29 Haziran 2010 Salı

Daddy Long Legs

Çocukken yazlıkta geçirdiğim ve okulların açılmasını hevesle beklediğim bir yaz (hevesle bekliyorsam okula hiç gitmemişim, bu mantıkla 7 yaşında olduğum sonucu çıkabilir!) TRT'nin her gün bir bölümünü gösterdiği bir animeye aşık olmuştum. Aklımda adı yıllarca "Uzun Bacaklı Adam" olarak kalmış bu çizgi film, yetimhanede büyüyen, fakat lise çağına geldiğinde isminin açıklanmasını istemeyen bir hayırsever tarafından yatılı bir liseye gönderilen Judy isimli, saçları Pippi Uzunçorap'a fena halde benzeyen (kızıl, örgülü, örgüler havada) tatlı bir kızın lise yaşamını anlatırdı. Tatil bitti de benim İstanbul'a (ve okula) mı dönmem gerekti, yoksa TRT mi birdenbire -dizinin sonunu göstermeden- yayını kesti bilemiyorum, ama sonunu izleyememiş ve çok ama çok üzülmüştüm. Garip gelebilir bu ama, geçen yıllarda ara ara aklıma geldi bu anime ve deli gibi merak ettim nasıl bittiğini.

Tam da bu nedenle, geçen hafta çook büyük bir tesadüf eseri bu animenin uyarlandığı romanla karşılaşınca deli gibi sevindim. Evet bir çocuk kitabı bu (aslında young-adult türüne de dahil edilebilir, Türkçe 'ilkgençlik' mi işte ne deniyorsa), ama sanırım zamanında çizgi filmine bayıldığım için çok keyif aldım ben okurken. Çocuğunuz varsa mutlaka okutun ona bu romanı diyorum o yüzden, ya da benim gibi animeyi yarım yamalak hatırlayanlardan ve sevgiyle ananlardansanız da mutlaka okuyun, hatta konuyla ilgili hiçbir fikriniz yoksa bile okuyabilirsiniz. Çocuk kitabı olabilir ama çok eğlenceli.

Kitabın konusu da şöyle: Eski usül yönetilen bir yetimhanede büyümüş olan 17 yaşındaki Jerusha Abbott'ın adı, yetimhanenin müdürü tarafından kendisine dini bir mezar taşından (Jerusha) ve telefon rehberindeki rastgele isimlerin arasından (Abbott) verilmiştir. Aslında 15 yaşına geldiğinde yetimhaneyi terk etmesi gerekmektedir, ama onu alan koruyucu aile çıkmamıştır. John Grier yetimhanesinin yönetimi de, yetimhaneyi temizlemesi, çocuklarla ilgilenmesi gibi işler karşılığında, Jerusha'nın orada kalmasına izin vermiştir. Bir gün yetimhaneye bağışta bulunan, bazı çocukları da okutan hayırseverlerden biri Jerusha'nın yazdığı (yetimhaneyle dalga geçen) bir kompozisyonu okuyup çok beğenince, kızımızı 4 sene boyunca üniversitede okutmaya, eğitim masraflarını karşılamaya, her ay da özel bir harçlık göndermeye karar verir, fakat bazı şartları vardır.

27 Haziran 2010 Pazar

In Bruges

Yönetmen: Martin McDonagh
Yazar: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Brendan Gleeson, Ralph Fiennes
Tür: Suç|Dram|Gerilim
Yapım yılı: 2008
Ülke: İngiltere|ABD
Dil: İngilizce|Almanca
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 9/10

In Bruges, İngiltere'de ünlü bir oyun yazarı olan Martin McDonagh'nın ilk uzun metrajlı filmi, senaryoyu da kendisi yazmış üstelik (hem yazarlıkta hem de yönetmenlikte çok yetenekli, üstüne üstlük böyle görünüyor, bu kadarı biraz ayıp). Bu ilk meyvesini gereksiz uzunlukta, içi boş aksiyonlarla doldurup gişe yapsın diye filmini farklı kılabilecek bir sürü öğeyi kaçırmak yerine, aksiyonu ölçüsünde tutmayı ve son derece zekice diyaloglarla senaryonun temelini sağlam bir şekilde oluşturmayı bilmiş. Buna olağanüstü mekanlar ve dekorlar, Carter Burwell'in yaptığı harikulade müzikler ve çok başarılı oyunculuklar da eklenince, ortaya nefis bir film çıkmış.

Bir "iş" sonrası, patronları Harry'nin (Ralph Fiennes) emriyle saklanmak için Brüj'e gönderilerin iki kiralık katil Ray (Colin Farrell) ve Ken (Brendan Gleeson), bir otele yerleşip Harry'den gelecek talimatları beklemeye başlarlar. Harry'nin ne zaman arayacağı belli değildir, iki hafta içinde herhangi bir zamanda olabilir, bu da zaten içi içini yiyen, Brüj'ü de hiç mi hiç sevmeyen Ray'i deli etmeye yeter. Manzaralar onu etkilemez, her şey sıkıcıdır zaten bu kentte ona göre, tek istediği bir an önce Dublin'e (ya da Londra mıydı, Ray karakteri İrlandalı olduğu için karıştırıyor olabilirim) dönmektir. Öte yandan Ken Brüj'e bayılır, oradaki zamanları ona cennet gibi gelir, onun da tek istediği bu sihirli şehirde mümkün olduğu kadar çok kalmaktır. Çok geçmeden Ray sıkıntısını alan bir kızla tanışır, Ken de Harry tarafından Brüj'e gönderilmelerinin gerçek nedenini öğrenir. Ve olaylar gelişir :) Filmin konusuyla ilgili daha fazla bir şey yazmak istemiyorum izlemeyenlerin keyfi kaçmasın diye, sonuçta ben hiçbir şey bilmeden, Colin Farrell'in başrolde olduğunu bile bilmeden bu filmi seyretmeye başladım ve sonuç -benim açımdan- şahane oldu. En son ne zaman bu kadar etkileyici bir kara mizah örneği görmüştüm hatırlamıyorum, hatta In Bruges bu kadar zaman elimin altında olduğu halde izlemediğim için utandım kendimden.

24 Haziran 2010 Perşembe

Distopik Romanlar - III


Mülksüzler aslında ütopik bir toplumu anlatıyor, belki de bu yüzden bu yazı dizisinde tanıttığım kitapların tümü arasında en sevdiğim (ve okuduğumda beni en çok etkilemiş olan) roman. Öyeyse ne işi var distopik romanlarla ilgili bir yazıda dediğinizi duyar gibiyim, eh, çünkü Mülksüzler, aslında distopik bir toplumu da anlatıyor :) Bilemiyorum, büyük ihtimalle distopik bir kitap olarak kabul edilmiyor bile, hiçbir fikrim yok. Ama ben ediyor ve bu listeye alıyorum. Ütopik bir roman olarak sınıflanıyor bile olabilir Mülksüzler, ama yazarın kullandığı gerçekçiliğin dozu, romanın ütopik sayılabilmesini engelliyor bana kalırsa (Anarres kusursuz bir toplum değil, ama bunun nedeni böyle bir şeyin insan doğası düşünüldüğünde imkânsız olması, ki Le Guin aşama aşama ve nedenleriyle gösteriyor bunu bolca).

Kitapta iki farklı dünyayla ve bu iki dünyanın son derece zarifçe çizilmiş portreleriyle karşı karşıyayız. Biri şu an yaşadığımız dünyaya benzeyen, zengin kaynaklarla dolu bir gezegen, diğeri de anarşistlerin isyan ederek ilk dünyayı terk edip gidip yerleştiği ve bir nevi ütopya yarattığı kupkuru çöllerle dolu, çorak dünya. Bu iki gezegenin her biri bir ötekinin "ay"ı, birbirlerinin etrafında dönüyorlar, ama nihai olarak hangisinin dünya, hangisinin ay olduğu, sizin ne taraftan baktığınıza bağlı. Benim distopik olarak nitelendirdiğim zengin dünyanın adı Urras, kapitalist bir ekonomisi ve ataerkil, sömürüye dayanan sistemi var ve besbelli bir biçimde hem ABD'ye, hem de zamanın Sovyetler Birliği'ne gönderme (SSCB göndermesi yorumlardaki düzeltilerle eklendi, Urras'ta başarısız olmuş sosyalist bir sistemi temsil eden ayrı bir bölge vardı belki? O kısmını hatırlayamamaktayım. Ama URRAS sözcüğünün USA ve USSR harflerinden devşirilmiş olduğu kesin). Fakir dünya ise sonradan keşfedilmiş, sonradan yerleşilmiş dünya, adı Anarres. Odo adlı kadın bir anarşist bir isyan başlatarak kendisi gibi düşünenlerle birlikte Urras'ı terk ederek Anarres'e göç ediyor ve burada devletin, otoritenin ve mülkiyet kavramının (Anarres'lilerin dilinde iyelik eki yok) olmadığı bir toplum kuruyor. Kitap, bunun 150 yıl sonrasında, Shevek isimli Anarres'li bir fizikçinin, Urras'a olan ziyaretine odaklanıyor.

22 Haziran 2010 Salı

Mr. Nobody

Yönetmen: Jaco Van Dormael
Yazar: Jaco Van Dormael
Oyuncular: Jared Leto, Sarah Polley, Diane Kruger
Tür: Dram|Fantastik|Bilim Kurgumsu|Romantik
Yapım yılı: 2009
Ülke: Kanada|Belçika|Fransa|Almanya
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 7.5/10
Umut'un puanı: 2/10
Çavlan'ın puanı: 2/10

Film festivali sonrasında uzun süre "sanatsal film" (evet çok pis genelleme yaparım) izlemeyeceğim diyip kendimi havadan sudan aktivitelere vermiştim ki, bu kararımı geçen günlerde Çavlan'ın beni "gel bak Avrupa filmi ama bilim kurgu mmh mmh mis mis çok seversin sen" diye kandırmasıyla birlikte bozmak durumunda kaldım. Aslında her şey çok güzel olacak gibiydi, güzel bir yaz akşamında sevdiğim kızla oturup 'alternatif evrenler'e değinen bir bilim kurgu izleyecektim ve bu da hiçbir şeyin ters gitmesinin mümkün olmadığı gayet muhteşem bir plan gibi gözüküyordu. Ta ki filmi izleyinceye kadar.

Bu noktada belirtmek isterim, uzun süre sonra yazdığım ilk yazıda spoiler verme korkusu olmadan yazabilmenin keyfini yaşattığı için filme teşekkür borçluyum, çünkü filmde olanlara dair verilebilecek bir spoiler yok. Film bittiğinde olanların hiçbirinin bir önemi olmadığını görüp "hepsi rüyaymış" kabilinden sallamasyon bir aydınlanma yaşıyoruz (ki esasında bu acı gerçeği film boyunca fark etsek de bir umut diyerek sonuna kadar bekledim ben), yani spoiler neyim yiyeceğim diye korkmayın, filmin başı ve sonu bile yok esasında. Eğer "böyle bir aydınlanmayı filmi izlemeden yaşamayı tercih ederim" diyenlerdenseniz (benim gibi) ve güzel sürreal görüntüler eşliğinde bir müzik klibi izlemek için 2 saat ayırmak size fazla geliyorsa (yani normal bir insansanız), fikrimi şimdiden açıkça belirteyim: Bu filmi izleyerek zaman kaybetmeyin. (Yine de muhteşem yazımı okuyup fikirlerini paylaşmak isteyenlerin izlemesini engellemiş olmayayım :p)

(Bu arada Çavlan filmin ortasında uyuyakalıp sonuna kadar da uyanamadı. Bu yüzden bu acının büyük kısmını tek başına çekmiş kişi olarak yazıyı yazmak bana düştü.)

20 Haziran 2010 Pazar

A Single Man

Yönetmen: Tom Ford
Yazar: Christopher Isherwood (roman), Tom Ford (senaryo)
Oyuncular: Colin Firth, Julianne Moore, Matthew Goode
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 7.8/10
Çavlan'ın puanı: 8/10
Umut'un puanı: 8/10

16 yıllık sevgilisi Jim'in (Matthew Goode, Watchmen'in Ozymandias'ı) bir araba kazasında yaşamını yitirmesi, edebiyat profesörü George'u (Firth) onarılamayacak ölçüde hasara uğratır. Uyanıp yataktan çıkmak bile fiziksel olarak acı verici gelmektedir ona artık. Sevgilisinin yasını açık açık bile tutamayan (film 60'lı yıllarda geçer, George da eşcinseldir) kahramanımız, Jim'in ölümünden sekiz ay sonra intihar etmeye karar verir. Bizim onunla tanıştığımız gün, hayatının son günü olmasını planladığı gündür işte. Bankadaki kasasını boşaltmış, sevdiklerine gerekli mektupları yazmış, silahı için kurşun almış, mutfak masasını baştan başa mal varlıklarını gösteren evrakla donatmıştır; yani her şeyi en ince detayına kadar planlamıştır. Sabah evinden çıkıp ders verdiği üniversiteye gider, planı, iş dönüşü kendini öldürmektir. Fakat birkaç şey bu planın kusursuzluğunu bozar gibi olur: Eski günleri yad etmek isteyen eski sevgilimsisi/en yakın arkadaşı Charley (Julianne Moore) ve profesörünün destek ihtiyacını hisseden gencecik 'güzel çocuk' Kenny (Nicholas Hoult, Skins'in Tony'si).

A Single Man'in yönetmeni Tom Ford, aslında çok ünlü bir moda tasarımcısı, bu da ilk filmi. Bilmeyenler için bile bunu duymak kimseyi şaşırtmaz sanırım, film stil içinde yüzüyor çünkü (stil doğru sözcük mü burada bilemiyorum, ama işte). Renklerin zenginliği ve kostümlerin lezizliği gözlerinizin bayram etmesine neden olacak. George'un eski yaşamına geri dönüşlerle, yeni yaşamı arasındaki renk kontrastı olağanüstü mesela. Ama A Single Man'in titiz, stilize edilmiş üslubu, en büyük meziyeti olduğu kadar, en büyük kusuru da olabilir. Herkes ve her şey biraz fazla çekici, fazla güzel, neredeyse kusursuz Ford'un yarattığı dünyada. Çok fazla yakın plan çekim, sanatsal olsun diye özenilmiş çok fazla sahne var.

18 Haziran 2010 Cuma

Persons Unknown

The Prisoner'ı alın, üzerine biraz Lost, biraz da Saw ekleyin. Ortaya -kağıt üzerinde tabii- çıkan dizi Persons Unknown; NBC'nin yeni yaz dizisi. Henüz sadece 2 bölümü yayınlandı, yaz boyunca yayınlanmaya devam edecek ve Eylül'de, 13. bölümüyle sona erecek. Normalde yeni dizilere temkinli yaklaşırım ve genelde bir diziye birkaç sezon yayınlanmadan başlamam açıkçası, ama Persons Unknown'un ilk iki bölümünü izledim, bunun da hepsi birbirinden güzel üç nedeni var: 1- Sadece tek sezonluk bir dizi olması. Demek sonu başından belli, hiçbir gizem cevapsız kalmayacak, bazı şeyleri uzatarak ve öyküyü dallanıp budaklandırarak izleyicinin hayatından çalmayacak. 2- Yaratıcısının, Usual Suspects'in yazarı Christopher McQuarrie olması. Usual Suspects'in çok zekice bir senaryosu olduğu için, benzer yaratıcılıkta ve twist'lerle dolu bir hikayeyi Persons Unknown'dan da bekleyebiliriz, diye düşündüm. 3- Konusu. Nefis bir konusu var: Görünüşte hiçbir ortak yanı olmayan yedi yabancı, bir sabah uyandıklarında kendilerini ıssız, terk edilmiş görünen bir otelde buluyor. Oraya nasıl geldiklerini hatırlamıyor (uyutulup kaçırıldılar büyük ihtimalle), kendilerinden ne istendiğini anlamıyorlar, tek bildikleri sürekli gözlendikleri; her yerde kameralar var. Bu şahane konuyu ve Christopher McQuarrie'nin filmografisini göz önüne alacak olursak, Persons Unknown birkaç bölüm şans vermeye değer bir dizi bence.


17 Haziran 2010 Perşembe

The Amazing Race



Emmy ödüllü The Amazing Race, her biri ikişer kişiden oluşan takımların dünyanın çevresinde birbiriyle yarıştığı, farklı ülkelerdeki "Pit Stop"lara ilk ulaşan takım olmayı hedefledikleri bir yarışma. 11 takımla başlıyor her sezon, yarışın her ayağında sonuncu olan takım eleniyor, 3 takım kalana kadar sürüyor bu. Hemen hemen her etapta başka bir ülkeye gidiyor yarışmacılar; Vietnam'dan İtalya'ya, Türkiye'den Mısır'a dünyayı karış karış dolaşıyorlar (seyirci de bolca iç çekiyor izlerken). 3 takım kaldığında ise yarışmanın final leg'i oynanıyor, birinci olan tüm yarışmayı kazanmış sayılıyor ve 1 milyon dolar alıyor. Önceki etaplarda birinci olan takımlar da Virgin Adaları'na tatil ya da kayak takımı gibi, yine gezip görmekle (!) alakalı hediyeler kazanıyorlar. The Amazing Race tam 8 yıldır yayınlanıyor, her yıl sonbahar ve bahar dönemlerinde ayrı ayrı olmak üzere 2 sezonu oluyor üstelik.

Yarışmacıların yaptığı sadece oradan oraya gitmek değil tabii ki; amaçları bir noktadan diğerine öbür takımlardan önce gitmek evet, ama bunun için scavenger hunt'lardakine benzer görevleri tamamlamaları gerekiyor. Her leg'de takımların hem birlikte yapacakları bir görevi, hem de içlerinden sadece birinin yapabileceği bir görevi başarmaları gerekiyor. Bu görevler, genelde o an bulundukları ülkenin kültürüyle ilgili şeyler oluyor, ki The Amazing Race'in en çok sevdiğim kısmı bu görevler.

15 Haziran 2010 Salı

Distopik Romanlar - II



Fahrenheit 451'in dünyasında itfaiyeciler, yangınları söndürmek yerine, başlatıyorlar. Kitapların yasaklandığı bir gelecekte geçiyor Fahrenheit 451. İtfaiyeciler düzenli olarak gözden kaçan kitapları arayıp bulmak, bulunca da yakmak için göreve çıkıyor. Kitabın kahramanı, yani itfaiyeci Guy Montag, kendisine insanların korkmadığı bir geçmişi anlatan on yedi yaşında bir kızla, ardından insanların kendi adlarına düşünebildiği bir gelecekten bahseden bir profesörle tanışıyor ve kitapları yok etmenin mantığını sorgulamaya başlıyor, öğrenmeyi, kültürü, toplum konseptini benimsiyor ve isyan ediyor, bu da kendini bir kaçak olarak bulmasına yetiyor. Montag'ın hiçbir şeyi sorgulamayan bir minik emir erinden, hayatta kalmak için kaçmak zorunda olan bağımsız, düşünebilen, özgür bir adama dönüşümüne tanık oluyoruz.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Cesur Yeni Dünya'dan farklı olarak, Fahrenheit 451 komünizm karşıtı mesajlarla dolu değil. Halkın aptallaştırılması, Hollywood pop kültürünün, kendi hakları için savaşamayan, hatta bunu önemsemeyen insanlarla dolu bir ulus yaratabileceği üzerine. Roman pek çok kişi tarafından sansüre karşı bir tepki olarak görülüyor, ama Bradbury Fahrenheit 451'de, kitaplardaki bilginin yerine, gittikçe artan bir şekilde, televizyondaki zırvalıkların geçiyor olmasını eleştiriyor aslında. Romanın en önemli mesajı, halkın dayanışması olmadan, hiçbir şeyin mümkün olmadığı. Toplumsal apati ve hoşgörüsüzlükle ilgili söyledikleri, günümüze sinir bozucu derecede uyuyor.

Fahrenheit 451'in benim için özel bir yeri var; çocukken yarım yamalak filmini izlemiş, çok ama çok etkilenmiştim (özellikle sonundan). O kadar sevmiştim ki, hikayesini önüme gelene anlatıp filmi bilip bilmediklerini sorduğumu hatırlıyorum, tek amacım filme ulaşıp doğru düzgün, baştan sona izlemekti, ama bilen kimseyi bulamamıştım. Kitabıyla yıllar sonra da olsa karşılaşınca, filmini de tekrar (hem de orijinal dilinde, kesintisiz falan) izleyebilince dünyalar benim olmuştu.

12 Haziran 2010 Cumartesi

En Seksi Oyun Kızları

Aslında bu yazının başlığını "En Seksi Oyun Karakterleri" diye atacak, içinde de kadın ve erkek karakterlerden oluşan iki farklı listeye yer verecektim ama, ne kadar düşünürsem düşüneyim aklıma seksi erkek karakter gelmediğini fark ettim. Eli yüzü düzgün adamlar var elbette, ama sadece üç-beş tanesi ciddi anlamda çekici, onların da hiçbiri vücuduyla ön planda değil. Bunun sebebi oyun piyasasının genelde erkeklere yönelik olması (ve bu nedenle sadece kızları nefis ambalajlarla sunmaları) mı, yoksa benim oyun bilgimin sınırlı olması mı, bilemeyeceğim. Her halükarda en iyisi, "En Seksi Oyun Bebeleri" başlığını oyunlar konusunda benden çok daha engin ve derin bir birikime sahip olan Umut'a bırakmak ve günün birinde böyle bir liste yapacağını ummak :) Bu arada biz de kızlara bakalım. Tabii bu benim kişisel listem (araya kendi yarattığım Sims karakterlerini bile serpiştirdim utanmadan) ve dediğim gibi, çok da hakim değilim oyunlara, o yüzden siz kendi seksi oyun karakterlerinizi yorum bölümünde belirtmekten çekinmeyin.

1- Heather (Silent Hill 3)

10 Haziran 2010 Perşembe

Distopik Romanlar - I



Yazar tarafından "Zaman Gezgini" olarak adlandırılan İngiliz bir bilimadamı, bir zaman makinesi icat ederek geleceğe, 802701 yılına gider. Orada şirin, zarif, çiftcinsiyetli ve çocuksu insanların oluşturduğu Eloi toplumuyla tanışır. Eloi'ler ütopik görünen bir topluluğu oluşturmakta, bir iş yapmadan sürekli meyve yemekte, hiçbir şeyi merak etmemekte, pek bir şey de bilmemektedirler. Daha da kötüsü, Eloi'lere, yerin altında yaşayan yamyam humanoid'ler, Morlock'lar bakmaktadır. Tıpkı gününüzde insanoğlunun, inekleri kesip yemeden önce onlara iyi bakıp şişmanlatması gibi. Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk adımlardan biri, Zaman Makinesi, bir klasik, ama herkes tarafından distopik olarak kabul edilmiyor. Yine de bana Eloi ve Morlock'lar arasındaki ilişki, bir anlamda modern toplumların temsiliymiş gibi geliyor. Sonuçta Zaman Makinesi, başta mutlu ve huzurlu görünen bir toplumun, yırtıcılar tarafından yakalanıp yenildiği bir dünyayı anlatıyor.



ABD'de oligarşik bir tiranlığın yükselişiyle ilgili olan Demir Ökçe, London'ın vahşi doğada geçen tipik öykülerinden çok farklı. Distopik bilim kurgu romanlarının çoğundan farklı olarak, işin teknolojik kısmıyla pek ilgilenmiyor. Zamanının çok ötesinde, nefis bir distopik roman yine de. Demir Ökçe aslında yoksul insanların, ezilenlerin dünyasını, giderek vahşileşen kapitalizmi, yükselen işçi hareketini ve faşizmin yıkıcı etkisini anlatıyor. Çok usta bir dile sahip olmasa da, çarpıcı bir kitap bu; hem okuması keyifli, hem de geçtiğimiz yüzyıla dair acayip etkileyici gözlemler içeriyor. 600 yıl sonraya dair söylediklerinin de geçerli olup olmayacağını bekleyip görmek gerek :)

Edebiyatta Distopya

Pek çok insan distopyayı bilim kurgunun bir alt-türü olarak düşünüyor, oysa distopik bilim kurguya sık sık rastlanıyor olsa da, distopik toplumlarla ilgili öykülerin hepsi bilim kurgu olacak diye bir şey yok. Children of Men, Planet of Apes ya da Twelve Monkeys gibi pek çok post apocalyptic film de distopik romanlardan uyarlanmıştır mesela. Feminist distopyadan solcu distopyaya kadar pek çok farklı türü var distopyanın. Distopik kurgu türünün ağır topları kabul edilen üçlüde de bunun örneğini görmek mümkün; Fahrenheit 451 beyinleri lapaya dönmüş insanların oluşturduğu kültürel bir distopyayı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört totaliter rejimle oluşan distopyayı, Cesur Yeni Dünya ise distopik olduğu sonra anlaşılan sahte bir ütopyayı anlatır. Bu türü çok seviyorum, bu nedenle aklıma gelen edebiyatta distopya örneklerinin tümünü listeleyebileceğim, bende en çok iz bırakanları da kısaca anlatacağım bir yazı yazmak istedim, ama bu demek değil ki bu konuda çok bilgiliyim (bilmediğim/okumadığım bir sürü distopik roman olduğuna eminim). Yine de eğer distopik kurgu türüne yabancıysanız ve ilgiliyseniz, başlangıç için iyi bir giriş yazısı olabilir bu sizin için. Dört yazıdan oluşacak bir yazı dizisi olacak bu, her birinde dört ya da beş kitaba değinmeyi planlıyorum. Sıralamayı kronolojiye göre yaptım; yani eskiden yeniye gidecek, ancak son yazıda 21. yüzyıla gelmiş olacağız. Bu giriş yazısında da, distopik romanların daha kapsamlı alfabetik bir listesine yer verdim.


9 Haziran 2010 Çarşamba

Frozen

Yönetmen: Adam Green
Yazar: Adam Green
Oyuncular: Emma Bell, Shawn Ashmore, Kevin Zegers
Tür: Korku|Gerilim
Yapım yılı: 2010
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
Süre: 94 dk.
IMDB puanı: 7/10
Çavlan'ın puanı: 6.5/10
Umut'un puanı: 3/5

Open Water tarzı filmleri seviyorum ben, hani bir grup insanın denizin ortasında ya da dağın tepesinde ya da dönmedolapta ya da teleferikte ya da mağarada mahsur kaldığı, birbirlerine düştükleri, hayatta kalabilmek için bir sürü yolu denedikleri, bu arada başlarına çok çok kötü şeylerin geldiği, sonunda büyük ihtimalle hepsinin teker teker (ve iğrenç yollarla) öldüğü, her saniyesi izleyiciyi gerim gerim geren, diken üstünde tutan filmleri. Böyle yazınca çok sağlıklı gelmiyor olabilir kulağa (!), ama insan arada bir sinemada gerilip, koltuğunda zıp zıp zıplamak da istiyor, bu son derece sağlıklı bir gereksinim bence :) Frozen'a tam bu beklentilerle gittim, gayet de memnun kaldım. Yani not olarak 6.5 vermiş olsam da ve çok iyi bir film olmasa da, bu tarz bir filmden beklentilerinizi fazlasıyla karşılıyor Frozen -çünkü bolca gerilip tırnaklarınızı yemekten ibaret olmalı o beklentiler.

Haftasonu kayak yapmaya (ya da snowboard yapmaya, ikisinin arasındaki farkı hiç anlamadım) giden üç gencimiz var, bunlardan biri kız, ikisi oğlan. Kız olan, oğlanlardan birinin sevgilisi, sevgilisiz oğlan da diğer oğlanın en iyi arkadaşı. Filmin ilk 10-15 dakikası karakterlerin tanıtılması ve haftasonlarından kesitlerle geçiyor, bu her ne kadar gerekli olsa da, biraz sıkılabilirsiniz. Diğer oğlan (yalnız olan) kızdan hoşlanmayıp laf sokup duruyor, çünkü arkadaşını kıskanıyor, eskisi gibi erkek erkeğe vakit geçirmediklerini düşünüyor, falan filan. Bolca kayıp ediyorlar ama kız acemi olduğu için oğlanlar diledikleri gibi kayamıyor, o yüzden karanlık çöktükten sonra bile dönmek istemiyor, tepeye telesiyej denilen tırstırıcı aletle çıkıp çıkıp iniyorlar. Son çıkışlarında, artık kayak merkezinde de neredeyse kimse kalmamışken, üstüste yaşanan aksilikler sonucu (telesiyeji kontrol eden adamı patronun çağırması, onun yerine bakmaya gelen adamın da çişi geldiği için dikkatsizlikle bizimkileri başka kayakçılar zannedip telesiyeji durdurması, merkezi kapatıp gitmesi) gençlerimiz teleferik benzeri korkunç zımbırtıda mahsur kalıyorlar. Ki gündüz vakti gayet kalabalık bir ortamda bile binmeye korkabileceğiniz bir araç bu; üstü müstü yanları her yeri açık, bacaklarınız öylece sallanıyor, sadece lunaparklarda trenlerde olan güvenlik bantı gibi bir çubuk var sizi tutan.

7 Haziran 2010 Pazartesi

"Sookieeeeh": Bir True Blood yazısı

Sinemada American Beauty'i, TV'de Six Feet Under'ı yaratan adam Alan Ball'ın vampirleri konu alan yeni dizisinin yolda olduğunu duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Tabii ki bu iki sene önceydi, ben henüz üzerinde vampir suratları olan topların birbirine çarpıp garip sesler çıkardıkları bir oyun yapmamıştım ve vampir fenomeni hala saygınlığını koruyordu (Neyse ki Türk gençliği Twilight sayesinde vampirleri baştan kötü tanıdı yoksa kesin embesilin biri oyuna vampirlere hakaretten dolayı erişim engeli davası falan açmıştı). Heyecanım konuyu duyunca ikiye katlanmıştı: Bu sefer vampirler, insanlarla beraber yaşıyor, korkulacak bir yanları olmadıklarını söylüyor, azınlık olarak haklarını talep ediyor ve hatta TV'ye çıkıyorlar. Bütün bunlara imkan sağlayan en önemli şey ise, Japonların üretmeye başladığı ve çoğu marketten temin edilebilen "Tru Blood" (gerçek kan) adlı yapay kan, bira şişesine benzer kırmızı şişesinde satılıyor. Tabii ki gerçek kan kadar lezzetli değil ama gerekli tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar ya, önemli olan bu, vampirler beslenmek için insan kanı içmek zorunda değil artık. En azından bazı vampir ve insanlara göre. Tabii ki bazı insanlar bu varlıklara yine de güvenmiyor, bazı varlıklar da bu şeyi içmektense eski hayatlarına devam etmeyi yeğliyorlar. Böyle bir evrende, Amerika'da bir güney kasabasında geçiyor True Blood. Dizi, Charlaine Harris'in yazdığı Southern Vampire Mysteries isimli kitap serisinden uyarlanmış, merak edenler için kitapların incelemesi de burada.


5 Haziran 2010 Cumartesi

Kynodontas (Dogtooth)

Yönetmen: Giorgos Lanthimos
Yazar: Giorgos Lanthimos ve Efthymis Filippou
Oyuncular: Christos Stergioglou, Michele Valley, Aggeliki Papoulia
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: Yunanistan
Dil: Yunanca
IMDB puanı: 7.5/10
Çavlan'ın puanı: 9/10
Umut'un puanı: 4/5

Festivalde kaçırdığım, hatta izleyemediğim için burada ağlak yaptığım Kynodontas'ı, iki ay gecikmeli de olsa buldum, izledim, muradıma erdim. Genelde daha izlemeden nefis çıkacağına inandığım, fena halde heveslendiğim, her nedense beklentilerim tavanda seyretmeye başladığım filmlerde hayalkırıklığına uğrarım hep, ama Kynodontas her şeyiyle beklediğim gibi, hatta mümkünse biraz daha bile fazlası çıktı. Eğer film festivalinde izleyebilmiş olsaydım, festivalin en iyi filmi olarak taçlandırırdım kendisi -hoş, gene de yapabilirim. Yaptım gitti o zaman. Ve fakat baştan uyarayım seni okuyucu: biraz, nasıl derler, rahatsız edici bir film bu. Dayanamayıp 10. dakikasında kapatabilirsin ya da içini buram buram burabilir. Uyarmadı deme. Az buçuk cinselliğe (ama izleyici heyecanlansın da film satsın diye konulmuş estetik cinselliğe değil de, gayet çıplak, çirkin, hastalıklı cinselliğe) katlanamıyorsan, "Sanat filmleriyle işim olmaz Recep İvedik varken" diyorsan, Haneke rahatsızlığı ve Trier psikopatlığı sana hitap etmiyorsa, ne bu filmi izlemeye giriş, ne de bu yazıyı okuma hatasını yap. Diğerleri, buyrun başlayalım incelemeye.

Evinizin bahçesinden gördüğünüz, tepenizden uçup giden uçakların birer oyuncak uçaktan başka bir şey olmadıkları, kedilerin insanları vahşice katledebilecek korkunç yaratıklar olduğu, insanların köpek doğurabildiği, İnternetin, gazetelerin, radyoların, dergilerin, TV kanallarının var olmadığı, köpek dişiniz dökülmeden evinizi terk edemeyeceğiniz, ama dişiniz çıktıktan sonra da bahçenin dışına ancak arabanın içinde çıkabileceğiniz, aksi takdirde başınıza korkunç şeylerin geleceği, evinizin bahçesindeki çitlerin ötesinin bir nevi cehennem olduğu dünyaya hoş geldiniz.

3 Haziran 2010 Perşembe

Güzel Bir Kız

Güzel Bir Kız, takma isimle yazdığı romanları ve novella'larını da sayacak olursak, Joyce Carol Oates'un tam 57. romanı. 57! Oyunlarına, şiirlerine, çocuk/ilkgençlik romanlarına ve hikayelerine girmiyorum bile. Aklımın almadığı nicelikte bir yaratıcılık bu. "İlham" diye tabir edilen şey sürekli Oates'un yanı başında olmalı, Oates da gece gündüz, yemeden içmeden yazıyor olmalı, sonuçta kolayca tüketilen çerez kitapların yazarından değil, ABD'deki en prestijli ödüllerden biri olan National Book Award'u kazanmış, Pulitzer'e de üç kez aday gösterilmiş bir yazardan bahsediyoruz. Yine de bu kadar geniş çaplı, neredeyse 'seri' diye tanımlanabilecek bir üretimin sonucunda arada ilgiye değmeyecek, çok da nitelikli olmayan eserlerin çıkması kaçınılmaz, Güzel Bir Kız neyse ki onlardan değil. Oates'un en güçlü çalışmaları arasında sayılamaz belki, ama kesinlikle usta işi ve etkileyici bir roman. Yazarın, sorunlu bir genç kızın zihnini mesken tutabilme konusunda şaşırtıcı bir kabiliyet sergilediği romanın ana teması, günümüzde iktidar ve para, sınıflar ve illüzyonlar. Güçlü ve güçsüz arasındaki sağlıksız ilişkiye bütün yalınlığı ve çıplaklığıyla tanık oluyoruz.

Romanın baş karakteri, 16 yaşındaki Katya Spivak, New Jersey'nin varoş kesimlerinden, işçi sınıfından bir kız. Seçkin mi seçkin bir yazlık bölge olan Bayhead Harbor'da, bir ailenin iki çocuğuna dadılık yapıyor, yaz boyunca sürecek bir iş bu. Öykü üçüncü tekil şahsın ağzından anlatılmış olsa da, kameranın kadrajında Katya var hep; bir tek onun hislerini, isteklerini ve motivasyonlarını biliyoruz, olayları sadecce onun algılayışından görüyoruz. Roman başlar başlamaz bir tanışmaya tanık oluyoruz; Katya bir iç çamaşırı mağazasının vitrininin önünde hülyalara dalmış asla alamayacağı giysilere bakarken, bastonlu, uzun boylu, beyaz saçlı, hali tavrı dinamik, ama aslında ihtiyar bir adam yaklaşıp “Peki sen ne isterdin, eğer bir dilek hakkın olsaydı?” diye soruyor Katya'ya. "Dile benden ne dilersen" ekseninin üzerinden ilerleyen büyücülü, fakir kızlı, yakışıklı zengin prensli masallara bir gönderme bu da. Ancak Güzel Bir Kız bir masal değil. Hiç değil hem de.

2 Haziran 2010 Çarşamba

The Virgin Suicides

Yönetmen: Sofia Coppola
Yazar: Sofia Coppola (senaryo), Jeffrey Eugenides (roman)
Oyuncular: James Woods, Kathleen Turner, Kirsten Dunst, Josh Hartnett
Tür: Dram|Gizem
Yapım yılı: 1999
Süre: 97 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb puanı: 7.2/10
Benim puanım: 7/10

Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola'nın uzun metrajlı ilk filmi, (ki arkasından, tarafımdan küçük bir başyapıt kabul edilen Lost in Translation gelmişti) tuhaf, ürkütücü, esrarengiz bir havada ilerleyen, tüy gibi hafif bir film. Lisbon ailesi, yaşları 13 ile 17 arasında değişen beş kızkardeş, onların silik, biraz da pısırık, matematik öğretmeni babaları ve kafayı dinle sıyırmış katı annelerinden oluşuyor. The Virgin Suicides, Lisbon kızlarına kelimenin tam anlamıyla tapan komşu çocuklarının, olaylardan yirmi beş yıl sonra biraraya gelip intiharların (spoiler veriyor değilim, filmin adından anlaşılıyor zaten sonu) üzerindeki esrar perdesini kaldırmaya çalışmalarıyla ilgili. Onlar anlatırken biz de zamanda geriye gidiyoruz; her şey, en küçük kızkardeş Cecilia'nın intihar girişimiyle başlıyor.

Hem kızkardeşlerin, hem de komşu çocuklarının yitirdikleri masumiyet ve ergenliği, ekranda neredeyse cismanî şekilde görebilmek mümkün. Tıpkı kasabanın ağaçları gibi, yavaş yavaş ölmek üzere olan, dışarıdan bakınca normal, hoş görünen, ama içi çürümüş olan bir dünya da, kusursuz bir şekilde yansıtılmış. Coppola'nın gergin, tutucu banliyöleri aktarım şekli, orada yaşayan Rapunzel'ler yani Lisbon kızları sayesinde hem erotik, hem de egzotik bir hale bürünmüş. Üzgün, tasalı, ama aynı zamanda büyüleyici ve merak uyandırıcı kızlar bunlar; komşu çocukları tarafından tapınmanın ve anıların o erişilmeyen, akılla kavranılamayan sisli baloncuğunda hapsolmuşlar. Yönetmenin duyarlılığı, zekası ve narin tarzı, filmi kolayca anlamlandırmamızı engelliyor, biraz can sıkıcı bu, ama sonuçta intihar da (hem eden, hem de geride kalan için) can sıkıcı bir şey. Karakterlerinin hareketlerini daha iyi anlayabilmemiz için bizi onların kafalarının içine davet etmek yerine bunun tam tersini yapıyor Coppola, kamerayı araya mesafe koyan bir araç olarak kullanıyor ve bizi, her şeyi komşu çocukları gibi dışarıdan izlemeye zorluyor. Ve de tıpkı onlar gibi, biz de kardeşlerin yaşamlarına yayılmış olan klostrofobiyi asla tam anlamıyla idrak edemiyor, göremiyor, algılayamıyor -ama hissediyoruz.