdığı The Squid and the Whale'in Jesse Eisenberg, Jeff Daniels, Laura Linney ve William Baldwin'den oluşan hayli zengin bir kadrosu var. Film 1980'lerin New York, Brooklyn'inde geçiyor ve pek bir entel dantel geçinen anne babalarının ayrılığına uyum sağlam sürecindeki biri iki oğlanı anlatıyor. Karakterlerinin gerçekçiliği ve rahatsız edicilikleriyle seyircinin yer yer ekrandaki karakter adına utanç duygularına boğulmasına neden olan ama çok hoş bir film.
IMDb puanı 8.7 olan The Avengers yeryüzünde galiba bir tek Umut'la bana sıkıcı ve boş geldi, hem de filmi Joss Whedon'ın yazıp yönetmiş olmasına rağmen. Belki de bu tür (süper kahraman filmi) artık bize hiç hitap edemiyor diyeceğim, ama Nolan'ın Batman üçlemesine bayılmaktayız ikimiz de (hatta siz bu satırları okurken, biz ancak yarı yarıya dolu bir sinema salonunda Dark Knight Rises'ı izliyor olacağız, hahay). Avengers'a gitmeden karakterle ilgili bir fikrimiz olsaydı, çocukken süper kahramanların bazılarının çizgi romanlarını falan okumuş olsaydık daha farklı olurdu belki, bilemiyorum. Bir neden daha olabilir: 3D hedesi. Bu saçma moda ne zaman geçip gidecek heyecanla bekliyorum ve cidden, burnumun üzerinde ağır gözlüklerle kapkara bir perdeden bir filmi izlemeye çalışmayı, sırf iki üç sahnesinde kahramanın kameraya doğru uzattığı el üstüme geliyor gibi gelsin diye tüm filmi gözlerim acıya acıya, 3D zımbırtısının dandikliği ve sahnelerin kapkaranlıklığından dolayı detayları anlayamadan, karakterlerin mimiklerini bile tam seçemeden izlemek zorunda olmayı hiç sevemedim. Bir Avatar'da bir esprisi vardı bunun, hepsi o. Neyse, filme dönecek olursak, şimdi herkesin bildiği konusunu anlatmam saçma olur, bilmiyorsanız da işte süper kahramanlar, iron man, hulk, thor, black widow, captain america, new york işgal altında, dünyanın kurtarılması gerek, yarım saat süren aksiyon sekansları vesaire vesaire. Pek bana göre bir film değildi sonuç olarak.
Başrollerinde henüz yağlanıp yaşlanmamış pek leziz bir James Spader ile Lee rolünde parıl parıl parlayan ve belki de hayatının oyununu çıkaran Maggie Gyllenhaal'ın oynadığı 2002 yapımı Secretary, afişi, adı ve bazı kareleri nedeniyle pek çok kişinin zannettiği gibi sadece "kinky" (bilemedim türkçesini) olmaktan çok daha öte bir film. Zor da olsa birbirini bulan aşırı yalnız iki kişiyle ilgili aslında. Alışageldiğimizden çok farklı, çok "tuhaf" gelişen bir aşk hikayesi var filmde: akıl hastanesinden yeni çıkmış ve ailesinin yaşadığı eve dönmüş, kendini kesen, nevrotik Lee var mesela, sonra Lee'nin yanında sekreter olarak çalışmaya başladığı gömlek değiştirir gibi sekreter eskiten, duygularını dış dünyaya kapamaya alışmış, sert avukat Edward Grey var. Benim çok beğendiğim bir film oldu, ama tahminimce seyircisini "sevenler ve nefret edenler" olarak iki gruba ayıran filmlerden biri bu. Aşırı gelenekselseniz ve S&M, dom/sub gibi ilişki çeşitlerini "sapkın" olarak niteleyenlerdenseniz Secretary'den uzak durmak isteyebilirsiniz.
The Cabin in the Woods, uzun zamandır izlediğim en iyi "eğlenmek için evlerinden uzaklarda ormandaki kulübeye giden ve orada tek tek öldürülmeye başlayan gençler" filmiydi. Hatta The Cabin in the Woods, hayatım boyunca izlediğim en iyi "eğlenmek için evlerinden uzaklarda ormandaki kulübeye giden ve orada tek tek öldürülmeye başlayan gençler" filmiydi. Filmin yazarları, Joss Whedon ve Drew Goddard, korku filmlerinin geldiği noktayı hiç sevmediklerini açıklamışlar. Gerçekten de bu tarz (teen slasher) filmlerde filmin senaristlerin istediği şekilde ilerleyebilmesi için karakterlerine saçmasapan kararlar aldırmaları gerekiyor, bu kararları alan karakterler de hiçbir şekilde sevilemeyen, seyircinin şu kadarcık empati kuramadığı, bunlardan dolayı da ölseler de kalsalar da hiçbir şekilde aldırmayacağı tiplere dönüşüyorlar. Bu tür stereotiplerin tümü var bu filmde de: Boş kafalı yakışıklı popüler futbolcu, sarışın güzel salak kaltak kız, sarışın olmayan edepli ve zeki asıl kız, hababam ot içip komik şeyler söyleyen nerdy çocuk filan. Toplanıp şu uzaklardaki kulübeye gitmek için yola koyulurlar ki işlerin hiç de gördüğümüz gibi olmadığını gösteren şahane bir twist açıklanır seyirciye, eh, izlemeyen varsa diye onun ne olduğunu da yazmayıvereyim (hatta fragmanını izlemeden, hakkında yazılmış hiçbir yazıyı okumadan seyredin bu filmi bence). Avengers'la karşılaştırdığımda asıl Joss Whedon filmi bu dedim izlerken (Whedon'ın sadece senaryoyu yazmasına, yönetmen koltuğunda tek başına Drew Godard'ın oturmasına rağmen). Filmi ucuz parodiye dönüştürmeden korku-komedi çekmek zordur, zira bir avuç iyi örneği var bu türün. The Cabin in the Woods da akılalmaz orijinallikte senaryosu ve dahiyane mizahıyla bu türün en iyileri arasında ilk sıraya kuruldu ve şimdiden kült mertebesine erişti benim gönlümde. Naçizane önerim, vizyona gireli birkaç ay olan bu filmi kaçırdıysanız hemencecik malum yollara başvurarak edinmeniz.
13 yaşındaki Briony'nin ablası Cecilia ve hizmetçilerinin oğlu Robbie'yi evlerinin önündeki havuzda uzaktan gördüğünde olup bitenleri tamamen yanlış yorumlaması ve biraz da çocuksu kıskançlığı, ayrı ayrı üçünün de hayatlarını kökünden etkileyecek ve çok ağır sonuçları olacak bir dizi yanlış anlamayı tetikler. Oyunculuklarıyla, görüntü yönetmenliğiyle, müziğiyle ama en önemlisi Ian McEwan'ın (ki okuyabildiğim tüm kitaplarını da, diğer roman uyarlamalarını da çok beğendiğim bir yazar) aynı adlı romanından uyarlanmış senaryosuyla harikulade, çok ama çok etkileyici, uzun süre insanın aklından çıkmayan bir film olmuş Atonement. Yönetmeni Joe Wright da harika bir iş çıkarmış, sahilde askerlerin toplandığı tek çekimli uzuuun bir sahnesi var ki, insanı hayran bırakıyor. Genelde oyunculuğunu zayıf bulduğum Keira Knightley bile harikaydı bu filmde.
La Belle Personne (The Beautiful Person)'da 16 yaşındaki Junie, annesinin ölümü üzerine kuzeninin ailesinin evine taşınır ve kuzeninin okuluna gitmeye başlar. Junie güzelliği ve sessiz hüznüyle yeni arkadaşları arasında acayip sükse yapar ve kendisinden hoşlanan bir dizi çocuğun arasından en gösterişsiz, en sessiz, en utangaçları olan Otto'yu seçip onunla çıkmaya başlar, fakat çok geçmeden genç İtalyanca öğretmeni Nemours'a kapılır. Bu arada seyirci olarak biz de sadece Junie (Léa Seydoux), Otto (Grégoire Leprince-Ringuet) ve Nemours'un (Louis Garrel) değil, arkadaş gruplarının tamamının aşk hayatlarını izleme imkanı buluruz. Filmin hikayesini öyle çok anlamlı bulduğumu söyleyemeyeceğim ama her zamanki tatlılığında Louis Garrel var, henüz saçlarının dipleri dışında kalan kısımlarını saçmasapan sarıya boyatmamış, yani bütün doğal güzelliğiyle arz-ı endam eden Léa Seydoux var, fonda da Nick Drake şarkıları var. O yüzden gayet izlenilesi bir film aslında.
Les Chansons D'Amour (Love Songs) bir müzikal, ben de genelde müzikallerden pek haz etmem, ama bu filmi çok severek izledim. Şarkılar gayet hoş ve bütün filme yayılıp filmin gerçekçi havasını bozmuyorlar; zaten ölümle, size yakın birisini ani ve nedensiz yere kaybetmekle ve bunun ardından gelenlerle ilgili bu film ve bu açıdan çok gerçekçi, can acıtıcı, ama aynı zamanda (her nedense) umut verici olmuş. Yönetmen koltuğunda, hemen üstteki La Belle Personne'ın da yönetmeni Christophe Honoré var; bu filmi ondan bir yıl önce çekmiş. Başrollerin bir kısmı da aynı: Louis Garrel ve Grégoire Leprince-Ringuet. Love Songs'da ayrıca, 8 Women ve Swimming Pool filmlerinden hatırlayabileceğiniz Ludivine Sagnier oynuyor; artık büyümüş. Konu şöyle kısaca: Julie ve uzun yıllardır birlikte olduğu erkek arkadaşı Ismaël, Ismaël'in iş arkadaşı Alice'le birlikte aynı evde, bir ménage à trois yaşamaya başlamıştır. Küçük mutluluklar, küçük kıskançlıklar ve Paris sokaklarında tatlı şarkılarla yaşayıp giderlerken, içlerinden biri pat diye ölüverir. Ölümden sonra kalanların bununla başa çıkma yolları ve fransız şarkıları ilginizi çekiyorsa bulup seyrediniz.
Sevgili Judy sayesinde haberdar olduğum Hikmet Hükümenoğlu'nun ilk bulabildiğim, bu nedenle de ilk okuduğum kitabı oldu 47 Numaralı Kamara (oysa aslında yeni bir yazara başladığımda kronolojik sırada gidip, kitapları yazılış sırasında okumayı tercih ediyorum, 47 Numaralı Kamara'ysa Hükümenoğlu'nun basılmış üç kitabından en yeni olanı). Roman aslında bin küsur kişilik kapasitesi olan ama hurdaya çıkmadan önceki son seferine bir avuç yolcuyla çıkmış eski bir gemide geçiyor. Çok satan romanlar yazan ukala, can sıkıcı, sinir bozucu Hikmet (evet Hikmet) Bey, onun "zarif" eşi ve bir de tam olarak ne yaptığı bilinmeyen asistanı Murat da bu gemide; kitabımızın baş karakteri de bu asistan zaten. 47 Numaralı Kamara keyifle ve hızla okunan, ama okuduktan sonra insanda pek bir iz bırakmayan, kısa sürede unutulan kitaplardan. Yine de sırf değişik kurgusundan dolayı bile tavsiye edebilirim bu kitabı: 47 Numaralı Kamara'nın tek sayılı bölümleri gemide geçer ve Murat'ın ağzından anlatılırken, çift sayılı bölümleri Murat'ın aslında kendi yaşamını anlattığı roman taslağından oluşuyor. Şuradan ilk bölümünü okuyabilirsiniz.
Filmin aynı zamanda yönetmeni de olan senarist Noah Baumbach'ın kendi çocukluk deneyimlerini baz alarak yazdığı The Squid and the Whale'in Jesse Eisenberg, Jeff Daniels, Laura Linney ve William Baldwin'den oluşan hayli zengin bir kadrosu var. Film 1980'lerin New York, Brooklyn'inde geçiyor ve pek bir entel dantel geçinen anne babalarının ayrılığına uyum sağlam sürecindeki biri iki oğlanı anlatıyor. Karakterlerinin gerçekçiliği ve rahatsız edicilikleriyle seyircinin yer yer ekrandaki karakter adına utanç duygularına boğulmasına neden olan ama çok hoş bir film.
IMDb puanı 8.7 olan The Avengers yeryüzünde galiba bir tek Umut'la bana sıkıcı ve boş geldi, hem de filmi Joss Whedon'ın yazıp yönetmiş olmasına rağmen. Belki de bu tür (süper kahraman filmi) artık bize hiç hitap edemiyor diyeceğim, ama Nolan'ın Batman üçlemesine bayılmaktayız ikimiz de (hatta siz bu satırları okurken, biz ancak yarı yarıya dolu bir sinema salonunda Dark Knight Rises'ı izliyor olacağız, hahay). Avengers'a gitmeden karakterle ilgili bir fikrimiz olsaydı, çocukken süper kahramanların bazılarının çizgi romanlarını falan okumuş olsaydık daha farklı olurdu belki, bilemiyorum. Bir neden daha olabilir: 3D hedesi. Bu saçma moda ne zaman geçip gidecek heyecanla bekliyorum ve cidden, burnumun üzerinde ağır gözlüklerle kapkara bir perdeden bir filmi izlemeye çalışmayı, sırf iki üç sahnesinde kahramanın kameraya doğru uzattığı el üstüme geliyor gibi gelsin diye tüm filmi gözlerim acıya acıya, 3D zımbırtısının dandikliği ve sahnelerin kapkaranlıklığından dolayı detayları anlayamadan, karakterlerin mimiklerini bile tam seçemeden izlemek zorunda olmayı hiç sevemedim. Bir Avatar'da bir esprisi vardı bunun, hepsi o. Neyse, filme dönecek olursak, şimdi herkesin bildiği konusunu anlatmam saçma olur, bilmiyorsanız da işte süper kahramanlar, iron man, hulk, thor, black widow, captain america, new york işgal altında, dünyanın kurtarılması gerek, yarım saat süren aksiyon sekansları vesaire vesaire. Pek bana göre bir film değildi sonuç olarak.
Başrollerinde henüz yağlanıp yaşlanmamış pek leziz bir James Spader ile Lee rolünde parıl parıl parlayan ve belki de hayatının oyununu çıkaran Maggie Gyllenhaal'ın oynadığı 2002 yapımı Secretary, afişi, adı ve bazı kareleri nedeniyle pek çok kişinin zannettiği gibi sadece "kinky" (bilemedim türkçesini) olmaktan çok daha öte bir film. Zor da olsa birbirini bulan aşırı yalnız iki kişiyle ilgili aslında. Alışageldiğimizden çok farklı, çok "tuhaf" gelişen bir aşk hikayesi var filmde: akıl hastanesinden yeni çıkmış ve ailesinin yaşadığı eve dönmüş, kendini kesen, nevrotik Lee var mesela, sonra Lee'nin yanında sekreter olarak çalışmaya başladığı gömlek değiştirir gibi sekreter eskiten, duygularını dış dünyaya kapamaya alışmış, sert avukat Edward Grey var. Benim çok beğendiğim bir film oldu, ama tahminimce seyircisini "sevenler ve nefret edenler" olarak iki gruba ayıran filmlerden biri bu. Aşırı gelenekselseniz ve S&M, dom/sub gibi ilişki çeşitlerini "sapkın" olarak niteleyenlerdenseniz Secretary'den uzak durmak isteyebilirsiniz.
The Cabin in the Woods, uzun zamandır izlediğim en iyi "eğlenmek için evlerinden uzaklarda ormandaki kulübeye giden ve orada tek tek öldürülmeye başlayan gençler" filmiydi. Hatta The Cabin in the Woods, hayatım boyunca izlediğim en iyi "eğlenmek için evlerinden uzaklarda ormandaki kulübeye giden ve orada tek tek öldürülmeye başlayan gençler" filmiydi. Filmin yazarları, Joss Whedon ve Drew Goddard, korku filmlerinin geldiği noktayı hiç sevmediklerini açıklamışlar. Gerçekten de bu tarz (teen slasher) filmlerde filmin senaristlerin istediği şekilde ilerleyebilmesi için karakterlerine saçmasapan kararlar aldırmaları gerekiyor, bu kararları alan karakterler de hiçbir şekilde sevilemeyen, seyircinin şu kadarcık empati kuramadığı, bunlardan dolayı da ölseler de kalsalar da hiçbir şekilde aldırmayacağı tiplere dönüşüyorlar. Bu tür stereotiplerin tümü var bu filmde de: Boş kafalı yakışıklı popüler futbolcu, sarışın güzel salak kaltak kız, sarışın olmayan edepli ve zeki asıl kız, hababam ot içip komik şeyler söyleyen nerdy çocuk filan. Toplanıp şu uzaklardaki kulübeye gitmek için yola koyulurlar ki işlerin hiç de gördüğümüz gibi olmadığını gösteren şahane bir twist açıklanır seyirciye, eh, izlemeyen varsa diye onun ne olduğunu da yazmayıvereyim (hatta fragmanını izlemeden, hakkında yazılmış hiçbir yazıyı okumadan seyredin bu filmi bence). Avengers'la karşılaştırdığımda asıl Joss Whedon filmi bu dedim izlerken (Whedon'ın sadece senaryoyu yazmasına, yönetmen koltuğunda tek başına Drew Godard'ın oturmasına rağmen). Filmi ucuz parodiye dönüştürmeden korku-komedi çekmek zordur, zira bir avuç iyi örneği var bu türün. The Cabin in the Woods da akılalmaz orijinallikte senaryosu ve dahiyane mizahıyla bu türün en iyileri arasında ilk sıraya kuruldu ve şimdiden kült mertebesine erişti benim gönlümde. Naçizane önerim, vizyona gireli birkaç ay olan bu filmi kaçırdıysanız hemencecik malum yollara başvurarak edinmeniz.
13 yaşındaki Briony'nin ablası Cecilia ve hizmetçilerinin oğlu Robbie'yi evlerinin önündeki havuzda uzaktan gördüğünde olup bitenleri tamamen yanlış yorumlaması ve biraz da çocuksu kıskançlığı, ayrı ayrı üçünün de hayatlarını kökünden etkileyecek ve çok ağır sonuçları olacak bir dizi yanlış anlamayı tetikler. Oyunculuklarıyla, görüntü yönetmenliğiyle, müziğiyle ama en önemlisi Ian McEwan'ın (ki okuyabildiğim tüm kitaplarını da, diğer roman uyarlamalarını da çok beğendiğim bir yazar) aynı adlı romanından uyarlanmış senaryosuyla harikulade, çok ama çok etkileyici, uzun süre insanın aklından çıkmayan bir film olmuş Atonement. Yönetmeni Joe Wright da harika bir iş çıkarmış, sahilde askerlerin toplandığı tek çekimli uzuuun bir sahnesi var ki, insanı hayran bırakıyor. Genelde oyunculuğunu zayıf bulduğum Keira Knightley bile harikaydı bu filmde.
13 yorumcuk:
Sadece Squid and the Whale için yorum yapabilirim;
Annemle babam ayrılıyormuş gibi hissettim, çok rahatsız etti bu düşünce film boyunca.
Diğer filmleri de tanıma fırsatı buldum, teşekkürler.
avengers'ı ben sevdim ancak 8,7'lik bir film olduğunu düşünmüyorum kesinlikle. güldüm eğlendim ama bitti o kadar. yani özellikle bu janrayı sevenlerin seveceği bi film ama tam bir blockbuster, izle ve unut.
atonement'ı bir kaç yıl önce izlemiştim ve doğrusunu istersen çok az hatırlıyorum ama güzeldi baya.
diğerlerini bilmiyorum. cabin in the woods ile love songs'la dair yazdıkların çok ilgimi çekti, onları izliceğim :)
secretary ile ilgili yazdıklarınıza tamamen katılıyorum.
hikmet hükümenoğlu'nun kar kuyusu isimli kitabını okumuş ve bir hayli beğenmiştim. bunu bilmiyordum. aklımın kenarına yazdım.
the dark knight rises'ı beğendiniz mi acaba? film zevkinizi bu blogdan az çok çözebildiysem, ikiniz de beğenmişsinizdir diyorum. :)
Bu kadar iyi film birarada çok güzel olmuş bir blog post'u olmuş. Alternatif vintage afişleri de çok beğendim. Seyretmeye karar verdiğim pek çok film oldu bu yazı sayesinde,teşekkürler.
cabin in the woods mükemmel bir whedon filmi cidden. bir de bu korku-komedi türünün komedi dozu ağır basanlarından tuck and dale vs evil bu kadar eğlenceliydi. ama yine de cabin bir numaraya oturdu bende de.
Joe Wright'ın tarzına bayılıyorum. Pride & Prejudice'ta olduğu gibi kesilmeden uzun uzadıya sahnelerle ve konuyla zıt konseptlerle süslemiş Atonement'ı da. Keira Knightley'i her zaman beğenen biri olarak, filme de oyunculuklara da bayıldım.
47 Numaralı Kamara ile ilgili yorumlarınız için çok teşekkürler. (The Cabin in the Woods'u kaçırdığım için çok üzülmüştüm, şimdi iyice meraklandım.)
Selamlar,
Hikmet Hükümenoğlu
La Belle Personne müzikleri Nick Drake'in kendi çizgisinde olmuş ama dinlerken gözümü kapadığımda gözüme Nick Drake gelmiyo bi özgünlük göremedim açıkcası. Çokta severim ama, uzun yıllar oldu gerçi 2012 yılı neresii 1974 neresi, adam öleli 38 yıl olmuş hala adını hatırlatıyo doğrusu.
moris mecker: dark knight rises'ı tabii ki beğendik, hatta bayıldık! şahaneydi.
mathilde tahon: joe wright'ın atonement dışında bir hanna'sını biliyorum ama onu pek beğenmemiştim açıkçası.
hikmet bey: ben de zaman ayırıp yorum bıraktığınız için çok teşekkür ederim. cabin in the woods'u izlemeli, izlettirmeli :)
3D filmler hakkında ben de aynı duygular içindeyim, ama itiraf etmek gerekirse son Örümcek Adam filmine pek uyduğunu düşündüm. Kahraman gökdelenlerin arasında uçuşurken 3D teknolojisi ilk defa manasız gelmedi. Yine de keşke her önlerine gelen filmi 3D çekmeseler...
Ya şu 3D olayını önceden çok sevsem de artık iyice sıkmaya başladı.Zaten gözlük takan biriyim, üst üste iki gözlükle film izlerken bir tuhaf hissediyorum kendimi.Her filmi 3D yapıyorlar artık... Şuan kendimi çok sığ hissettim ama ben Avengers'ı çok beğendim.Nolan'ın Batman'i ile Avengers, biraz elmayla armut gibi oluyor bana kalırsa.Cabin in the woods da harikaydı.
sizden ayrı bir avengers incelemesi bekliyordum ama filmi 2 kere izledikten sonra ben de ne kadar yüzeysel olduğunu fark ettim. yapımcısının disney olmasından mıdır yoksa hepsi birbirinden meşhur oyuncularının ayrı ayrı göz doldurmasını beklerken her birine toplasan 10 dakika sahne biçilmesinden midir bilemedim çok hayal kırıklığına uğrattı beni. belki de filmin çıkış tarihi açıklandığından beri kült ve daha kaliteli bir film beklememden kaynaklanıyor olabilir.
güzel konu olmuş. filme gelecek olursak efektlerle makyaj yapılarak sunulmuş diğer aksiyon filmlerinden çok çok farklı gelmedi bana. konu derinliği pek yeterli değildi.
Yorum Gönder