31 Mart 2010 Çarşamba

El Secreto De Sus Ojos

El Secreto De Sus Ojos (The Secret in Their Eyes)
Yönetmen: Juan José Campanella
Yazar: Juan José Campanella (senaryo), Eduardo Sacheri (roman)
Oyuncular: Ricardo Darín, Soledad Villamil, Pablo Rago, Guillermo Francella, Javier Godino
Tür: Suç|Dram|Gizem|Romantik|Gerilim
Yapım yılı: 2009
Süre: 127 dk.
Ülke: Arjantin|İspanya
Dil: İspanyolca
IMDB puanı: 8.4/10
Çavlan'ın puanı: 9.5/10
Umut'un puanı: 9/10

Önce kanınızı donduran, ardından gözlerinizi dolduran, sonra sizi gülme krizine sokan, sonra da tüylerinizi ürperterek şöyle iyice bir sarsan, bunların hepsini de 2 saatte yapmayı becerebilen bir filmle karşı karşıyayız, en iyi yabancı film Oscar'ıyla Goya'da en iyi film ödülünü kapmış bir film bu üstelik. Hollywood'a göndermeler yapan, ama bunu nanik (!) şeklinde gerçekleştirilen, aynı zamanda Güney Kore ve İngiliz sinemasına da minik selamlar çakan El Secreto De Sus Ojos, Eduardo Sacheri'nin romanından uyarlama. Yönetmen koltuğunda, senaryoyu da yazan Juan José Campanella var, ki kendisi House ve Law and Order dizilerinde yönetmenlik yapmış.

Benjamín Esposito (Ricardo Darín), elinde kağıt kalem, bir şeyler yazarken başlar El Secreto De Sus Ojos. Üç farklı sekans görürüz biz de daha ilk dakikalarda; bir tren garında giden trenin arkasından koşan bir kadın, kocasıyla kahvaltı eden, reçelini yerken gülen, yüzüne güneş ışığı vuran genç bir kız, ve aynı kız, tecavüze uğrarken. Çok geçmeden anlarız ki, bu gördüklerimiz, Benjamín'in kaleminden kağıda dökülen, sonra da yırtıp atılanlar. Yıl 1999. Şimdi hakim olmuş eski dostu Irene Menéndez Hastings'i (Soledad Villamil) ziyarete gider Benjamín, emekliliğin yaşamında açtığı boşluğu doldurabilmek için bir roman yazmaya başladığını söyler Irene'ye. Romanının 25 yıl önce, üzerinde birlikte çalıştıkları bir tecavüz ve cinayet davasıyla ilgili olduğu anlatınca, Irene'nin yüzü bulutlanır.

29 Mart 2010 Pazartesi

Shutter Island

Yönetmen: Martin Scorsese
Yazar: Laeta Kalogridis (senaryo), Dennis Lehane (roman)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams
Tür: Suç|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 2010
Süre: 138 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 8/10
Umut'un puanı: 8.4/10

Pek çok film, son sahnelerinde izleyiciyi şaşırtabilme becerisiyle değerlendirilir oldu. İstediği kadar boşluklar olsun senaryoda, performanslar vasat, kurgu kusurlu olsun, eğer sonunda izleyiciyi şaşırtabilirse, filmdeki tüm sorunları unutup, filme ayılıp bayılmaya hazır günümüz seyircisi. Yapımcılar bunu seyirciye berbat filmleri sevdirmek için kullanmaya başladı, seyirci de twist'li sonları o kadar sevdi ki, her filmde bunu bekler oldu. Martin Scorsese'in son filmi olan Shutter Island'ın bu kadar yanlış anlaşılan bir film olmasının nedeni de bu bence. Sonunda büyük bir twist varmış gibi pazarlandı, izleyici devasa bir twist bekleyerek filmi izlemeye koyuldu. Oysa yok bir twist, öyle bir film değil bu! İyi anlatılmış, gerilimli bir hikaye sadece. Pek çok yerde nereye gittiğini sorguluyorsunuz evet, ama sinemaya az buçuk aşinaysanız, filmin sonunu ve aslında olmayan "twist"i, elbette ayrıntılarıyla değil ama kabataslak biçimde onuncu dakikada aklınızdan geçiriyorsunuz zaten, yönetmen böyle istiyor çünkü, yavaş yavaş açığa çıkan her şeyin ipuçlarını serpiştirmiş filmin bilumum yerlerine. Baştan aşağı mantıklı, Hitchcockvari bir gerilim filmi yani Shutter Island. Son sahnesine inanılır olmayan bir twist yerleştirip gerisini boşveren filmlerden çok uzak. Sizi ilk dakikalarından itibaren dehşet ve çaresizlik hissi üzerine kurulu güçlü atmosferinin içine sokan, zarif, çarpıcı, usta işi bir film.

28 Mart 2010 Pazar

Anket Manket

Selamlar, sevgiler, hürmetler :)

Blogumuzda en çok hangi tür yazıların takip edildiğini merak ettik, sol taraftaki ankete katılarak bu konuda bizi aydınlatırsanız şahane olur.

Güncelleme: Anket tamamlandı, kendisini kaldırıyoruz, fakat merak eden olursa diye sonuçları bu postta da belirtelim dedik. 1 hafta demiş olmamıza rağmen daha 3 gün olmadan kaldırmamızın nedeni, istediğimiz bilgiye ulaştığımızı düşünmemiz, bir de malum, Blogger'ın çirkin anket widget'ının sade sayfa tasarımımızı bozması :)

Sonuçlar solda da gördüğünüz üzere şu şekilde: 96 kişi film, 77 kişi dizi, 76 kişi kitap, 32 kişi de oyun demiş. Okuyucuların %73'ü film yazılarını, %58'i dizi ve kitap yazılarını, %24''ü de oyun yazılarını takip ediyor. Bu da demek ki, okuyucuların %34'ü film, %28'i dizi, %27'si kitap, %11'i de oyun yazılarını seviyor en çok. Anket amacına ulaştı, katıldığınız için teşekkür ederiz :)

27 Mart 2010 Cumartesi

Açlık Oyunları

Distopik bilim kurgu türüne dahil edebileceğimiz Açlık Oyunları, aynı adlı üçlemenin ilk kitabı (ikincisi Ateşi Yakalamak, üçüncüsü olan Alaycı Kuş ise ağustosta çıkacak). Belki ilk kitabın konusuna pek orijinal diyemeyiz (hatta Battle Royale, The Running Man, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Survivor kırması diyebiliriz), ama kurgu o kadar başarılı ki, ilk bölümü okuduktan sonra herhangi bir orijinallik derdinizin kalmayacağını, sadece ve sadece kitabı bitirmeye odaklanacağınızı şahsen garanti ediyorum. Üstelik istediği kadar şundan bundan "etkilenmeler" taşıyor olsun, hikaye süper bence. Herkesin bir zaafı, özel merakı vardır, benimki de distopyalar ve Survivor tarzı yarışmalar, ikisi birleşince tadından yenmez bir şey oluyor benim için.

Belirsiz bir gelecekte, coğrafi olarak günümüzdeki Kuzey Amerika'nın bulunduğu yerde Capitol denilen büyük bir kent ve bu kente bağlı sömürgeler halinde yaşayan toplulukların bulunduğu mıntıkalar var. Teknoloji inanılmaz ilerlemiş, ama halkın büyük bölümü inanılmaz ölçüde fakirleşmiş. Capitol'deki her şeyden habersiz, kafaları pek bir şeye basmayan, magazin meraklısı estetik ameliyat delisi insanlar bir yana, mıntıkalarda yaşayan asıl halk açlıktan ölmeme savaşı veriyor. Bölgeleri elektrikli çitlerle çevrili ve bulundukları yeri terk etme izinleri yok. Aslında hiçbir şeye izinleri yok, Capitol yönetimine ters düşen bir düşünceyi ağızlarından kaçırırlarsa örneğin, kendilerine "Barış Muhafızları" diyen askerler gelip kafalarına bir kurşun sıkabilir.

26 Mart 2010 Cuma

Heroes vs. Villains: Banana Etiquette

(Survivor 20.3 - 20.6)

Çavlan'ın ardarda gelen popüler yazılarından sonra benimki biraz sönük kalacak ama yine bir Survivor bölüm incelemesi yazmadan edemeyeceğim. :) Açıkçası pek çok insanın aksine, Survivor'un yeni bölümlerini Lost'tan çok daha fazla hevesle bekliyorum. "Ada esasında bir tıpa" gibi bir açıklama için 6 sezon izlediğimi, zaman yolculuğu teorileri üzerine kafa yorduğumu düşünmek istemiyorum zaten.

6. bölümle birlikte sezonun şu ana kadarki en iyi bölümünü izledik bence! Tabii ki bölümü güzelleştiren her şey yine Villains Tribe'ından geldi. (James'in gönderilmesi dışında tabii, heroes tribe'ının yapabildiği tek iyi şey de buydu şimdiye kadar, çok acıklı be.. Bölümün de adı "banana etiquette", yani adam sakat diye göndermediler geçen hafta, şimdi fazla muz yedi diye mi gönderdiler, değişen ne oldu ki başka anlamadım. Ne saçma bir tribe bu yahu.)

25 Mart 2010 Perşembe

Lost 6.9: Ab Aeterno

İncelemeye girişmeden meraklısına minik bir bilgi: bölüme adını veren Ab Aeterno, "zamanın başlangıcından beri" gibi bir anlama geliyor.

Jacob'ın adaya insanları nasıl getirdiğini olmasa da neden getirdiğini öğrendik bu bölümde. Flocke (Man in Black'ten Locke'ın bedeninde değilken bile Flocke diye bahsetmenin mantıksız olduğunu biliyorum, ama alışkanlık oldu artık), herkesin doğası gereği yozlaşmış olduğuna inanırken, Jacob insanoğlunun şeytana uymayarak doğru kararlar verebileceğine inanıyor ve bir nevi teste girişerek, insanları tek tek adaya düşürmeye başlıyor. Hiçbir şekilde müdahele etmeden, içinden çıkılması zor etik problemlerle karşı karşıya geldiklerinde, kendi başlarına doğru yolu bulabileceklerini göstermeye çalışıyor Flocke'a. İlginç, değil mi? Sadece günahın doğası üzerine bir tartışmayı kazanmak için yabancılara işkence etmesi, pek "iyi" göstermiyor Jacob'ı bana kalırsa. Ondan da önemlisi, sırf bir şeyleri Flocke'a kanıtlayabilmek için bu kadar zahmete girmesi... Yani, hiç kimseyi adaya çekmese, Flocke'ın kendisi öldürtme ve adadan kurtulma, sonuç olarak da "kötülüğünü dünyaya yayma" gibi bir ihtimali kalmayacak. Çok akıllı değil galiba bu Jacob.


23 Mart 2010 Salı

2000'lerin En İyi 20 Dizisi

Böyle havalı bir başlık attım atmasına da, fevkalade kişisel bir liste hazırladım aslında. Bilmediğim/izlemediğim/sevmediğim sürüyle dizi var, sizin favorileriniz farklıysa yorum bölümünde belirtmekten çekinmeyin o yüzden.

Dizilerin ayrı ayrı açıklamalarını yapayım dedim ama daha üçüncü dizide içime fenalıklar geldi, her diziden ayrı bir yazı çıkması gerektiğine ve yirmi diziyi destansı uzunlukta tek bir yazıda toplamaya kasarak gençliğimi harcamamaya karar verdim. O yüzden kısa bir künye ve görsel dışında çıplaklar, o yüzden biraz ruhsuz duruyorlar. Ama isimlerine tıklarsanız ilgili hoş sitelere gidiyorsunuz.

Listedeki bir İngiliz dizisi, bir de animenin TV.com değil IMDb puanlarını aldım buraya, çünkü TV.com seyircisine Amerikan dizileri dışında güvenilmeyeceği düşüncesindeyim. Bir de Seinfeld 2000'lere kalmadı, 1998'de bitti, ama herhangi bir "en iyiler" listesine girmemesine gönlüm razı olmadı. Görmezden geliverin.

1. House

21 Mart 2010 Pazar

Yanılsamalar Kitabı



Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağaç, ses çıkarır mı? Bu felsefe dersi klişesine Yanılsamalar Kitabı'nın bir noktasında rastlamak mümkün. Ama romanın sunduğu asıl soru şu: eğer bir adam, kimsenin fark etmediği bir yaşam sürerse, gerçekten yaşamış sayılır mı?

Karısı ve çocuklarını bir uçak kazasında yitiren edebiyat profesörü David Zimmer, hayata küsmüş, günlerini bir alkol ve keder bulutunun içinde geçirmeye başlamıştır. Bir gece televizyonda sessiz film döneminin kayıp komedi oyuncusu Hector Mann'la ilgili bir belgesele rastlar, Mann'ın eski filmlerinden bir bölüm, Zimmer'ı aylardan beri ilk kez güldürür. O kısa gülüş anı, içinde hâlâ yaşamak isteyen bir parça olduğuna inandırır Zimmer'ı, ama beynini meşgul edecek, sabahları yataktan kalkmasını sağlayacak bir amaca ihtiyacı vardır. Zimmer, uzun süre sonra kendisine gülümsetmeyi başaran adamı seçer o amaç olarak: Hector Mann.

20 Mart 2010 Cumartesi

Sadakat: Bolca hezeyan, az biraz aşk

Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri pek çok yazara ilham kaynağı oluyor artık. İnci Aral da son romanı Sadakat için bir üçüncü sayfa haberinden besleniyor; kendisine ihanet eden kocasının cesediyle aynı evde günler geçiren bir kadının haberini okuyor bir gün ve hepimize tanıdık gelen bir konu hakkında ama özgün, derinlikli karakterler yaratarak, çok özgün bir dil kullanarak yazmaya koyuluyor. İnci Aral'ı daha önce okumamıştım, hiç ilgimi çekmemişti romanları açıkçası. Çok sevilen, her yeni romanı heyecanla beklenen, kendine özel bir okur kitlesi edinmiş bir yazar olduğunu biliyordum bilmesine de, hani bir Nermin Bezmen ayarında da olabilirdi, o derece bilgisiz ve ilgisizdim Sadakat'i okumadan önce. Gururla bildiririm: artık değilim. O kadar ki, İnci Aral'la Nermin Bezmen'in isimlerini aynı cümlede yanyana kullanmış olmak kötü hissettiriyor kendimi. Sadakat'in daha ilk sayfalarında anlaşılıyor ne kadar usta bir yazarın beyninden/kaleminden çıktığı; Aral'ın anlatımı neredeyse şiirsel, hani daha sonuna gelmeden yeniden okumak isteyeceğinizi bildiğiniz cümleler vardır ya, işte o cümlelerden daha bol bir şey yok Sadakat'te.

Azra isimli bir karakterimiz var, onun ağzından anlatılıyor her şey. Azra eczacılık yapan genç bir kadın -20'lerinin sonlarıyla 40'larının başları arasında bir yerlerde sekiyor romandaki zaman geçişleri boyunca-. İçten içe ancak hayatını bir erkeğe adarsa -ya da onunkiyle birleştirirse- değer kazanacağına inanan, küçük hesaplar peşinde bir kadın. Eğitimi, geçmişi, hatta karakteri böyle olmaması gerektiğine işaret ediyor ama böyle işte; hatta üniversitede ilk sevgilisinden hamile kaldığında geciktirmiş test yapmayı, aklına tam olarak gelmemiş hamile olabileceği, fark ettiğinde -ve sevgilisine açıkladığında- kürtaj için çok geçmiş artık. Yani kendine de tam olarak itiraf edemese de, bir nevi "tuzak" kurmuş Azra ilk sevgilisine, böyle bir karakterimiz var. Yıllar geçiyor, ilk kocası onu terk ediyor -zaten başından beri istekli değil tam olarak-, kızı büyüyor, gün geliyor Ferda'yla tanışıyor Azra –Ferda bir erkek bu arada, annemin adı Ferda olduğu ve başka Ferda tanımadığım için hâlâ garipsiyorum Ferda isimli bir adamı :)– Sadakat de Azra'nın Ferda'yla ilişkisi üzerine.

18 Mart 2010 Perşembe

Lost 6.8: Recon

Artık hangi tarafın ne olduğunu anlamaya çalışmaktan vazgeçmiş, aslında önemsediği tek tarafın (arkadaşlarının) adadan ayrılmasına yardım ettiği sürece iki tarafa da oynamaktan gocunmayacak bir Sawyer gördük bu bölümde. Flocke ve Widmore'u birbirine düşürme ve sadece kendisi için çalışma kararı, karakterine çok uygun. Los Angeles'ta işler çok farklı: aynı olaylar (Cooper'ın aileyi dolandırması, babanın cinnet geçirip önce anneyi, sonra kendini öldürmesi) yeni zaman çizgisinde de olmuş, ama kendine acımak ve nefret ettiği adama dönüşmek yerine, daha "iyi" bir yol çizmiş kendine Sawyer (acaba James diye mi bahsetmeliyim kendisinden artık?). Mükemmel değil Los Angeles'taki hayatı, üstelik yine aynı intikam arzusu yiyip bitiriyor onu, ama ilk sezonda gördüğümüz Sawyer'dan çok daha iyi durumda olduğu kesin.


16 Mart 2010 Salı

Once

Yönetmen: John Carney
Yazar: John Carney
Oyuncular: Glen Hansard, Markéta Irglová
Tür: Dram|Müzik|Romantik
Yapım yılı: 2006
Süre: 85 dk.
Ülke: İrlanda
Dil: İngilizce|Çekçe
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 8.9/10
Umut'un puanı: 8.8/10

Geçtiğimiz on yılın en iyi müzikali olabilir Once. Ya da elli yılın. Ya da yüz. Ama müzikal değil aslında; insanlar durup dururken şarkı söylemeye, dans etmeye başlamıyor, arkalarında görünmez bir orkestrayla. Fakat filmin yarısından fazlası müzikle, müzikle iç içe, müzik içinde, müzikli geçiyor; koskoca bir albümü perdede izlemeye benziyor Once, şarkı sözleri karakterlerin günlük hayatlarında birbirlerine açmadıkları hislerini yansıtıyor... Müzik filmi diyeyim o zaman, böyle bir tür yoksa bile.

Film, İrlandalı bir sokak müzisyeni/elektrik süpürgesi tamircisi ve hayatına giren Çek bir piyanist/çiçekçi göçmen kızla ilgili. İsimleri yok adamla kızın, iyi ki de yok. Bir gece adam sokakta gitar çalarken -yani müzik sayesinde tanışıyorlar. Adam gündüzleri babasının dükkanında elektrik süpürgelerini tamir ediyor, ama tutkusu müzik tabii ki. Kız çiçek satmak, evlere temizliğe gitmek gibi geçici işlerde çalışıyor, çok fakir, bir de elektrik süpürgesi bozuk. Adamın peşine düşüp Dublin sokaklarında sürükleyerek elektrik süpürgesini, zorla tamir ettiriyor adama. Adam kızı hafif başbelası olarak görüyor başlarda, fakat su gibi bir sesi olduğu (!) ve piyano çaldığı anlaşılınca kızın, değişiveriyor hisleri -doğal olarak. Yakınlardaki bir müzik dükkanına gidip, adamın şarkılarından birini birlikte çalıyorlar. Kısa sürede birbirlerinin ahbaplıklarından keyif aldıklarını fark edip, birlikte vakit geçirmeye, birlikte müzik yapmaya başlıyorlar.

14 Mart 2010 Pazar

Online Oyunlar 5: Adventure

Bir zamanlar çok popüler olan, Sierra ve LucasArts'ın başını çektiği adventure oyunları, 3D'nin ve first person shooter gibi türlerin yaygınlaşmasıyla gelen oyun trendlerinden nasibini alıp 90'ların ortasından itibaren satmamaya başladı ve bu türle uğraşan büyük yapımcıların çoğu ya battı, ya da adventure yapmaktan vazgeçti (Warcraft'ın adventure'ını hatırlayan var mı? Piyasaya çıkmadan yarı yolda iptal edilmişti). Böylece biz de etrafta pek adventure görmez olduk. Uzun durgunluk döneminden sonra gelen son yıllarda tekrar belli başlı adventure'ların ismini kalabalığın içinden duyurabilmesine rağmen, hala bu türün çok canlı bir şekilde geri döndüğünü söylemek mümkün değil esasında. Bazı ekipler sadece bu türe olan sevgilerinden dolayı başka işlerden kazandıkları gelir sayesinde bu tarz oyunlar yapmak için çabalarken (Amanita Design'ın Machinarium'u gibi), bazı stüdyolar ise satışlarını artırabilmek adına daha çok aksiyon etrafında gelişen adventure'lara yöneliyor (Funcom'un Dreamfall'da yaptığı gibi). Kendilerini sadece adventure türüne adamış büyük oyun stüdyoları (Adventure Company ve TellTale Games gibi) ise, artık sayıca bir elin parmaklarını geçmiyor.


Son zamanlarda çıkan en iyi adventure'lardan Machinarium'un online demosunu internetten oynamak mümkün, zira oyunu yapan ekip, aynı zamanda online oyunlar üreten bir ekip.

12 Mart 2010 Cuma

Lost 6.7: Dr. Linus

Eğer Benjamin Linus'u canlandıran Michael Emerson olmasaydı, bu bölüm son derece hafif, çerez bir bölüm olurdu. Ama neyse ki bir adet Emerson'ımız var –yardımcı oyuncu Emmy'sini Locke/Flocke rolleriyle Terry O'Quinn'in alacağından emindim bugüne kadar, son bölümü izledikten sonraysa o kadar emin değilim.

Benjamin Linus: Şimdiye dek yaratılmış TV dizisi karakterleri arasında en karmaşık, en ilgi çekici kötü adamlardan biri. Pek çok açıdan, Ben'in davranışlarının arkasında yatan nedenler kötü değil; dünyayı yok etmeye falan çalışmıyor. Dünyayı kontrol etmeye de çalışmıyor. Ben'in en büyük arzularından birinin, kendi dünyasını kontrol etmek olduğunu söyleyebiliriz. Etrafındakiler üzerinde güç sahibi olmak için hemen her şeyi yaptı şimdiye kadar. Adayı korumak, The Others'ın liderliği konumuna geçmek de, bu arzunun yansımalarından biriydi. Bu durumda iktidarı tehdit altındayken niçin bu kadar korkunç şeyler yaptığını anlamak zor değil.

Ama tam da bu nedenle (kendi babasını, bir köy dolusu adamı, Locke'ı ve Jacob'ı öldüren, kızının ölümüne neden olan/izin veren bir adamdan bahsediyoruz) Ben'in günahlarını ödeyerek bağışlanması ve baştan başlaması, gerçek anlamda söz konusu değildi şu noktaya kadar. Elindeki kontrolün tümünün alınması, kendi yaşamıyla ilgili hiçbir söz hakkının kalmaması ve bunun üzerine bir seçim şansı verilmesi gerekiyordu kendisine. Jacob'ı öldürmek üzereyken olanlara "seçimini yaptı, öldürdü" diyemeyiz çünkü elinde yeteri kadar bilgi yoktu o sırada. Bu bölümde ise durum daha farklı, bütün cevapları hâlâ bilmiyor ama önündeki seçimin doğasını sezecek kadar biliyordu. Ama tabii ki bu noktadan sonra Lostie'lerin kendisine güvenebilmesi çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor, bu da ne demek? Ben hikayenin sonunda kendini feda edecek demek.


10 Mart 2010 Çarşamba

Johnny Depp Filmleri (2003-2010)

Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl

Yönetmen: Gore Verbinski
Yazar: Ted Elliott & Terry Rossio
Oyuncular: Johnny Depp, Orlando Bloom, Geoffrey Rush, Keira Knightley
Tür: Aksiyon|Macera|Fantastik
Yapım yılı: 2003
IMDB Puanı: 8/10
Benim Puanım: 7.3/10

17. yüzyılda Karayiplerde geçen Pirates of the Caribbean serisinin bu ilk filminde, Kaptan Barbossa (Rush), adamlarını valinin kızı Elizabeth Swann'ı (Knightley) kaçırmaya gönderir. Barbossa'nın gemisinin eski kaptanı Jack Sparrow (Depp) isimli korsan, Elizabeth'in sevgilisi Will Turner (Bloom) ile işbirliği yaparak, kızı kurtarmaya çalışacaktır.

7 Mart 2010 Pazar

Johnny Depp Filmleri (1996-2002)

Donnie Brasco
Yönetmen: Mike Newell
Yazar: Joseph D. Pistone & Richard Woodley (kitap), Paul Attanasio (senaryo)
Oyuncular: Al Pacino, Johnny Depp, Michael Madsen
Tür: Suç|Dram|Gerilim
Yapım yılı: 1997
IMDB Puanı: 7.7/10
Benim Puanım: 7.5/10

1970'lerde geçen Donnie Brasco'da, FBI ajanı Joe Pistone (Depp), kimliğini değiştirerek New York'taki bir mafyanın içine sızar. Donnie Brasco ismini kullanır ve mafya üyelerinden Benjamin 'Lefty' Ruggiero (Pacino) ile dostluk kurar. Zaman geçtikçe, Pistone kendini mafyaya ait hissetmeye, Lefty başta olmak üzere mafyadaki arkadaşlarına gitgide daha çok değer vermeye başlar. Lefty korkunç bir adamdır, ama Joe onu sevmeye başlamıştır işte. Evlidir, çocukludur, ama o kadar uzun zamandır evinden uzaktadır ki, karısı boşanmak ister bir süre sonra. Gerektiği gibi FBI'ya günlük olarak rapor vermeyi bırakınca, üstleri operasyonu sonlandırmaya karar verirler.

5 Mart 2010 Cuma

Johnny Depp Filmleri (1984-1995)

Sinemalarda bugün gösterime giren Alice in Wonderland'in –ki kendisini bu akşam izlemek gibi bir planım var, ona apayrı bir yazı döşeneceğim büyük ihtimal!– imdb sayfasında gezinirken Johnny Depp'inkine geçtim, Johnny Depp'in filmografisini inceleyince de filmlerinin neredeyse tümünü görmüş olduğumu fark ettim. Tabii bu durumu şans diye değil de çaba ya da takıntı şeklinde adlandırmak mantıklı olanı :) Adam müthiş bir oyuncu, kılıktan kılığa, rolden role giriyor her projesinde, bir aksandan diğerine koşuyor, film seçimleri gayet başarılı, bir de saçını sarıya da boyasa, kazıtıp gözlük de taksa, beş kat fondötenli makyaj da yapsa şahane görünmeyi başarıyor, bunlar da yeter benim bir aktöre sardırmama. Bu yazı serisinde de filmlerinden bahsedeceğim kısa kısa, eskiden yeniye doğru gidecek filmler, toplam üç yazı ve otuz film olacak, yalnız sadece benim gördüğüm filmleri kapsayacak yazılar doğal olarak. Oyunculuğa yeni başladığı yıllarda çektiği, çok küçük bir rolünün olduğu üçüncü sınıf bir-iki filmi saymazsak, kaçırdığım ve bu seride değinemeyeceğim filmler şunlar: Before Night Falls, Once Upon a Time in Mexico, Ils Se Marièrent et Eurent Beaucoup D'enfants, The Imaginarium of Doctor Parnassus ve Public Enemies –Son iki filmi izlememiş olmak bir utanç kaynağı benim için ama vakit/fırsat bulamadım bir türlü. Buyrun filmlere geçelim:

A Nightmare on Elm Street

4 Mart 2010 Perşembe

Lost 6.6: Sundown



Los Angeles

- Finale sadece 10 bölüm kalmışken, "flash-sideways" Lost seyircisinden çok fazla eleştiri alıyor. Herkes tam olarak ne olduğunu bilmediği bir şeyi (zamanı, insanları, olayları) izlemenin anlamsızlığından bahsediyor, bana kalırsa yeni zaman çizgisiyle ilgili en büyük sorun, karakterlerin bildiğimiz karakterler olmaması. Evet onların bir versiyonu sayılabilirler, ama geçtiğimiz beş sezonu bizimle birlikte yaşamamışlar. Oysa hemen her karakter bu beş sezonda değişti ve gelişti.

2 Mart 2010 Salı

Ali ile Ramazan

Roman, adından da anlaşılacağı gibi, Ali ve Ramazan isimli iki aşığı anlatıyor. Ali, daha küçücükken gözleri önünde annesinin babasını baltayla öldürüp, ardından kendini öldürdüğü bir çocuk. Anne ve baba tarafında bir takım akrabaları var, ama iki taraf da Ali'yi suçluyor bu olaydan dolayı (hani "neden öyle put gibi durdu, kurtarsaydı anasını/babasını" gibisinden), istemiyor. Ali de devletin yetimhanesine gönderiliyor. Ramazan'sa daha bebekken cami avlusuna bırakılmış. Çok karizmatik, daha bebekken bile. Gizli gizli annesinin bir Hülya Koçyiğit türevi olduğu, zengin babasının varlığından haberinin olmadığı, öğrenir öğrenmez gelip onu kurtaracağı, asıl adının 'Orçun' olduğunu söyleyeceği bir dünyanın hayallerini kuruyor.

Bilmediğimiz bir hikaye değil aslında Mağden'in anlattığı; çirkin hakikate dair her şeyin yok sayıldığı acımasız dünyada bildiğimiz ama bilmezlikten geldiğimiz bir hikaye. Steril hayatlarımıza sokmamak için elimizden geleni yaptığımız, arabayla yanlarından geçerken gözlerimizi kaçırdığımız piçlerin öyküsü Ali ile Ramazan. Çok acı hayatlar süren iki çocuk ve onların her şeye rağmen büyüyen, sürekli büyüyen aşkı.