Sookie Stackhouse ya da ülkemizde daha çok bilinen adıyla Güneyli Vampir romanları, popüler HBO dizisi True Blood'ın uyarlandığı seri. Uzun süredir "tüm kastının şu korkunç güneyli aksanıyla konuştuğu bir diziyi izleyemem, zaten başroldeki hatunun ön dişlerinin arasındaki boşluğa iki saniye baksam başım döner, gözlerim kararır" diyerek gayet kibirli lakin kararlı bir duruş sergilemiş, bu diziye hiç bulaşmamıştım. Fakat aynısı kitapları için geçerli değildi, nitekim vampir kitapları okumayı utanarak da olsa pek seven ama young-adult'lara hitap eden ve de tümü lisede geçen Alacakaranlık, Gece Evi, Vampir Akademisi, Vampir Günlükleri ve Vampir Öpücükleri gibi kitaplardan da bıkmış (adlarını duyunca refleksif olarak yüzünü buruşturacak kadar bıkmış) bendenizi son derece yetişkinlere yönelik Sookie Stackhouse romanlarından daha fazla ne mutlu edebilirdi? (Gerçi ilk iki kitabı okuduktan sonra dayananamayıp dizisini de izlemeye başladım, ama o başka bir yazı konusu.)
Charlaine Harris'in kullandığı arkaplan, Güneyli Vampir serisini ayrıcalıklı kılan en önemli öğe bence. Fantastik romanların büyük kısmı, orta-sınıf kahramanlara sahiptir. Hikayenin geçtiği yer ve zaman farklı olsa bile, karakterlerin endişeleri, istekleri ve davranışları, eğitimli, orta sınıf Amerikalınınkiyle aynıdır. Bu seride ise ABD'nin güneyinde küçük bir kasabada yaşayan işçi sınıfı var. Bunun yarattığı fark olağanüstü. Kahramanımız da, yan karakterler de, alıştığımız vampir kitaplarındakilerden çok farklı bir sınıftan geliyorlar, dertleri, tasaları farklı, dünyayı algılayışları, hayattan beklentileri farklı... Yazarın çizdiği portrelerin ne kadar tutarlı olduğuna dair kesin fikrim yok –hiç küçük bir kasabada yaşayan güneyli bir Amerikalı tanımadım :)–, ama son derece inanılır ve gerçekçi gibi görünüyor. Bu sınıf farklılığı kolaya kaçarak seriye bir komedi unsuru katmak, küçük kasaba insanının dedikoduculuğu ve tutuculuğunu abartabilmek için de kullanılmamış bana kalırsa; Sookie az biraz saf olabilir ama, kesinlikle aptal değil (True Blood'daki Sookie karakterinden farklı olarak). Çevresiyle ve geçmişiyle son derece tutarlı özelliklere sahip, kararlı, cesur, hatta kurnaz bir karakter, çok da sempatik bence. Üstelik tüm o vampirli kitaplardaki "vampir sevgilisine onu koruması için yaslanmak zorunda kalan zayıf, korunmaya muhtaç insan kız"dan sonra Sookie bana ilaç gibi geldi. (Örnek: Zaman zaman etrafından yardım alsa da, genelde kendi başının çaresine bakmayı biliyor, örneğin ölüm-kalım durumlarında vampir sevgilisi koşarak yardımına yetişmiyor, kendi kendine haklıyor peşindeki katili. Hatta vampir sevgilisiyle tanışması, vampirin Sookie'yi değil, Sookie'nin vampiri kötü adamlardan kurtarmasıyla gerçekleşiyor.)
Charlaine Harris'in kullandığı arkaplan, Güneyli Vampir serisini ayrıcalıklı kılan en önemli öğe bence. Fantastik romanların büyük kısmı, orta-sınıf kahramanlara sahiptir. Hikayenin geçtiği yer ve zaman farklı olsa bile, karakterlerin endişeleri, istekleri ve davranışları, eğitimli, orta sınıf Amerikalınınkiyle aynıdır. Bu seride ise ABD'nin güneyinde küçük bir kasabada yaşayan işçi sınıfı var. Bunun yarattığı fark olağanüstü. Kahramanımız da, yan karakterler de, alıştığımız vampir kitaplarındakilerden çok farklı bir sınıftan geliyorlar, dertleri, tasaları farklı, dünyayı algılayışları, hayattan beklentileri farklı... Yazarın çizdiği portrelerin ne kadar tutarlı olduğuna dair kesin fikrim yok –hiç küçük bir kasabada yaşayan güneyli bir Amerikalı tanımadım :)–, ama son derece inanılır ve gerçekçi gibi görünüyor. Bu sınıf farklılığı kolaya kaçarak seriye bir komedi unsuru katmak, küçük kasaba insanının dedikoduculuğu ve tutuculuğunu abartabilmek için de kullanılmamış bana kalırsa; Sookie az biraz saf olabilir ama, kesinlikle aptal değil (True Blood'daki Sookie karakterinden farklı olarak). Çevresiyle ve geçmişiyle son derece tutarlı özelliklere sahip, kararlı, cesur, hatta kurnaz bir karakter, çok da sempatik bence. Üstelik tüm o vampirli kitaplardaki "vampir sevgilisine onu koruması için yaslanmak zorunda kalan zayıf, korunmaya muhtaç insan kız"dan sonra Sookie bana ilaç gibi geldi. (Örnek: Zaman zaman etrafından yardım alsa da, genelde kendi başının çaresine bakmayı biliyor, örneğin ölüm-kalım durumlarında vampir sevgilisi koşarak yardımına yetişmiyor, kendi kendine haklıyor peşindeki katili. Hatta vampir sevgilisiyle tanışması, vampirin Sookie'yi değil, Sookie'nin vampiri kötü adamlardan kurtarmasıyla gerçekleşiyor.)
Bu arada kitaplara geçmeden: Sookie Stackhouse serisiyle Twilight/Alacakaranlık serisi arasında gereğinden fazla benzerlik olduğunu düşünen yok mu? Sookie Stackhouse, insanların düşüncelerini okuyabilen bir insanın, düşüncelerini duyamadığı bir vampire (özellikle düşüncelerini duyamadığı için) aşık olmasıyla ilgili. Twilight da, insanların düşüncelerini okuyabilen bir vampirin, düşüncelerini duyamadığı bir insana (özellikle düşüncelerini duyamadığı için) aşık olmasıyla ilgili. Daha sonra yazılmış olan Twilight serisinin yazarının, Sookie Stackhouse serisinden "ilham" alıp, sonra da daha kolay heyecanlanabilen daha büyük bir kesime hitap edebilmek için bu fikirleri ergenlere özgü bir hikayeye dönüştürüp bundan bir seri doğurmuş olması, ve de Twilight serisinin dünyada Sookie Stackhouse serisiyle karşılaştırılamayacak kadar çok ses getirmiş olması, biraz midemi kaldırıyor. Özellikle Meyer'ın, 12-19 yaşları arasındaki kızların yüreklerini "Edward, Edward!" diye hoplatmak için, insanların düşüncelerini okuyabilme gücünü de yarattığı vampir-oğlana vererek onu iyice insan-üstü bir yaratık yaptığını; ve yine bu küçük kızların kendilerini sıradan, güçsüz, ortalamanın altı kızın yerine kolayca koyabilmeleri için Edward'ın aşık olduğu insan-kızı hiç ama hiçbir güce sahip olmayan, zayıf, mızmız, sakar, sürekli korunmaya muhtaç, ortalamanın altı bir hatun olarak çizdiğini düşünecek olunca.
Louisiana'daki küçük bir güneyli kasabasında bir bar/restoranda garsonluk yapan Sookie Stackhouse, serinin baş kahramanı. Sookie insanların düşüncelerini okuyabiliyor -kitapta bu yeteneği "telepatlık" olarak geçip duruyor, ama ben Türkçe telepat diye sözcüğün var olduğuna emin değilim :) Fakat kendisinden medyum diye bahsetmek de ayıp olur, o yüzden ben de çeviriye uyup telepat diyeceğim gerektiğinde, görmezden geliniz. Eğer o sırada kendini özellikle zorluyor, duymamak için çaba harcamıyor değilse, etrafındaki insanların akıllarından geçeni istemese de duyuyor/görüyor Sookie. Telepatlığının Sookie'yi kasabadaki diğer insanlardan uzaklaştırmış, onlara yabancılaştırmış olması, okuyucunun kendisini Sookie'yle özdeşleştirebilmesine yardımcı oluyor. Ergenlik yıllarının büyük bölümünü, diğer insanların düşünce baloncuklarının uğultusunu duymamaya çalışarak geçirmiş, bunun gerektirdiği konsantrasyon ve çabadan dolayı da, okulda çok başarılı olamamış ve üniversiteye gitmemiş. Yine de garsonluk yapmayı ve büyükannesiyle yaşamayı seviyor Sookie (anne babası o küçükken ölmüş), en büyük derdi bir sevgilisinin olmaması. Birkaç kez denemiş, ama sevişmeye hazırlanan erkeğin kafasında o kadar rahatsız edici düşünceler oluyormuş ki, vazgeçmiş.
Gündüz Ölüsü'nün evreni bizimkine çok benziyor, tek farkla: Orada vampirler, ortaya çıkarak varlıklarını dünyaya göstermiş ve yasal vatandaşlar olmuşlar. Aslında bizim efsanelerimize de uyan bir şekilde, orada da ezelden beri varlar, fakat günümüzden birkaç yıl öncesine dek hep gizlilik içinde yaşamayı tercih etmişler. En sonunda kendilerini göstermeye karar vermelerinin nedeni de, bir Japon firmasının yapay kan üretimine başlamış olması. Artık insanlardan beslenmek zorunda değiller, bu durumda belki hep birlikte, barış içinde yaşayabilirler... Sookie vampirleri merak ediyor, daha önce bir tanesini bile yakından görmemiş. Bu nedenle bir gece Bill adında bir vampir Sookie'nin çalıştığı bara gelince çok mutlu oluyor kızımız, üstelik düşüncelerini de okuyamıyor bu vampirin! Bill'in Sookie'ye en çekici gelen yanının vampirliğiyle falan ilgisi yok; Sookie Bill'in düşüncelerini okuyamadığı için yanında son derece rahat, huzurlu, sessiz, hepsi bu. Telepatlığını bir yetenek değil de bir kusur olarak, engel olarak, hatta özür olarak görüyor Sookie, ki son derece anlaşılır bence. Sürekli insanların akıllarından geçen birbirinden pis düşünceleri duymak zorunda olmak, çok korkunç olurdu herhalde.
Sookie'yle Bill birlikte olmaya başlıyorlar, ama bu tarz vampir/romantik türünde kitaplarda olduğu gibi hemen deli gibi aşık olmuyorlar birbirlerine –Sookie Bill'e olmuyor, en azından. Bill'in vampirliği, kan içmek zorunda olması, sürüyle cinayet işlemiş olması, aslında ölü olması Sookie için çekici şeyler değil, tersine, normal bir insanın vermesi gereken tepkiyi veriyor ve bu özelliklerden tiksiniyor Sookie. O normal bir ilişki yaşayabilmeye uğraşadursun, yaşadıkları bölgedeki kadınlar birer birer öldürülmeye başlıyor. Başlarda vampir işi gibi görünüyor bu ve Bill tüm şüpheleri üzerinde topluyor, ardından katilin bir vampir olmadığı anlaşılıyor, bu sefer de öldürülen kadınların tümüyle şu ya da bu zamanda birlikte olmuş olan Jason, Sookie'nin çapkın abisi polisin şüphesini çekiyor. Katil, vampirleri seven, garsonluk gibi işlerde çalışan, eğitimsiz genç kadınları seçiyor kendine kurban olarak, eh, Sookie'yi de gözüne kestirmesi çok zaman almıyor.
Serinin ikinci kitabında, vampir dünyasındaki hiyerarşi ve politikayla tanışıyoruz. Çalıştığı barın otoparkına park edilmiş bir arabanın garajında arkadaşı Lafayette'in cesedini bulan Sookie, bu olayı araştırmaya karar veriyor. Fakat daha pek bir şey öğrenemeden, Yunan mitolojisinden doğaüstü bir varlık olan bir maenad tarafından ormanda saldırıya uğrayarak zehirleniyor. Ölümün kıyısından dönen cesur kızımız, daha bunun şokunu atlatamadan, Eric'le yaptığı anlaşma gereğince (ki 5. bölgedeki vampirlerin şerifi ve Bill'in patronu olan bu Eric ilk kitapta pek yoktu ama, Şehir Ölüsü'nde karakteri leziz bir biçimde derinleştiriliyor), kayıp arkadaşlarını bulmak isteyen vampirlere yardım etmek için küçük bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor. Dallas'taki vampirlerin Sookie'nin telepatik güçlerine ihtiyaçları var, bu nedenle Sookie Bill'le Dallas'a gidiyor. Kısa sürede anlıyor ki, bu kayıp vampirin gizemini aydınlatmak, The Fellowship of the Sun isminde, vampirlerden nefret eden dindar fanatiklerden oluşan bir tarikata sızmak, Lafayette'in katilini bulmak ve de şu kızgın maenad'la uğraşmak sadece ona düşüyor.
Gündüz Ölüsü'nün aksine tempo hiç düşmüyor Şehir Ölüsü'nde, karakterler de (hem insan, hem de pek o kadar insan olmayan) çok iyi çizilmiş, derinleşiyorlar gitgide (üçüncü kitap olan Kulüp Ölüsü daha da iyi bu bağlamda). Vampirlerle ilgili de ilk kitaba oranla çok daha fazla şey öğreniyoruz, ama ne kadar çok şey öğrenirsek, aslında onlarla ilgili o kadar az şey bildiğimizin farkına varıyoruz. Zaten okuyucunun merakını cezbeden, öyküyü taze tutan da bu bence, karakterlerin sürekli gelişmeye ve derinleşmeye devam etmesi.
Tek bir ana hikaye yerine üç farklı teması var Şehir Ölüsü'nün, birbirlerine ustalıkla dolanmış falan da değiller. Bu yapının biraz tuhaf olduğunu inkar etmiyorum, başlardaki konu aceleyle bırakılmış ve başka bir hikayeye atlanmış, sonra da beklenmedik bir zamanda ilk öyküye dönülüp çok da gerçekçi olmayan bir telaşla çözülmüş gibi gelmiyor değil. Bu nedenle roman genel olarak bütünlükten yoksun gelebilir bazı okuyuculara. Ancak ben Gündüz Ölüsü'nden daha çok sevdim Şehir Ölüsü'nü, belki de her kitabı bir öncekinden daha çok sevdiğim, karakterler her yeni kitapla daha ilginç bir hal almaya başladığı için. Ya da yazınsal olarak beni daha çok tatmin ettiği için: Aralarda göze batan ifadelere rastlamak mümkünse de, ilk kitaba göre daha düzgün ve akıcı buldum yazarın dilini Şehir Ölüsü'nde.
Harris'in yarattığı dünyanın politik durumu ve ahlaki ikilemleri de bir hayli hoşuma gitti. Vampirler her zaman nefrete, bağnazlığa ve ırkçılığa maruz kalıyorlar, kendilerini ortadan kaldırmaya karar verebilecek insanlardan koruyacak yasalar yok ortada, üstelik sırf onları bulup öldürmeye adanmış organizasyonlar ve tarikatlar mevcut. Pek çoğu insanların arasına karışmaya, kabul görmeye çalışıyor. İnsanları hipnotize ederek gönüllü bir şekilde kanlarının bir kısmını alabilecekleri, sonra da bunu unutturarak çekip gidebilecekleri halde, sadece yapay (ve tatsız), ama yasal kandan beslenenleri bile var. Güneyli Vampir serisinde vampirler azınlığı, ezilen bir halkı oluşturuyor.
Bu tarz kitaplarda çoğunlukla olduğu gibi birinci tekil şahıstan, Sookie'nin bakış açısından yazılmış romanlar. Öyküyü ana konudan çok, Sookie'nin duyguları ve karakterler arasındaki etkileşimleri götürüyor. Az da olsa bir cinsel içerik var kitaplarda, Güneyli Vampir serisini gençlere hitap eden vampir kitaplarından ayıran şeylerden biri de bu. Harris'i özellikle, gerçeğe yakın, kusurlu, sıradan ama eğlenceli karakterler yaratmakta usta buldum. Sookie'nin telepatlığı, diğer karakterlerin tümünün motivasyonlarını anlamamız için de çok yararlı bir araç olmuş.
Pek fazla düşünmeyi gerektirmeyen ama katışıksız eğlence vadeden çerezlik kitap arayışınız varsa, vampirler, gizemli cinayetler, küçük kasabalar da hoşunuza giden temalarsa, Güneyli Vampir sizi tatmin edecek bir dizi. Yazınsal abur-cuburların en ideallerinden sayılmak için gereken tüm malzemeler var bence bu seride; hızlı bir tempo, çuval dolusu aksiyon, sempatik karakterler, romanların geneline hakim olan havada komik, seksi ve ciddinin güzel bir karışımı... Şimdilik dokuz kitabı var serinin, bu ay onuncusu çıkacak yanılmıyorsam. Türkçeye yalnızca ilk üç roman çevrildi fakat serinin devamının da çevirisi yapılıyor diye biliyorum, bekleyemem derseniz ve İngilizceniz fena değilse orijinalinden de okuyabilirsiniz, gayet basit bir dili var. Bir de, eğer True Blood'ı izliyor ve seviyorsanız, romanlarını çok daha fazla seveceğinizi garanti edebilirim.
Gündüz Ölüsü
Louisiana'daki küçük bir güneyli kasabasında bir bar/restoranda garsonluk yapan Sookie Stackhouse, serinin baş kahramanı. Sookie insanların düşüncelerini okuyabiliyor -kitapta bu yeteneği "telepatlık" olarak geçip duruyor, ama ben Türkçe telepat diye sözcüğün var olduğuna emin değilim :) Fakat kendisinden medyum diye bahsetmek de ayıp olur, o yüzden ben de çeviriye uyup telepat diyeceğim gerektiğinde, görmezden geliniz. Eğer o sırada kendini özellikle zorluyor, duymamak için çaba harcamıyor değilse, etrafındaki insanların akıllarından geçeni istemese de duyuyor/görüyor Sookie. Telepatlığının Sookie'yi kasabadaki diğer insanlardan uzaklaştırmış, onlara yabancılaştırmış olması, okuyucunun kendisini Sookie'yle özdeşleştirebilmesine yardımcı oluyor. Ergenlik yıllarının büyük bölümünü, diğer insanların düşünce baloncuklarının uğultusunu duymamaya çalışarak geçirmiş, bunun gerektirdiği konsantrasyon ve çabadan dolayı da, okulda çok başarılı olamamış ve üniversiteye gitmemiş. Yine de garsonluk yapmayı ve büyükannesiyle yaşamayı seviyor Sookie (anne babası o küçükken ölmüş), en büyük derdi bir sevgilisinin olmaması. Birkaç kez denemiş, ama sevişmeye hazırlanan erkeğin kafasında o kadar rahatsız edici düşünceler oluyormuş ki, vazgeçmiş.
Gündüz Ölüsü'nün evreni bizimkine çok benziyor, tek farkla: Orada vampirler, ortaya çıkarak varlıklarını dünyaya göstermiş ve yasal vatandaşlar olmuşlar. Aslında bizim efsanelerimize de uyan bir şekilde, orada da ezelden beri varlar, fakat günümüzden birkaç yıl öncesine dek hep gizlilik içinde yaşamayı tercih etmişler. En sonunda kendilerini göstermeye karar vermelerinin nedeni de, bir Japon firmasının yapay kan üretimine başlamış olması. Artık insanlardan beslenmek zorunda değiller, bu durumda belki hep birlikte, barış içinde yaşayabilirler... Sookie vampirleri merak ediyor, daha önce bir tanesini bile yakından görmemiş. Bu nedenle bir gece Bill adında bir vampir Sookie'nin çalıştığı bara gelince çok mutlu oluyor kızımız, üstelik düşüncelerini de okuyamıyor bu vampirin! Bill'in Sookie'ye en çekici gelen yanının vampirliğiyle falan ilgisi yok; Sookie Bill'in düşüncelerini okuyamadığı için yanında son derece rahat, huzurlu, sessiz, hepsi bu. Telepatlığını bir yetenek değil de bir kusur olarak, engel olarak, hatta özür olarak görüyor Sookie, ki son derece anlaşılır bence. Sürekli insanların akıllarından geçen birbirinden pis düşünceleri duymak zorunda olmak, çok korkunç olurdu herhalde.
Sookie'yle Bill birlikte olmaya başlıyorlar, ama bu tarz vampir/romantik türünde kitaplarda olduğu gibi hemen deli gibi aşık olmuyorlar birbirlerine –Sookie Bill'e olmuyor, en azından. Bill'in vampirliği, kan içmek zorunda olması, sürüyle cinayet işlemiş olması, aslında ölü olması Sookie için çekici şeyler değil, tersine, normal bir insanın vermesi gereken tepkiyi veriyor ve bu özelliklerden tiksiniyor Sookie. O normal bir ilişki yaşayabilmeye uğraşadursun, yaşadıkları bölgedeki kadınlar birer birer öldürülmeye başlıyor. Başlarda vampir işi gibi görünüyor bu ve Bill tüm şüpheleri üzerinde topluyor, ardından katilin bir vampir olmadığı anlaşılıyor, bu sefer de öldürülen kadınların tümüyle şu ya da bu zamanda birlikte olmuş olan Jason, Sookie'nin çapkın abisi polisin şüphesini çekiyor. Katil, vampirleri seven, garsonluk gibi işlerde çalışan, eğitimsiz genç kadınları seçiyor kendine kurban olarak, eh, Sookie'yi de gözüne kestirmesi çok zaman almıyor.
Şehir Ölüsü
Serinin ikinci kitabında, vampir dünyasındaki hiyerarşi ve politikayla tanışıyoruz. Çalıştığı barın otoparkına park edilmiş bir arabanın garajında arkadaşı Lafayette'in cesedini bulan Sookie, bu olayı araştırmaya karar veriyor. Fakat daha pek bir şey öğrenemeden, Yunan mitolojisinden doğaüstü bir varlık olan bir maenad tarafından ormanda saldırıya uğrayarak zehirleniyor. Ölümün kıyısından dönen cesur kızımız, daha bunun şokunu atlatamadan, Eric'le yaptığı anlaşma gereğince (ki 5. bölgedeki vampirlerin şerifi ve Bill'in patronu olan bu Eric ilk kitapta pek yoktu ama, Şehir Ölüsü'nde karakteri leziz bir biçimde derinleştiriliyor), kayıp arkadaşlarını bulmak isteyen vampirlere yardım etmek için küçük bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor. Dallas'taki vampirlerin Sookie'nin telepatik güçlerine ihtiyaçları var, bu nedenle Sookie Bill'le Dallas'a gidiyor. Kısa sürede anlıyor ki, bu kayıp vampirin gizemini aydınlatmak, The Fellowship of the Sun isminde, vampirlerden nefret eden dindar fanatiklerden oluşan bir tarikata sızmak, Lafayette'in katilini bulmak ve de şu kızgın maenad'la uğraşmak sadece ona düşüyor.
Gündüz Ölüsü'nün aksine tempo hiç düşmüyor Şehir Ölüsü'nde, karakterler de (hem insan, hem de pek o kadar insan olmayan) çok iyi çizilmiş, derinleşiyorlar gitgide (üçüncü kitap olan Kulüp Ölüsü daha da iyi bu bağlamda). Vampirlerle ilgili de ilk kitaba oranla çok daha fazla şey öğreniyoruz, ama ne kadar çok şey öğrenirsek, aslında onlarla ilgili o kadar az şey bildiğimizin farkına varıyoruz. Zaten okuyucunun merakını cezbeden, öyküyü taze tutan da bu bence, karakterlerin sürekli gelişmeye ve derinleşmeye devam etmesi.
Tek bir ana hikaye yerine üç farklı teması var Şehir Ölüsü'nün, birbirlerine ustalıkla dolanmış falan da değiller. Bu yapının biraz tuhaf olduğunu inkar etmiyorum, başlardaki konu aceleyle bırakılmış ve başka bir hikayeye atlanmış, sonra da beklenmedik bir zamanda ilk öyküye dönülüp çok da gerçekçi olmayan bir telaşla çözülmüş gibi gelmiyor değil. Bu nedenle roman genel olarak bütünlükten yoksun gelebilir bazı okuyuculara. Ancak ben Gündüz Ölüsü'nden daha çok sevdim Şehir Ölüsü'nü, belki de her kitabı bir öncekinden daha çok sevdiğim, karakterler her yeni kitapla daha ilginç bir hal almaya başladığı için. Ya da yazınsal olarak beni daha çok tatmin ettiği için: Aralarda göze batan ifadelere rastlamak mümkünse de, ilk kitaba göre daha düzgün ve akıcı buldum yazarın dilini Şehir Ölüsü'nde.
_________ o _________
Harris'in yarattığı dünyanın politik durumu ve ahlaki ikilemleri de bir hayli hoşuma gitti. Vampirler her zaman nefrete, bağnazlığa ve ırkçılığa maruz kalıyorlar, kendilerini ortadan kaldırmaya karar verebilecek insanlardan koruyacak yasalar yok ortada, üstelik sırf onları bulup öldürmeye adanmış organizasyonlar ve tarikatlar mevcut. Pek çoğu insanların arasına karışmaya, kabul görmeye çalışıyor. İnsanları hipnotize ederek gönüllü bir şekilde kanlarının bir kısmını alabilecekleri, sonra da bunu unutturarak çekip gidebilecekleri halde, sadece yapay (ve tatsız), ama yasal kandan beslenenleri bile var. Güneyli Vampir serisinde vampirler azınlığı, ezilen bir halkı oluşturuyor.
Bu tarz kitaplarda çoğunlukla olduğu gibi birinci tekil şahıstan, Sookie'nin bakış açısından yazılmış romanlar. Öyküyü ana konudan çok, Sookie'nin duyguları ve karakterler arasındaki etkileşimleri götürüyor. Az da olsa bir cinsel içerik var kitaplarda, Güneyli Vampir serisini gençlere hitap eden vampir kitaplarından ayıran şeylerden biri de bu. Harris'i özellikle, gerçeğe yakın, kusurlu, sıradan ama eğlenceli karakterler yaratmakta usta buldum. Sookie'nin telepatlığı, diğer karakterlerin tümünün motivasyonlarını anlamamız için de çok yararlı bir araç olmuş.
Pek fazla düşünmeyi gerektirmeyen ama katışıksız eğlence vadeden çerezlik kitap arayışınız varsa, vampirler, gizemli cinayetler, küçük kasabalar da hoşunuza giden temalarsa, Güneyli Vampir sizi tatmin edecek bir dizi. Yazınsal abur-cuburların en ideallerinden sayılmak için gereken tüm malzemeler var bence bu seride; hızlı bir tempo, çuval dolusu aksiyon, sempatik karakterler, romanların geneline hakim olan havada komik, seksi ve ciddinin güzel bir karışımı... Şimdilik dokuz kitabı var serinin, bu ay onuncusu çıkacak yanılmıyorsam. Türkçeye yalnızca ilk üç roman çevrildi fakat serinin devamının da çevirisi yapılıyor diye biliyorum, bekleyemem derseniz ve İngilizceniz fena değilse orijinalinden de okuyabilirsiniz, gayet basit bir dili var. Bir de, eğer True Blood'ı izliyor ve seviyorsanız, romanlarını çok daha fazla seveceğinizi garanti edebilirim.
9 yorumcuk:
Oley, okumusun! :D Tabii ben yaklaşık bir senedir seriye dair bir yazı yazmaya niyetlenip de benden önce davranman daha hoş olmuş. :P Ama daha güzel yazamazdım herhalde :D
Türkçe isimleri çok komik ya, 'ölü' kelimesi üzerinden gitmek istemeleri güzel ve mantıklı bir durum ama kulüp ölüsü ne ya :D Dünya Ölüsü, Kesin Ölüsü, Çivi Ölüsü falan diye devam mı ettiricekler, anlamadım. :P
10. kitap Dead in the Family, 4 Mayıs itibariyle çıktı, isminden anlaşılabileceği gibi 'Aile' meselelerine giriyoruz, sevgili vampirlerimizin ailelerini tanıyoruz. :)
hohoho, eyvallah :) ben hâlâ sen firely yazarsın diye bekliyorum ama umudumu yitirmek üzereyim :) kitapların adlarının çevirisi çok komik gerçekten, yani anlıyorum hani her birinde "ölüsü" kelimesi geçsin de sıradışı dursun istemişler, ama serinin diğer kitaplarının adlarına hiç bakmamışlar mı? senin çeviri önerilerini görüyor ve kesinkes ölüsü ile kapı tokmağı ölüsü olarak arttırıyorum :p zaten daha birinciden ters geldi bana, gündüz ölüsü "dead until dark"ın anlamını vermiyor ki... karanlık basana kadar ölü, dallas'taki yaşayan ölü, kulüpteki ölü gibi çok daha modamod bir çeviri olsaymış daha mantıklı olurmuş sanki..
ben kitapları okumadım seriyi izliyorum ikinci sezondayım, onlar hakkında yazmaya başladığında paylaşırım fikirlerimi, bence dizi çok iyi bi yapım olmanın direğinden dönmüş ama jeneriği bi başyapıt! :) vampir edebiyatı çok okuduğum bi tür değil ama kitaplara da bu yazı sayesinde merak duymaya başladım üşenmezsem ve okunacaklarımın arasında yer açabilirsem okuyacam,
güzel inceleme eline sağlık
eyvah, diziyi bir cümlede tanımla deseler yorumda yazdığın cümleyi kurardım, blogda yazmadan 2. sezonu izlemeyi planlıyorum ama fikirlerim değişmez herhalde bu saatten sonra... neyse asıl yazıya saklayayım fikirlerimi :)
Aaa 2. sezonu izlemedin mi daha :D Ahaha izle de naptılar gör :P Alan Ball'a büyük saygım var Six Feet Under'dan dolayı ama True Blood'da özellikle ikinci sezonda etmediğim küfür kalmadı kendisine karşı, üzgünüm. :P Saçma bir Eric, Gossip Girl'den fırlamış gelmiş bir Queen, aptallıkta sınır tanımayan bir Sookie ve niceleri.. :P
İyi de ben Firefly yazısı yazdım ki geçen ay falan :P http://persephonesanima.blogspot.com/2010/03/you-cant-take-sky-from-me.html
yani sookie ilk sezonda aptallıkta sınır tanıyor muydu ki? gerçekten ikinci sezonda daha ne kadar aptallaştırabilirler bilemiyorum. eric'ten hiç bahsetmiyorum bile.
firefly'ı ne ara yazdın, ben ne ara kaçırdım, hemen bakalım!
Daha hiçbir şey görmedin. :P İlk sezon ve ilk kitap gene paraleldi, ikinci sezondaysa dizi tamamen bağımsızlığını ilan ediyor. Nasıl toparlayacaklar, diğer kitaplarda çıkan şeylerle nasıl alaka kuracaklar bilemiyorum cidden. Tek çareleri daha da alakasızlaşmak ve bambaşka bir hikaye yaratmak çünkü artık bu saatten sonra.
southern vampire mysteries'i de twilight'i da okudum, meyer'in pek cok seyi bu kitaplardan aldigi konusundaki fikrinize sonuna kadar katiliyorum. ayni sekilde vampire diaries'ten de birseyer yurutmus ama sookie stackhouse serisinden aldiklari o kadar bariz ki... kopya ceken taraf o oldugu halde yazdiklarinin bu kadar cok satmasi ustune ustluk southern vampire'le karsilastirildiginda seksist ve trashy genclik kitaplarindan farki kalmamasi isi daha da kotu yapiyor. southern vampire serisi junk food sadece, trashy denemez. sizin de belirttiginiz gibi cok da komik ve eglenceli ayrica. koylulerden olusan bir background ve politik gondermeler de cok basarili.
twilight kitabi diliyle olsun, hikayesiyle olsun "kiro." filmleri de cok kotu bence. senin de dedigin gibi sookie serisi, arka plani sayesinde cok ozgun bir dizi olmus. dizide de ustune cok basilan escinsellik ve irk konularina gondermeler, vampir edebiyatinin nasil zekice kullanilabilecegini kanitliyor. twilight ise vampir turunu evlenmeden once iliski kurma gibi kotu bir mesaj ve senin de dedigin gibi cok basit bir kadin bas karakter ile resmen harciyor.
Yorum Gönder