4 Mayıs 2010 Salı

Hunger

Yönetmen: Steve McQueen
Yazar: Steve McQueen, Enda Walsh
Oyuncular: Michael Fassbender, Brian Milligan, Liam McMahon, Liam Cunningham
Tür: Dram|Tarih
Yapım yılı: 2008
Süre: 96 dk.
Ülke: İngiltere|İrlanda
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.6/10
Çavlan'ın Puanı: 8/10
Umut'un Puanı: 7/10

Ölüm orucundayken milletvekili seçilen İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) militanı Bobby Sands'in cezaevindeki günleri üzerinden, IRA'nın politik haklara kavuşmak ve sıradan suçlu statüsünden kurtulmak için Battaniye ve Yıkanmama protestoları gibi eylemlerini ve 1981 yılındaki açlık grevlerini anlatıyor Hunger. Yönetmen Steve McQueen (şu Steve McQueen değil hayır) "Politik film nasıl olur?" temalı Hollywood standartlarına uymak zorunda kalmamış bu ilk filmini çekerken. Maze hapishanesindeki mahkumlara uygulanan işkenceleri abartmaya, süslemeye çalışmamış. Adı tarihe geçmiş bir aktivistle ilgili biyografik bir film çekmek yerine, politik haklarını tekrar kazanmaya çalışan militanların 81'deki açlık grevleri sırasındaki durumlarını, o zamanki havayı "aktarmak" istemiş daha çok. Çok da güzel yapmış bunu, ortaya müthiş etkileyici, güçlü, minimalist bir başyapıt çıkmış.

Hunger'ı üç bölüme ayırabiliriz; son derece az konuşmanın geçtiği 40 dakikalık ilk bölüm siyasi suçluların direnişleri ve cezaevi yönetiminin verdiği karşılıklara, tamı tamına 20 dakika süren ikinci bölüm açlık grevine başlamak üzere olan Bobby Sands ve çağırdığı rahip arasında aralıksız süren konuşmaya, yine sessizliğe dönülen, filmin son yarım saatini kapsayan son bölümdeyse, Sands'in ölüm orucundaki günlerine odaklanıyor.



Hapishanenin gardiyanlarından biri olan Lohan'ın, hemen ardından da hapishaneye yeni gelen bir mahkumun günlük hayatlarından ayrıntılarla açılıyor Hunger. İki farklı perspektifi de aynı soğuk, uzak, tarafsız, sessiz duruşla veriyor; müzik yok, çekimler genelde tek plan ve uzaktan, sahneler çoğunlukla durağan. Lohan'ın rutini, sabah evinden sokağa çıkar çıkmaz tetikçi var mı diye sokağı, sonra da yerleştirilmiş bomba var mı diye arabasının altını kontrol etmek, ancak ondan sonra arabasına binip cezaevine doğru yola çıkabiliyor. Soğuk, yalnız bir yaşam onunki, meslektaşlarıyla konuşacak bir şey bulamıyor, mahkumlara da hemen her gün düzenli işkence yapıyor. Yeni mahkum Davey ise, daha hücresine götürülmeden standart tutuklu kıyafetini giymeyeceğini, kendi giysilerini giymek istediğini açıklıyor (politik hakları olan siyasilerin kendi giysilerini giyme hakları, bu olaydan birkaç yıl önce alınmış ellerinden). Bunun üzerine "non-confirming prisoner" olarak damgalanıyor defterdeki adı, soyunmak zorunda bırakılıyor. Ardından duvarları bok sıvalı hücresine götürülüp, saçı sakalı birbirine karışmış, üzerindeki bir battaniye dışında çıplak hücre arkadaşıyla tanışıyor. İki farklı uçtaki iki karaktere de aynı sakinlikte yaklaşıyor kamera, anlıyoruz ki bu gördüklerimiz, gardiyanlar ve mahkumlar için olağan olaylar. Ve yine anlıyoruz ki, bu film ajitasyona kaçmadan, yavaş bir tempoda ilerleyecek, daha çok gözlemci bir göz gibi duracak kamera.



Davey Maze'e geldiğinde, çoktan başlamış olan Battaniye ve Yıkanmama eylemlerinin ortasına düşüyor. İlgilenenler için: Battaniye Protestosu, siyasi suçluların cezaevinin verdiği tek tip üniformayı giymeyi reddetmeleriyle başlamış. Direnişi kırmak isteyen hapishane yönetimi, üniforma giymeyi reddeden mahkumların yemeklerini azaltmış, havalandırmaya çıplak çıkılırsa üşütüp hasta olacakları bahanesiyle havalandırmayı engelleyerek mahkumları 24 saat hücrelerinde tutmaya başlamış. Akıl almaz işkencelere maruz kalan mahkumlar, direnişlerine devam ederek Yıkanmama Protestosu'nu başlatmışlar, banyo yapmayı ya da traş olmayı reddediyorlarmış (gardiyanlar ara ara zor kullanarak ve neredeyse boğarak yıkıyorlarmış mahkumları, ayrı). Mahkumlardan biri tecritte işkence görürken, seslerini duyan diğer mahkumlar hücrelerindeki mobilyaları parçalamış, bunun üzerine yönetim hücrelerden şilte ve lazımlık dışındaki tüm eşyaları çıkartmış. Bundan sonra tutuklular hücrelerinden çıkmayı reddetmiş, gardiyanlar da hücreleri temizlememeye ve lazımlıkları boşaltmamaya başlamış. Bunun üzerine mahkumlar lazımlıklarda biriken ve taşan dışkılarıyla hücrelerinin duvarlarını sıvar olmuş. Ölüm oruçları ise bunlar bir işe yaramayınca, bu protestoların ardından yeni bir direniş olarak başlamış. Siyasilerin hükümetten tek tip üniforma giymeme, diğer mahkumlarla özgürce görüşebilme, haftada bir kez ziyaretçi gibi talepleri varmış; politik suçlu statülerinin ellerinden alınmasıyla kaybetmiş oldukları haklar yani.

Filme dönecek olursak: Bobby Sands karakteriyle filmin başrolünde olan Michael Fassbender, ancak 30. dakikaya doğru çıkıyor ortaya. Göründüğü ilk sahne de fena halde etkileyici elbette; gardiyanlar mahkumları kaba kuvvetle yıkamaya ve saçlarını kesmeye giriştiklerinde, Sands Lohan'ın yüzüne tükürüyor, sonuç birkaç tane fazladan yumruk yemesi ve boğulurcasına yıkanması oluyor. Hex, Inglourious Basterds, Eden Lake ve Fish Tank'teki performanslarından sonra zaten kendisi beni benden alan oyuncular listemdeydi (boyuna posuna ve endamına bayıldığım da bir sır değil), fakat Hunger'daki oyunculuğunun öyle böyle değil, çok ama çok etkileyici olduğunu belirtmem gerek. Ancak bana tuhaf gelen bir şey var, Fasbender bu film için 14 kilo verdiğini, 73 kilodan 59 kiloya düştüğünü açıklamış. Ve fakat 59 falan değil, 40 kilonun da altında görünüyor bazı sahnelerde. Şayet o sahneler makyaj ya da görsel efekt iseler, en baştan o 14 kiloyu vermesine ne gerek vardı? Yok efekt kullanılmamışsa... Bende bir gariplik var, çünkü hiç de 59 kiloluk bir adam gibi değildi gördüğüm.




Hunger'ın ortasındaki 20 dakikalık sekansa özel olarak değinmek gerek. Rahip Moran ve Sands, boş bir odada, köhne bir masaya karşılıklı oturup sürekli sigara içiyor, ve sürekli konuşuyorlar. Konuşma havadan sudan başlıyor, ama kısa sürede The Troubles'ı şekillendiren ve The Troubles'ın şekillendirdiği inanç ve temelleri katman katman masaya döküyorlar. Bu katların yüzeye en yakınında kendini feda etme, bunun kime ne yararı olacağı tartışılıyor (Sands, Moran'a açlık grevine başlayacağını bu konuşmada açıklıyor). 20 dakika aralıksız süren bu konuşmanın ilk 16 dakikası, tek plan çekim. Kamera hem Sands'i, hem de Moran'ı profilden alacak şekilde yerleştirilmiş, böylece seyirci diyaloğun hiçbir anında oyuncular kendisi için bir performans sergiliyor gibi hissetmiyor, tersine; film izlediğini unutup, her yerinden gerçeklik akan bir konuşmaya kulak misafirliği ediyor sanki. Son 4 dakikadaysa birdenbire Sands'in yüzünü yakın plandan almaya başlayan kamera, hedeflediği etkiyi başararak, seyircinin Sands'le özdeşlik kurmasını sağlıyor. Ve tabii Fasbender'ın nefis oyunculuğunu da yakından gösteriyor.

Margaret Thatcher radyodan duyulan bir ses olarak filmde iki kez duyuluyor. Onu gerçekten konuşarak gösteren haber çekimleri yerine sadece sesini dinletmek, ilginç ve daha etkileyici bir yaklaşım olmuş bence. Hükümet, mahkumların acısına kayıtsız kalan, durduğu yerden ahkam kesen uzak bir kavram olarak gösterilmiş böylece. Gardiyanlar ve polis şeytani, tek boyutlu karakterler değil bu filmde. Örneğin her sabah arabasının altında bomba olup olmadığını kontrol eden gardiyan, annesini ziyarete gittiği huzurevinde tek kurşunla öldürülüyor. İşe yeni başlamış genç bir polis, mahkumların makatlarına cop sokulmaya kadar vardırılan bir işkence sahnesinde, çözülüp, kenara çekilip ağlamaya başlıyor (ah canım, vah vah). Mümkün olduğunca tarafsız bakan bir izlenim vermeye çalışmış Hunger, bu sayede de alışageldiğimiz politik filmlere benzememiş, az sözle, az propagandayla çok şey anlatmış. Sonlardaki kısa bir sahneye dek müzik yok filmde örneğin. Bu, "hmm deneysel takılmışlar" gibi bir düşüncenin aklınızdan geçmesine neden olmuyor, ciddi ciddi çarpıcı bir etki yaratıyor bu filmde. Ortalardaki şu müthiş rahipli masa/konuşma sahnesi dışında sözcükler de çok az kullanılmış, sadece şiddetin ve çekilen acının sesi duyuluyor hapishanede.



Sands'in açlık grevindeki günlerine ve açlığın bedenindeki etkilerine yoğunlaşan son bölümde, pek çok seyirci Sands'in çektiği acıları izlemekte zorlanabilir. Mutlu bir son olmayacağı bilindiği için, Hunger'ı izlemek genel olarak acı veren ve zor bir deneyim olabilir zaten. Ben filmin üçte birini koltuğumda sıkıntıyla sallanarak geçirdim mesela. Hunger size kaçacak bir yer bırakmıyor. İnsanlık dışı bir ortamda akıl sağlıklarını korumak için göze aldıkları şeylerden korkunç yaşama koşullarına kadar mahkumların yaşadıkları her şeyi son derece sıradan şeylermiş gibi gösteriyor bize Hunger. Filmdeki dramatik öğelerin eksikliğini bazı izleyiciler sinir bozucu bulabilir, ama o tarafsız görünen (aslında tabii ki hiç de tarafsız olmayan) havası ve neredeyse şiir gibi olarak tanımlanabilecek, sade anlatımıyla bana sömürüden uzak, son derece gerçekçi ve çarpıcı geldi.

Son olarak, Hunger'daki olayların çok benzerlerinin çok daha yakın tarihlerde ve defalarca Türkiye'de de olduğunu hatırlatarak bitirmek isterim bu incelemeyi. Örneğin 2000 yılındaki ölüm oruçları ve "Hayata Dönüş" (!) operasyonuyla gerçekleştirilen cezaevi katliamlarıyla ilgili filmler ne zaman çekilebilecek acaba, diye düşünüyor insan.



4 yorumcuk:

SirEvo dedi ki...

Her bünyenin kolay kolay kaldıramayacağı sahnelere sahip film için ben de bir şeyler yazdıydım.

http://cineshoot.blogspot.com/2010/02/hunger-2008-bobby-sandsin-aclg.html

16.5 dakikalık o müthiş sahnesi dışında, oyunculuklar da tavan yapmış durumda. Biyografi filmlerini sevenlere tavsiye ederim.

Adsız dedi ki...

Ben de izler izlemez http://loker.radiobrecht.org/2009/02/14-gezici-festivalden-film-notlari-3/ bunları yazmıştım. Fakat bu kadar detaylı bir yorum görünce kendi yazdığımdan utandım sanki. Galiba beğenilerimiz arasındaki oranla da ilgili bu durum. İnsan ne kadar çok severse, o kadar anlatası mı geliyor ne...

wessago dedi ki...

ya ilk yapıştırdıgın resimde adam hugh laurie ye benziyor mu yoksa ben mi abartıyorum?

egemavisi dedi ki...

IRA konusunda izlediğim en çarpıcı film. Yazı da filmi göklere çıkarınca keyfime diyecek yok hani. Tek diyebileceğim keşke yaşanmasaymış bu olaylar. Ne Türkiye'de ne de başka bir ülkede.