30 Nisan 2010 Cuma

In Treatment



Israil yapımı bir diziden uyarlanan In Treatment, alıştığımız dizilerden çok farklı. İki sezonu da (şu an ara vermiş durumda, üçüncü sezonu önümüzdeki yıl yayınlanacak) haftanın beş günü, her gece yarım saatlik bölümler halinde HBO’da yayınlanmış. İlk sezon 43, ikinci sezon 35 bölümden oluşuyor. Her bölüm, bir psikoterapist olan Paul’ün (Gabriel Byrne) hastalarıyla yaptığı seanslardan ibaret. Her sezona dört farklı hasta düşüyor. Pazartesi günü biri, ertesi gün bir diğeri şeklinde cumaya kadar onları izliyoruz, cuma günü ise hasta koltuğunda bu sefer Paul’ün oturduğu bir başka seans izliyoruz. Evet, sadece tek bir mekanda ve inanılmaz sınırlı sayıda karakterle geçiyor In Treatment. Sadece konuşuyorlar. Ve ben "2000’lerin En İyi 20 Dizisi" yazısındaki dizileri keşke bu diziyi keşfettikten sonra oluştursaymışım, diye hayıflanıyorum. O listeye tepelerden bir yerden girerdi, kesin.

Başroldeki Paul’ü, Usual Suspects filminden anımsayabileceğiniz İrlandalı aktör Gabriel Byrne canlandırıyor, ki kendisi benim çocukken video kasetini kiralayıp her nedense onlarca kez keyiften dört köşe olarak izlediğim Gothic isimli korku filminin başrollerinden birindeydi, bir nevi çocukluk kahramanım haline gelmişti o karakterle ve o aksanla. In Treatment’ta olağanüstü bir performans sergiliyor, nitekim geçtiğimiz yıl Altın Küre’yi götürmüş dizideki oyunculuğuyla.

28 Nisan 2010 Çarşamba

[Rec] 2

Yönetmen: Jaume Balagueró, Paco Plaza
Yazar: Jaume Balagueró, Paco Plaza, Manu Díez
Oyuncular: Jonathan Mellor, Manuela Velasco, Óscar Zafra
Tür: Korku
Yapım yılı: 2009
Süre: 85 dk.
Ülke: İspanya
Dil: İspanyolca
IMDB Puanı: 6.8/10
Umut'un Puanı: 5/10
Çavlan'ın Puanı: 6/10

Önceki yazılarımdan belli olduğu üzere, found footage türündeki filmleri seviyorum ben. Haliyle [Rec] 2’nin geldiğini duyduğumda izlemesem olmazdı (izledikten sonra yazmasam olur muydu bunu yazının sonunda değerlendirelim). Yazı spoiler içerebilir.

Devam filmi olmasına rağmen nedense [Rec] 2’den umutluydum, yapım ekibi aynıydı ve bu açıdan isimden para sağalım mantığıyla hakları satın alınmış ve konuyla alakasız isimlere teslim edilmiş Hollywood devam filmlerine benzemeyeceği kesindi. Nitekim [Rec] 2 yine de fena değil. İzleniyor bir şekilde.


Gel gör ki [Rec] 2, [Rec]’in başarılı olduğu birçok şeyi kılına dokunmadan aynen alırken (çoğu kişiden bu nedenle “bu film [Rec]’in aynısı olmuş yorumunu duyabilirsiniz), ilk filme dair en önemli şeyi (inandırıcılık) aktarabilmek konusunda yetersiz kalmış.

Konuya gelelim: İlk filmi izleyenlerin hatırlayacağı gibi, Barselona’da bir apartmanda çıkan bir virüs salgını dolayısıyla tüm bina karantina altına alınmıştır, bu virüs kuduz gibi kan ve salya aracılığıyla yayılmakta, bulaşan insanı kısa süre içinde agresif zombilere dönüştürmektedir. Tabii ki ilk filmde bizim deli gibi heyecanla izlediğimiz şeyde vurucu olan şey, sıradanlığı aşikar olan konu değil, yaratılan atmosferdi; her şey olması gerektiği gibi gerçekçi ve mantıklı ilerliyor, insan gerçekten bunun bir amatör kamerayla çekilmiş gerçek olaylar olduğuna inandırabiliyordu kendini.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Hollywood Filmlerindeki Klişeler

Dün movie cliches diye bir site keşfettim, böyle bir liste yapma fikri oradan geldi aklıma -hatta ilham gelsin diye sitede bolca dolaştığımı da gizlemeyeceğim :) Aslında Amerikan gişe filmlerini izleyerek büyümüş herkesin filmlerdeki basmakalıp (ve genellikle akla mantığa pek sığmayan) öğeler konusunda bir fikri, aklında da mutlaka birkaç örneği vardır. Bu yazıdakiler de benim aklıma gelenler. Sizin aklınıza gelen farklı klişeler varsa, yorum bölümü sizi bekler.



– Arabalar hiçbir zaman kilitlenmez. Anahtarları da (sahibi çok uzaklarda olsa da) hep üstündedir.

– Bebekler kanlı ve iğrenç bir şekilde doğmak yerine tertemiz çıkarlar analarının karınlarından. Genelde olmaları gereken boyutun iki katıdırlar, saçları falan da çıkmıştır.

– Bilgisayarın işletim sistemine bakılmaksızın, İnternette gezinmek de dahil tüm işlemler klavye kullanımıyla gerçekleştirilir -sanki mouse diye bir şey yoktur.

25 Nisan 2010 Pazar

Saçmalık derecesinde uzun & komik isimli şarkılar


A Lap Dance Is So Much Better When the Stripper Is Crying (Bloodhound Gang)

A Man's Life Flashing Before His Eyes While He and His Wife Drive Off a Cliff into the Ocean (Of Montreal)

And If I Had No Real Job And No Mortgage Payment, Maybe I Could Also Sit Around Making Music All Day And Have A Release Every Other Month. (Stunt Rock)

Apollo and the Buffalo and Anna Anna Anna Oh! (Sunset Rubdown)

Does Anyone Else in This Room Want to Marry His or Her Own Grandmother (Atom and His Package)

Dustin Hoffman's Tongue Taken to Police Lab Where It Is Used as Toilet Paper and Reading Material While on the Toilet (Of Montreal)

23 Nisan 2010 Cuma

Lost 6.13: The Last Recruit



Bir geçiş bölümüydü The Last Recruit. Fırtına öncesi sessizliği çağrıştıran, asıl olayların bu bölüm bittikten sonra başlayacağını hissettiren bir bölüm. Ama her ne kadar hemen hemen hiçbir sır çözülmemiş, hiçbir soru yanıtlanmamış olsa da, bölümdeki aksiyon ve karakter gelişimi beni benden aldı, sonuç olarak da ortaya Everybody Loves Hugo'dan şöyle bir 7 kat daha büyük keyifle izlediğim bir bölüm çıktı.

Desmond'ın da yardımlarıyla, Los Angeles'taki karakterlerimiz ciddi ciddi biraraya gelmeye başladı. Daha önce de sürekli kesişip duruyordu yolları, fakat asıl reunion bu bölümeymiş. Bir puzzle'da parçaların yerine oturmasını izlemek gibi bir şeydi bu bölümdeki flash-sideways'i izlemek. Jin ve yaralanmış Sun'ın hastaneye gelişi, Ben ve yaralanmış Locke'ın gelişine denk geldi. Sun, Locke'ı görünce panik içinde "Bu o! Bu o!" dedi ki buna geleceğim sonra tekrar. Sun ve Jin'in hastaneye varışı, LAPD'nin yani Sawyer ve Miles'ın olaydan haberdar edilmesine neden oldu. Sawyer isteksizce de olsa Kate'i masasında bırakıp Keamy ve diğerlerinin ölümüyle bir ilgisi olduğunu bulduğu Sayid'i aramaya gitti Nadia'nın evine, burada da güzelce yerleştirilmiş bir bahçe hortumunun da yardımıyla Sayid'i tutukladı. Bu arada Desmond, evlat edinme ajansına gelmiş olan Claire'i binanın içinde yakalayıp, onu Ilana'yla biraraya getirmeyi başardı, ki bu gerçeklikte bir avukat olan Ilana da Jack ve oğluna Christian'ın vasiyetini okumaya hazırlanıyor, bir yandan Claire'in ismi de o vasiyette olduğu için harıl harıl onu arıyordu. Gerisi kendiliğinden geldi, Jack de kızkardeşiyle tanışmış oldu. Ve fakat pek bir tepki gösteremeden, acele olarak hastaneye çağrıldı: gidip John Locke'ı "fix" etmesi gerekiyordu.

22 Nisan 2010 Perşembe

Acıklı bir Survivor deneyimi: Survivor Türkiye

Bir arkadaşım "Geçen gün Show TV'de sizin Umut'la yazıp durduğunuz Survivor'a rastladım," dedi. Hemen panik oldum, araştırıp soruşturdum ve şu an Survivor'ın Türkiye versiyonlarından birinin yapılmakta olduğunu, ilk bölümünün de Cumartesi yayınlandığını öğrendim. Aşağı yukarı tahmin ediyordum nasıl bir şey çıkacağını, ama önyargılı olmayıp bir şans verebilmek için, şayet tahmin ettiğim kadar berbatsa da hem biraz dalga geçebilmek, hem de üstte bahsettiğim arkadaşım gibi düşünen başka okuyucular varsa onlara gerekli açıklamayı yapıp gururumuzu kurtarmak için bu yarışmanın bir bölümünü izleyip, hakkında yazmak geçti aklımdan. Yani bu yazının ana fikri: Umut'la bölüm incelemelerini yazdığımız Survivor'ın Acun'lu çakma Survivor olduğunu düşünüyorsanız orada durun! Böyle berbat bir yarışma için ölüp diriliyor değiliz, bizim izlediğimiz bambaşka bir şey, tek benzerlikleri adları! Ya da öyle mi? Gelin, yazının kalanında bunu hep birlikte öğrenelim :)

Survivor'ın Türk versiyonunun ilk bölümü, YouTube'a parçalar halinde yüklenmiş. 15 parça var, çok kısa süren bir tanesi dışında hepsi de 10 dakika. Hemen hızlı bir matematik hesabıyla bu bölümün en az 140 dakika (2 saat 20 dakika!) sürdüğünü anlıyor ve önce bunu izlemeye, sonra da yazmaya ayıracak zamanımın ve buna dayanabilecek sağlamlıkta ruh sağlığımın olmadığına hükmederek atlaya atlaya izlemeye, izlerken de yazmaya karar veriyorum. Kalitesiz de olsa şirin minik screenshot'larla da süsleyeceğim yazımı. Bu arada bu yazıda yarışmadan SKE (Survivor: Kızlar-Erkekler'in baş harfleri) diye bahsedeceğim, 'Survivor' demek ciddi anlamda koyacak çünkü. Tribe'a 'takım', challenge'a da 'oyun' diyeceğim. Bu terimleri asıl Survivor'la ilgili yazılarda olduğu gibi bırakıyorum aslında, ama SKE'de bir challenge'ın bizim alıştığımız challenge'lara benzeyeceğinden şüpheliyim, bu nedenle yazıyı italik bolluğuyla boğmaya gerek yok.

Başlamadan hemen bir iki bilgi: "Survivor: Kızlar-Erkekler" imiş yarışmanın adı. Adından da anlaşılacağı üzre, kızları ve erkekleri iki farklı takıma ayırıyorlar (ne kadar zekice, değil mi?). Ayrıca yarışmacılar, Acun'un daha önce sunduğu başka bir yarışmanın yarışmacılarıymış. Yani o insanlar oldukları gibi toplanıp buraya getirilmişler, şaka gibi. Ayrı bir seçmeler olmamasını falan geçtim, daha önceden birbirini (bambaşka bir yerden hem de) tanıyan insanlara Survivor oynatmak, Survivor'ı "ultimate social experiment"tan çıkarıp, bir başka Biri Bizi Gözetliyor'a çevirir. Ama zaten yapımcıların istediği tam da bu olmalı. Başlayalım!

20 Nisan 2010 Salı

It's Raining Cats & Dogs!

Yeni oyun yaptım, oynayınız, hatta oylayınız!

http://www.umutdervis.com/games/its_raining_cats_and_dogs.html 
Newgrounds: http://www.newgrounds.com/portal/view/533152
Gimme5Games: http://www.gimme5games.com/index.jsp?id=raining
Facebook'tan oynayıp arkadaşlarınızla skorlarınızı karşılaştırmak için:
http://apps.facebook.com/gamesfortheplanet



Özellikle böyle küçük oyunlarla ilgili uzun uzun anlatacak pek bir şey olmadığından, hemen gidip görüp oynamanızı ve nerede oynadıysanız orada güzel oylar vermenizi temenni ederim :)

19 Nisan 2010 Pazartesi

Heroes vs. Villains: Survivor History

(Survivor 20.7 - 20.9)


Umut'un yazdığı Heroes vs. Villains bölüm incelemelerinin (ilginizi çekerse şurada ve şuradalar) beni de aynı şekilde yazmaya özendirdiğini itiraf ederek başlayayım bu yazıya. Üstelik Türkiye'de Survivor izleyen topu topu 30 kişiden 1'inin (hatta ara sıra 2'sinin birden!) blogumuzu okuduğunu ve üstüne üstlük yorum bıraktığını (!) gördükten sonra, "Sadece ben ve Umut mu okuyacak yani," endişesi de kalmadı. Bir de sezon başlamadan yazdığım uzuuun yazıdaki (o da burada, ilgilenirseniz şayet) oyuncular hakkındaki fikirlerimin, bu sezonki oyunlarını gördükten sonra ne kadar değişmiş olduğunu fark ettim, mesela Rupert'ın Heroes tribe'ındaki favorim olduğunu falan yazmışım, çok korkunç, derhal düzeltilmesi gerekiyor bunların :) Hem 20 kişi başlamışlardı, 10 kişi kaldılar, bir sonraki bölümde merge olacakları kesin, oyuncularla ilgili baştan bir şeyler düşünmek/yazmak için daha iyi bir zaman olamaz. Sezonun 9. bölümü itibariyle oyuncularla ilgili fikirlerimi anlatacağım yani bu yazıda; kişilerden bahsederken olaylardan bahsetmemek de olmayacak tabii, o nedenle bunu yaparken son üç bölümden (ama daha çok en son bölümden) bahsediyor da olacağım.

18 Nisan 2010 Pazar

Celda 211 (Cell 211)

Yönetmen: Daniel Monzón
Yazar: Francisco Pérez Gandul (roman), Jorge Guerricaechevarría & Daniel Monzón (uyarlama)
Oyuncular: Luis Tosar, Alberto Ammann, Carlos Bardem
Tür: Aksiyon|Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 110 dk.
Ülke: İspanya
Dil: İspanyolca
IMDB puanı: 7.8/10
Çavlan'ın puanı: 4/5

Juan Oliver isimli kahramanımız, bir hapishanede gardiyan olarak işe başlayacaktır. İyi bir izlenim bırakmak istediği için işe başlaması gereken günden bir gün erken gider; böylece hem iş arkadaşlarıyla tanışmış, hem de hapishaneyi gezmiş olacaktır. İki gardiyan kendisine hapishaneyi gezdirirken, tavandan bir şeyin düşüp başına isabet etmesiyle bayılır kahramanımız. Meslektaşları, biraz uzanıp kendine gelebilmesi için, hemen yakınlarındaki 211 numaralı boş hücreye götürüp yatırırlar onu. Planları, Juan kendine geldikten sonra onu revire götürmektir. Ama tam o sırada hapishanede bir ayaklanma çıkar, iki gardiyan da kendilerini kurtarabilmek için kapılar kapanmadan çıkışa doğru bir koşu tutturur, Juan'ı boş hücrede bırakırlar.

Juan gözlerini açtığında, kendini hücrede tek başına bulur. Dışarıda kıyamet kopmaktadır. Bunun bir ayaklanma olduğunu ve eğer öldürülmek istemiyorsa tutuklu rolü yapmak zorunda kalacağını hemencecik kavrayan keskin zekalı kahramanımız, gardiyanlardan birinin kendisine verdiği bilgileri hatırlar ve ayakkabılarının bağcıklarını, kemerini, cüzdanını çıkarıp saklamaya koyulur. Artık parmaklıkların diğer tarafındadır ve "asıl ait olduğu taraf"a tek parça halinde geçmesi, çok düşük bir ihtimal gibi görünmektedir.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Julie & Julia

Yönetmen: Nora Ephron
Yazar: Nora Ephron (senaryo), Julie Powell (kitap), Julia Child (bir başka kitap)
Oyuncular: Meryl Streep, Amy Adams, Stanley Tucci
Tür: Biyografi|Dram|Romantik
Yapım yılı: 2009
Süre: 123 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 7.2/10
Çavlan'ın puanı: 2.5/5
Umut'un puanı: 1/5

1948 yılında, bir diplomatın karısı olan Julia Child, kocasının işi nedeniyle Paris'e taşınır. Paris'e bayılır, ama günlerini nasıl geçireceğini bilemez. İskambil oynamayı ve şapka yapımını dener, ama asıl tutkusunu, Cordon Bleu'da almaya başladığı yemek derslerinde keşfeder. Yemek yemeyi ne kadar sevdiğini zaten bilmektedir bilmesine de, yapmanın da bu kadar keyifli olabileceğini yeni yeni öğrenmektedir. Yemek yapmayı gününün en büyük uğraşı haline getirmekle kalmaz, bir de kitap yazmaya koyulur (yemek kitabı tabii ki). Fransızca bilmeyen, özel aşçısı olmayan ama Fransızları ve Fransa'yı ve Fransız yemeklerini seven Amerikalı kadınlar için olacaktır bu kitap. Sonra çok ünlü olmuş Julia Child, TV yıldızı haline falan gelmiş ama o dönemlere girmiyor bu film, yemek yapma kursuna gitmeye başlamasıyla yemek kitabı yazması arasını anlatıyor.

2002 yılında ise Julie Powell isimli, sıkıcı bir masabaşı işinde çalışan, o işi hiç sevmeyen, yayınlanmamış (ve galiba yarım kalmış) bir romanı ve içindeki yazma tutkusu bir köşede tozlanarak bekleten genç kadın, kocasının da verdiği gazla bir yıl sürecek bir projeye girişir. Julia Child'ın yıllaaar yıllar önce basılmış yemek tarifleri kitabındaki 500 küsur tarifi -hiçbirini atlamadan- deneyecek, her pişirdiği yemeği de blogunda anlatacaktır. Amaç, 365 gün içinde Julia Child'ın kitabındaki yemeklerin tümünü pişirmektir.

16 Nisan 2010 Cuma

Lost 6.12: Everybody Loves Hugo



Şanslı olmakmış Hurley'nin en çok istediği. Numaraların lanetinden kurtulmuş durumda flash-sideways'de, etrafındaki herkes pek seviyor kendisini, çok ama çok zengin, fena halde de şanslı üstelik. Piyangodan falan da zengin olmamış, kendi başına (şansıyla?) başarmış bir şekilde. Hayırsever olmuş, ona buna para dağıtıyor, Pierre Chang kendisine onur ödülü veriyor falan. Ama ne babası var yanında, ne de bir sevgilisi.

Bir önceki mükemmel bölümden sonra hiç eleştirmeden sabırla seyretmeye kararlıydım bu bölümü, ama Libby'ye dair gizemlerin hiçbiri açıklanmadığı için biraz zor oldu bu. Hele hele gerçek dünyayı anımsayabilmek için karakterlerimizin "gerçek aşk"larını bulması gerekliliği, kötü bir tat bırakmakta ağzımda. Romantik ilişkiler Lost'un merkezinde olmadı hiçbir zaman, Hurley ve Libby de hiç öyle "ruh eşi" falan olarak sunulmadılar, birkaç şirin sahneleri vardı sadece -daha ilk date'lerine gitmek üzereyken ölmüştü Libby hatta yanlış hatırlamıyorsam. Desmond ve Penny'i Hurley ve Libby ile aynı kefeye koymak biraz densizlik (!) gibi geliyor bana. Ta 2. sezondaki yan hikayelerden birini alıp allayıp pullayıp büyük bir şeymiş gibi süsleyerek seyirciye sunmak da öyle.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kıskanmak

Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Yazar: Nahit Sırrı Örik (roman), Zeki Demirkubuz (senaryo)
Oyuncular: Nergis Öztürk, Berrak Tüzünataç, Serhat Tutumluer
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: Türkiye
Dil: Türkçe
IMDB puanı: 7.5/10
Çavlan'ın puanı: 2/5
Umut'un puanı: 0/5

Çavlan’a “festivalde Türk filmleri varsa bir de Türk filmi izlesek" deme gafletinde bulunan kişi ben olduğum için, bu filmin yazısını yazmak da bana kaldı.

Kıskanmak, bir kitap uyarlaması ve daha önce çektiği filmlerle belli bir hayran kitlesi oluşturmuş Zeki Demirkubuz tarafından yönetilmiş. Ben kitabı okumadığım gibi, yönetmenin diğer filmlerini de izlemedim, bu yüzden özellikle bu yönetmenin eski işlerini de göz önüne alarak kıyaslamalar veya derin sanatsal açılımlar okumak isteyenler, bu yazıdan bunları beklemesin. Ben sıradan bir seyirci olarak, sadece ekranda gördüğüm bir buçuk saatlik deneyim üzerine naçizane fikirlerimi sunacağım.

Filmin konusu 1930’larda geçiyor: Temel olarak bir güzel kız, onun kocası ve bu kocanın çirkin kız kardeşinin etrafında gelişen olaylar zincirini izliyoruz. Filme, o döneme ait bir baloyla giriş yapıyoruz: Atatürk’ün gönderdiği mesaj okunuyor ve ardından baloyu dolduran alafranga giyimli insanlar, sözüm ona şıklıklarıyla tezat bir şekilde detone olarak İstiklal Marşı’nı okuyorlar. Filmin en gerçekçi sahnesi bu diyebilirim çünkü dünya üzerinde şu ana kadar detone şekilde en çok icra edilmiş beste olan İstiklal Marşı’nın tanıdık çilesini bir kez de böyle görünce insan kendisini bildik sularda hissediyor.

13 Nisan 2010 Salı

Fish Tank

Yönetmen: Andrea Arnold
Yazar: Andrea Arnold
Oyuncular: Katie Jarvis, Michael Fassbender, Kierston Wareing
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 123 dk.
Ülke: İngiltere
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 7.6/10
Çavlan'ın puanı: 4.5/5
Umut'un puanı: 3/5

Fish Tank, Wasp isimli kısa filmiyle Oscar almış Andrea Arnold'ın, bir hayli ses getiren Red Road'dan sonra çektiği ilk film. Cannes'da Jüri Ödülü almış film, sosyal konutlarda annesi ve kız kardeşiyle yaşayan 15 yaşındaki Mia'yı anlatıyor. Açılış sahnelerinde kamera, görüş alanına giren hemen herkese bağıran, küfreden, taş atan ya da saldıran Mia'yı sokaklarda takip eder, yani daha ilk dakikalarda Mia'nın nasıl bir çevrede, nasıl koşullarda yaşadığı seyircinin yüzüne çarpar, tokat misali. Sürekli eşofman giyer Mia, para aşırır, içer, okulu asar, tanımadığı insanlarla kavga çıkarır. Arkadaşı yoktur, annesine, kardeşine, yabancılara, kısaca herkese karşı öfke doludur.

Apartmanlarının her tarafından binalarla, dairelerinin de her tarafından diğer evlerle kuşatılmasıyla, ayrıca içindeki sıkış tıkış eşyalarla bir sandviçe benzeyen evinde, kızlarına bok muamelesi yapan, 30'undan fazla göstermeyen, alkolik ve hoppa (!) annesi Joanne (Kierston Wareing) ve en fazla 12 yaşında olan, ama şimdiden sigara ve içki içen, şımarık kızkardeşi Tyler (Rebecca Griffiths) ile yaşar.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bunny and the Bull

Yönetmen: Paul King
Yazar: Paul King
Oyuncular: Edward Hogg, Simon Farnaby, Verónica Echegui
Tür: Komedi|Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 101 dk.
Ülke: İngiltere
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 6.9/10
Çavlan'ın puanı: 3.5/5
Umut'un puanı: 3.5/5

Bunny and the Bull, yönetmen Paul King'in ilk uzun metrajlı filmi. Düşük bütçeli olmasına rağmen, çok yaratıcı bir hayal gücünü perdeye aktarabilmiş, arkadaşlık, aşk ve ruhsal rahatsızlıklarla ilgili bir film Bunny and the Bull. Ruhsal rahatsızlıkları bilemem ama, aşk ve arkadaşlıkla ilgili yeni bir şey sunduğu söylenemez, yine de basmakalıp bir hikaye anlatıyor olsa da, bunu muheşem bir görsellikle yapıyor.

Stephen (Edward Hogg), bir yıldır evinden dışarı adımını atmamış bir obsesif-kompulsiftir. Her gün aynı şeyleri yapar Stephen, uzun zamandır hiç değişmemiştir rutini, fakat bir gün mutfağını basarak onu aylarca doyurmaya yetecek yiyeceklerini kemiren fareler bu rutini bozar ve bir takım halüsinasyonları tetikler. Stephen, bundan tam bir yıl önce, en yakın arkadaşı Bunny (Simon Farnaby) ile çıktığı Avrupa yolculuğunu baştan yaşamaya başlar.

11 Nisan 2010 Pazar

A Single Man, Mr. Nobody ve Kynodontas (Dogtooth)

Bugünkü festival yazısı, film incelemesinden ziyade, tanıtımı olacak. Bu seneki film festivalinde en çok görmek istediğim filmleri listelediğimde, ilk beş sırayı Fish Tank ve Celda 211 ile birlikte bu yazının başlığında adı geçen üç film oluşturuyor. Aksi gibi bu üç film bulamadığım filmler listemin de başında. Yine de blogda bu filmlerden bir şekilde bahsetmeden geçmeye gönlüm razı olmadı. Üçünün de künyelerini, afişlerini, screenshot'larını ve konularını bulacaksınız bu yazıda. Filmlerin tanıtım yazılarını iksv.org'dan aldım.

A Single Man
Yönetmen: Tom Ford
Yazar: Christopher Isherwood (roman), Tom Ford (senaryo)
Oyuncular: Colin Firth, Julianne Moore, Matthew Goode
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 8/10

Hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından övgüyle karşılanan bu dramın yönetmeni, dünyaca ünlü moda tasarımcısı Tom Ford. Christopher Isherwood'un aynı adlı romanından uyarlanan filmde, uzun yıllar birlikte olduğu sevgilisinin ölümünün ardından orta yaşlı, eşcinsel bir İngilizce öğretmeninin bir günü anlatılıyor. İlk uzun metraj denemesi olduğu için Tom Ford'un finansmanını bizzat karşıladığı bu filmdeki performansıyla Colin Firth, En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar'a adaya gösterildi.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Les Herbes Folles (Wild Grass)

Yönetmen: Alain Resnais
Yazar: Christian Gailly (roman), Alex Reval (uyarlama)
Oyuncular: André Dussollier, Sabine Azéma, Emmanuelle Devos
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 104 dk.
Ülke: Fransa
Dil: Fransızca
IMDB puanı: 6.8/10
Çavlan'ın puanı: 3/5

Bundan tam 50 yıl önce, Alain Resnais sesli sinema- nın ilk modern filmi kabul edilen Hiroshima Mon Amour'la tanıştırdı dünyayı. Bugün 88 yaşındaki yö- netmen son filmi Les Herbes Folles'te ilk kez bir ro- manı beyazperdeye uyarlıyor ve fena halde yanıl- mıyorsam, ilk kez bu kadar sürreal bir film çekiyor.

Les Herbes Folles, orta yaşlı (dense de 70 gösteriyor bence), evli bir adamın bir başka kadına karşı geliştirdiği saplantının beklenmedik ve son derece acayip sonuçlarıyla ilgili gibi görünüyor başta. André Dussollier'in (sesine Amelie'den -anlatıcıydı orada-, yüzüne A Very Long Engagement'tan aşina olduğumuz aktör) canlandırdığı Georges Palet, içinde para olmayan, ama bir sürü kart ve kimlik belgesiyle dolu bir cüzdan bulur bir gün. Cüzdanı uzun uzadıya inceledikten sonra, pilot brövesi sahibi, orta yaşlı, kırmızı kabarık saçlı, diş hekimi Marguerite (Sabine Azéma) hakkında kafasında fanteziler kurmaya başlar.

9 Nisan 2010 Cuma

Lost 6.11: Happily Ever After



Son birkaç bölümde Lost'tan umudu kesmiştim açıkçası, hâlâ da sona bu kadar yaklamışken havadaki tüm soruları bizi tatmin edecek şekilde cevaplayabileceklerinden ve diziyi hem inanılır, hem de etkileyici biçimde bitirebileceklerinden emin değilim, ama Happily Ever After'dan sonra, daha fazla sorgulamadan beklemeye hazırım :) Bu haftaki Lost, dizinin belki de gelmiş geçmiş en sevilen karakteri olan Desmond'ı geri getirmekle kalmadı, bir de alternatif evrende olup bitenlere dair izleyiciyi tatmin edecek, adam gibi açıklamalar sunacağının sinyallerini verdi. Flash-sideways'in gizemleri tabii ki çözülmedi, ama bir dolu şey öğrendik.

Bu bölüm, karakterlerin tümünün constant'ının aşk olduğu, alternatif evrene gitgide daha çok batarken tutunabilecekleri tek şeyin bu olduğu fikrini öne sürüyor. Faraday'in asıl kimliğine dair anılarını bölük pörçük de olsa geri getiren şey aşk. Aynısı Charlie için de geçerli. Faraday (LAX'teki soyadı Widmore gerçi) Charlotte'a aşık olduğu için yaşadığı gerçeklikten şüphelenmeye başladı, Charlie uçakta boğulmak üzereyken gözünün önüne Claire geldiği için, Desmond'sa Penny'i anımsadığı için.

8 Nisan 2010 Perşembe

Svetat e Golyam i Spasenie Debne Otvsyakade (The World is Big and Salvation Lurks Around Corner)

Yönetmen: Stephan Komandarev
Yazar: Ilija Trojanow (roman), Stephan Komandarev (senaryo)
Oyuncular: Miki Manojlovic, Carlo Ljubek, Hristo Mutafchiev
Tür: Dram
Yapım yılı: 2008
Süre: 105 dk.
Ülke: Bulgaristan|Almanya|Slovenya|Macaristan
Dil: Bulgarca|Almanca|İtalyanca|Slovence
IMDB puanı: 8.5/10
Çavlan'ın puanı: 0/5
Umut'un puanı: 0/5

Balkan filmleri deyince benim gözümde canlanan sadece Kusturica filmleri açıkçası. Ama onları da çok sever, her birini en az iki kez izler, bağrıma basarım. Tam da bu nedenle akıllının biri çıkıp "Kusturica'nın yaptıkları da hep tutuyor, gel bu formülü biz de deneyelim, ama daha geniş kitlelere, kısaca salaklara da hitap etsin, batılıları büyüleriz bak bir tavla gösterdik mi, iki zar attık mı, oraya buraya kendini arayış saçmalıkları serpiştirdik mi, karizmatik görünen güçlü bir büyükbaba karakteri yarattık mı, bir de yol filmimsisi yaptık mı" dediğinde ve sadece bunun üzerine bir film çektiğinde, o film IMDb'de bin küsur kişi tarafından 10 üzerinden 8.5 gibi bir puanla ödüllendirildiğinde ve ben de, doğal olarak sadece o 8.5 bilgisiyle bu filme hem zamanımı, hem de paramı ayırıp bir heves izlemeye koyulduğumda, kendimi kandırılmış hissediyorum.

Mesela Gordos objektif bakan birisi için Svetat'tan (kısaltıp böyle bahsedeceğim) şüphe götürmez bir şekilde daha kötü bir film olabilir. Ama benim için değil, ben objektif bakamıyorum böyle durumlarda, ne demekse artık. Gordos bence gayet eğlencelidir ve onu şimdi Svetat'ı yapacağım gibi yerden yere vurmam. Zayıflıklarını ve güçlü yanlarını anlatırım, sonra veririm 5 üzerinden mis gibi bir 2.5/3 yıldız, otururum yerime. Ama Svetat, kendini feci ciddiye alışıyla, seyircinin zekasına hakaret eden senaryosuyla ve festivallerde kopardığı yaygarayla benden belki 1 puan alabilir, o da belki. Ama yok, Umut gayet kendinden emin 0 (yazıyla: sıfır) veriyormuş, ben de o kadar sinirliyim ki, sıfır veriyorum evet. En son kaç yıl önce bir filme "otur, sıfır!" dediğimi de hatırlamıyorum, o derece.

6 Nisan 2010 Salı

Kûki Ningyô (Air Doll)

Yönetmen: Hirokazu Koreeda
Yazar: Yoshiie Goda (manga), Hirokazu Koreeda (senaryo)
Oyuncular: Doona Bae, Arata, Itsuji Itao
Tür: Dram|Fantastik
Yapım yılı: 2009
Süre: 116 dk.
Ülke: Japonya
Dil: Japonca
IMDB puanı: 7.4/10
Çavlan'ın puanı: 3.5/5

Orta yaşlı garson Hideo, Nozomi adını verdiği bir şişme bebekle paylaşır hayatını. Nozomi'yi yıkar, giydirir, süsler, iltifatlar eder, yemekte karşısına oturtup gününü anlatır, gece onunla cinsel ilişkiye girer, sabah işe gitmek için evden çıkmadan, üşümemesi için battaniyeye sarıp sarmalar. Fakat bu şişme bebeğin bir kalbi vardır, ve bir sabah Hideo evden çıktıktan sonra, hayat bulur Nozomi. Hideo'nun ona giydirmeye bayıldığı Harajuku kızı kıyafetlerini giyer ve her yeni bilgiye aç, meraklı bir çocuk edasıyla, dünyayı keşfe çıkar. Mecazi olarak içleri onunki kadar boş olan şehir sakinleriyle karşılaşır (yaşlı yalnız adam, güzellikle kafayı bozmuş orta yaşlı kadın, utangaç bir inek, eve kapanmış bulimik vd.), part-time bir video dükkanında çalışmaya başlar ve orada çalışan genç Junichi'ye aşık olur. Akşamları eve dönüp, onun canlandığının farkına varmayan Hideo'nun dilsiz yatak+hayat arkadaşı olmaya devam eder, fakat gündüzleri, bambaşka bir dünyadadır artık.

Nozomi'nin varlığına anlam ararken uğradığı duraklardan biri olan münzevi şişme bebek yapımcısı Sonoda (Geppeto'nun zararsız ve iyi kalpli versiyonu), Nozomi'ye o ve insanlar arasındaki temel farkın "geri dönüşüme uygunluk" olduğunu söyler. Sonoda'nın yanabilen ve yanamayan çöpler arasında yaptığı yalın ayrım, filmin meselesiyle paraleldir bir anlamda: iki insan arasındaki yakınlığın yerine geçen anlık hazzın sunulduğu teknoloji, tüketim ve seri üretim çağında insan olmanın anlamı. Bunun en basit örneğini, Nozomi'ye eski sevgilisinin adını vermiş olsa da, gerçek bir ilişkinin getireceği duygusal zorluklardan bucak bucak kaçan Hideo'da görürüz. Junichi'nin eski aşkına duyduğu saplantıya işaret eden Nozomi'ye yaklaşımındaki fetişizm de buna bir örnek kabul edilebilir.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Gordos (Fat People)

Yönetmen: Daniel Sánchez Arévalo
Yazar: Daniel Sánchez Arévalo
Oyuncular: Antonio de la Torre, Raúl Arévalo, Verónica Sánchez
Tür: Komedi|Dram|Romantik
Yapım yılı: 2009
Süre: 110 dk.
Ülke: İspanya
Dil: İspanyolca
IMDB puanı: 6.9/10
Çavlan'ın puanı: 2.5/5
Umut'un puanı: 3/5

Şişmanlar için bir grup terapisi. Bu gruba gelen bir oda dolusu obezi daha ilk seansın ilk dakikasından, üzerindeki giysilerin tümünü çıkartarak ve onların da bunu yapmasını, böylece derilerinden kurtulmalarını isteyerek kaçıran, sinir bozucu derecede fit, yakışıklı terapist. Ve giysilerini çıkarma numarasından korkmayıp soyunan, böylece terapileri de başlamış olan üç adet şişko. Fazla kiloları, kendileri hakkında söyleyemedikleri için kullandıkları bir metafor sadece. Daha ilk sahnelerinden bu insanları çırılçıplak göstererek seyirciyi çarpmayı hedeflemiş bir İspanyol filmi Gordos.

Gruptaki karakterlerin hepsi birbirinden eğlenceli: Yaklaşık 40 kilo verdikten sonra bir diyet hapı markasının ünlü yüzü haline gelen gay Enrique, markanın reklamlarında oynamaya başlar, kontratı gereği iki sene kilo alması yasaktır, ama bunu başaramaz, kısa sürede eski haline döner ve başı belaya girer. Ortağını kazara komaya soktuktan sonra kendini suçlu hissettiği için ortağının karısıyla ilişkiye girer ve cinsel tercihlerini, aslında "bastırılmış bir hetero" olup olmadığını sorgulamaya başlar.

4 Nisan 2010 Pazar

Madeo (Mother)

Yönetmen: Bong Joon-Ho
Yazar: Bong Joon-Ho, Park Eun-Kyo
Oyuncular: Kim Hye-ja, Won Bin, Jin Goo
Tür: Suç|Dram|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 2009
Süre: 128 dk.
Ülke: Güney Kore
Dil: Korece
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 4/5
Umut'un puanı: 4/5

Güney Kore'nin Oscar adayı olan Madeo'nun yönetmen koltuğunda, şimdiden kültleşmiş sayılabilecek Salinui Chueok (Memories of Murder) ve Gwoemul (The Host) filmlerinin yönetmeni Bong Joon-Ho var. Son derece mütevazi görünen, ama her yerinden zeka fışkıran bir kurgu ve nefis oyunculuklarla dolu bir film çıkartmış Bong Joon-Ho.

Her şeyden önce bir suç filmi Madeo, ama insani, duygusal bir öykü de anlatıyor aynı zamanda. Kim Hye-ja'nın inanılmaz bir ustalıkla can verdiği aşırı korumacı, aşırı duygusal, aşırı sevgi dolu, her şeyiyle "aşırı" Anne karakteri (adını öğrenemiyoruz), filmin baş kahramanı. 20'li yaşlarda, Do-joon Yoon isimli, zihinsel engelli bir oğlu var. Anne ve oğulun arasındaki hastalıklı sayılabilecek ilişkiye yoğunlaşacakmış gibi başlıyor Madeo (Anne ve oğulun ilişkileri pek sağlıklı sayılmaz, ama geceleri birlikte uyumalarının örneğin, seksüel hiçbir yanı yok. Duygusal bile denemez, ancak son derece tüketici bir ilişki), ama çok geçmeden anlıyoruz ki bu bir şaşırtmaca aslında, filmin görünen kısmında kimin işlediğinizi bilmediğimiz bir cinayet duruyor, onun da altında, annenin oğluna koşulsuz sevgisi var.

2 Nisan 2010 Cuma

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali



Festival yarın başlıyor. Önümüzdeki iki hafta, haftalık Lost bölüm incelemeleri dışında sadece festival filmleriyle ilgili yazmayı planlıyorum. Merak ettiğim, deli gibi izlemek istediğim ve şimdiden herkese tavsiye edebileceğim filmler şunlar:

1 Nisan 2010 Perşembe

Lost 6.10: The Package

Jin ve Sun'la ilgili hoş sahnelerin olduğu, bana eski Lost bölümlerini anımsatan, gayet iyi bir bölümdü The Package. Ama benim için "gayet iyi" yeterli olmuyor artık, kendi içinde olduğu kadar, sezon (ve hatta tüm sezonlar!) içinde bakıldığında da tatmin edici olmalı bölümler bu noktadan sonra. Bağımsız ele aldığımızda çok başarılı bir bölüm, ancak şu koskoca tv fenomeninin bitmesine sadece 8 bölüm kalmışken, daha fazla şeyin açıklanması gerekiyormuş gibi geliyor bana.

Hiçbir şekilde sonuçlanmayan bir flash-sideways hikayesi, bir de çok yavaşça da olsa her şeyin tıkır tıkır ilerlediği bir ada hikayesi var bu bölümde. Yine de bu ilerleme zorlama durmuyor, olaylar şu insanı çıldırtıcı yavaşlığında geliştiğinde ya da hiç gelişmediğinde bile birileri bizi oyalıyormuş gibi hissetmiyoruz, ben hissetmedim en azından. Karakterlerin davranışları -önceki bölümlerin büyük kısmının aksine- tutarlı olduğundan belki. Şu "adadan kurtulmalıyız", "hayır hemen adaya dönmeliyiz!", "gitmeliyiz bu adadan!" "en iyisi adada kalmak!"lar artık biraz sıksa da (dile kolay, altıncı sezondayız), lostie'ler son derece aptalca kararlar alıyor olsalar da, bu kararları alma nedenleri açık ve mantıklı en azından artık.

Bir de "The Package"in Desmond olduğunun açık edildiği an var ki, her ne kadar bilmemkaç sahne öncesinde kör göze parmak şeklinde bize çaktırmış olsalar da bunu, sevinmemek elde değil; herkesin en sevdiği karakterlerden biri olan bu eski asker/keşiş/zaman yolcusu/aşığın dönüşü, beni de Lost'a döndürmeye yetti açıkçası. Nedense birden umutlandım, şıp diye sonraki bölümlerin nefis olacağına inanıverdim, ve de gerçek şu ki önümüzdeki bölümler boktanlıkta sınır tanımasa da, Desmond brotha ekranda olduğu sürece zevkten dört köşe vaziyette izleyeceğim artık.