Yönetmen: Martin Scorsese
Yazar: Laeta Kalogridis (senaryo), Dennis Lehane (roman)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams
Tür: Suç|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 2010
Süre: 138 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 8/10
Umut'un puanı: 8.4/10
Pek çok film, son sahnelerinde izleyiciyi şaşırtabilme becerisiyle değerlendirilir oldu. İstediği kadar boşluklar olsun senaryoda, performanslar vasat, kurgu kusurlu olsun, eğer sonunda izleyiciyi şaşırtabilirse, filmdeki tüm sorunları unutup, filme ayılıp bayılmaya hazır günümüz seyircisi. Yapımcılar bunu seyirciye berbat filmleri sevdirmek için kullanmaya başladı, seyirci de twist'li sonları o kadar sevdi ki, her filmde bunu bekler oldu. Martin Scorsese'in son filmi olan Shutter Island'ın bu kadar yanlış anlaşılan bir film olmasının nedeni de bu bence. Sonunda büyük bir twist varmış gibi pazarlandı, izleyici devasa bir twist bekleyerek filmi izlemeye koyuldu. Oysa yok bir twist, öyle bir film değil bu! İyi anlatılmış, gerilimli bir hikaye sadece. Pek çok yerde nereye gittiğini sorguluyorsunuz evet, ama sinemaya az buçuk aşinaysanız, filmin sonunu ve aslında olmayan "twist"i, elbette ayrıntılarıyla değil ama kabataslak biçimde onuncu dakikada aklınızdan geçiriyorsunuz zaten, yönetmen böyle istiyor çünkü, yavaş yavaş açığa çıkan her şeyin ipuçlarını serpiştirmiş filmin bilumum yerlerine. Baştan aşağı mantıklı, Hitchcockvari bir gerilim filmi yani Shutter Island. Son sahnesine inanılır olmayan bir twist yerleştirip gerisini boşveren filmlerden çok uzak. Sizi ilk dakikalarından itibaren dehşet ve çaresizlik hissi üzerine kurulu güçlü atmosferinin içine sokan, zarif, çarpıcı, usta işi bir film.
1954 yılında geçen filmde, Federal ajan Teddy Daniels (Leonardo DiCaprio) ve yeni ortağı Chuck Aule'e (Mark Ruffalo), Shutter Island'daki akıl hastanesinden kaçan bir hastaya ne olduğu bulma görevi verilir. Rachel Solando isimli bu hasta, üç çocuğunu öldürmüştür, fakat kendini hâlâ eski evinde, çocuklarıyla mutlu mesut yaşıyor zannetmekte, hastane personeline pizza getiren çocuk, boruları tamir etmeye gelmiş usta vs. muamelesi yapmaktadır. Kimsenin akıl sır erdiremediği şekilde, dışarıdan kilitli odasından kaçmayı başarmıştır. Adadan tek çıkış yolu olan feribotu kullanması imkansızdır, ada da hastane binalarından başka sadece dik kayalıklara ev sahipliği yapmaktadır, bu durumda binalar karış karış arandığı halde hasta bulunamayınca, ortada imkânsız görünen bir olay olduğu anlaşılarak federal ajanlardan yardım istenmiştir.
Bir kara film gibi başlayıp, çok geçmeden Alfred Hitchcock’un Vertigo'suyla Stanley Kubrick’in The Shining'ine selamlar gönderen bir psikolojik gerilime dönüşen Shutter Island, seyircinin aklıyla oynayıp onu şaşırtmaktan çok, ana kahramanının bir gidip bir gelen aklında çıktığı gezintiyle dikkat çekici. Deli olmanın ne anlama geldiğinin, bir yerlere kapatılma ve kaçamama hissinin görsel bir tasviri neredeyse bu film. Dennis Lehane'in roman uyarlamasını bu kadar etkileyici hale getiren etkenlerden biri de bu; Scorsese'nin müthiş görsel anlatımı. Shutter Island, her şeyi Teddy'nin gözlerinden görmeye davet ediyor sizi. İşbirliği yapmaktan kaçınan personeli, şaşırtmacalarıyla soruşturmanın ilerlemesini engelleyen doktorları görünce, Teddy'nin gitgide artan öfkesine biraz olsun hak veriyorsunuz.
Shutter Island'ın sonunda öğreneceğiniz her şey, ta başlardan pek çok küçük ayrıntıda geleceğini haber veriyor, son derece mantıklı hepsi üstelik. Bir tuhaflık olduğu, bir şeylerin ters gittiği ilk sahneden itibaren belli olmaya başlıyor: yönetmenin görsel olarak verdiği ipuçları, Chuck ve Teddy arasındaki ilk etkileşimlerin garipliği, gemide tanışmaları, film boyunca eksik olmayan sigara paylaşımına çekilen dikkat, Chuck'ın silahını çıkarışındaki beceriksizlik, doktorların kabalıkları, hemşirelerin pis bakışları, personelin kayıp hastanın doktorundan bahsediş şekli, kocasını baltayla doğrayan hastanın görüşmesi sırasında bir görünüp bir kaybolan su bardağı, daha ilk sahneden itibaren hissedilen gerçek dışılık hissi, vesaire vesaire. Filmin nereye gittiğini tam anlamayabilir, bazı şeylerin niye olduğunu sorgulayabilirsiniz, ama bir şeylerin ters gittiği alenen ortada, üstelik iyi düşünülmüş ve gerçekçi bir şekilde parçalar biraraya gelmeye başlayacak bir noktadan sonra. Shutter Island'da, asıl keyfin sırf bitişte değil, bizi o sona götüren yolculukta olduğu eski moda sinemanın büyüsünden daha bol bir şey yok.
Leonardo DiCaprio, ilk olarak Titanic'te gördüğüm ve şu bebek yüzüyle her zaman gözüktüğünden daha yaşlı olması gereken karakterleri canlandırmasıyla oldum olası itici bulduğum bir aktördü, fakat son yıllarda izlediğim What's Eating Gilbert Grape ve Revolutionary Road'daki oyunculuklarıyla saygımı ve takdirimi (!) kazanmaya başlamıştı, bu filmdeki performansıyla ise ciddi ciddi hayranlığımı kazandı diyebilirim. Sadece DiCaprio değil, oyuncuların tümü mükemmel bu filmde. Mark Ruffalo, Max Von Sydow, Ben Kingsley, Michelle Williams, Jackie Earle Haley, Patricia Clarkson, hepsi çok başarılı.
Senaryonun ve oyunculukların başarısının üzerine, Scorsese'nin sanat yönetimi ve sinematografisi de olağanüstü, müthiş bir görsel tarz yakalamış. İnsanın içini daraltan atmosferin başarısından bahsetmeye dahi gerek yok. Sadece tek bir girişi/çıkışı olan ve tehlikeli kayalıklardan oluşan bu ada, hem bir akıl hastanesi için, hem de 1950'lerin tarzında bir gerilim filminin geçmesi için mükemmel bir seçim olmuş. Dönemi müthiş bir şekilde yansıtan kusursuz dekorlarından, esrarengiz, ürkütücü mekânlarına, dahice kullanılmış ışıklarından olağanüstü şiddetli, karanlık, sizi yerinizden hoplatacak, beyninizin içinde yankılanacak müziklerine kadar her şeyiyle öyle meşum, uğursuz, karanlık bir atmosferi var ki Shutter Island'ın, bu atmosferin perdeden dışarı sızıp sizi de içine çekmesi an meselesi.
Yazar: Laeta Kalogridis (senaryo), Dennis Lehane (roman)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams
Tür: Suç|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 2010
Süre: 138 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 8.1/10
Çavlan'ın puanı: 8/10
Umut'un puanı: 8.4/10
Pek çok film, son sahnelerinde izleyiciyi şaşırtabilme becerisiyle değerlendirilir oldu. İstediği kadar boşluklar olsun senaryoda, performanslar vasat, kurgu kusurlu olsun, eğer sonunda izleyiciyi şaşırtabilirse, filmdeki tüm sorunları unutup, filme ayılıp bayılmaya hazır günümüz seyircisi. Yapımcılar bunu seyirciye berbat filmleri sevdirmek için kullanmaya başladı, seyirci de twist'li sonları o kadar sevdi ki, her filmde bunu bekler oldu. Martin Scorsese'in son filmi olan Shutter Island'ın bu kadar yanlış anlaşılan bir film olmasının nedeni de bu bence. Sonunda büyük bir twist varmış gibi pazarlandı, izleyici devasa bir twist bekleyerek filmi izlemeye koyuldu. Oysa yok bir twist, öyle bir film değil bu! İyi anlatılmış, gerilimli bir hikaye sadece. Pek çok yerde nereye gittiğini sorguluyorsunuz evet, ama sinemaya az buçuk aşinaysanız, filmin sonunu ve aslında olmayan "twist"i, elbette ayrıntılarıyla değil ama kabataslak biçimde onuncu dakikada aklınızdan geçiriyorsunuz zaten, yönetmen böyle istiyor çünkü, yavaş yavaş açığa çıkan her şeyin ipuçlarını serpiştirmiş filmin bilumum yerlerine. Baştan aşağı mantıklı, Hitchcockvari bir gerilim filmi yani Shutter Island. Son sahnesine inanılır olmayan bir twist yerleştirip gerisini boşveren filmlerden çok uzak. Sizi ilk dakikalarından itibaren dehşet ve çaresizlik hissi üzerine kurulu güçlü atmosferinin içine sokan, zarif, çarpıcı, usta işi bir film.
1954 yılında geçen filmde, Federal ajan Teddy Daniels (Leonardo DiCaprio) ve yeni ortağı Chuck Aule'e (Mark Ruffalo), Shutter Island'daki akıl hastanesinden kaçan bir hastaya ne olduğu bulma görevi verilir. Rachel Solando isimli bu hasta, üç çocuğunu öldürmüştür, fakat kendini hâlâ eski evinde, çocuklarıyla mutlu mesut yaşıyor zannetmekte, hastane personeline pizza getiren çocuk, boruları tamir etmeye gelmiş usta vs. muamelesi yapmaktadır. Kimsenin akıl sır erdiremediği şekilde, dışarıdan kilitli odasından kaçmayı başarmıştır. Adadan tek çıkış yolu olan feribotu kullanması imkansızdır, ada da hastane binalarından başka sadece dik kayalıklara ev sahipliği yapmaktadır, bu durumda binalar karış karış arandığı halde hasta bulunamayınca, ortada imkânsız görünen bir olay olduğu anlaşılarak federal ajanlardan yardım istenmiştir.
Bir kara film gibi başlayıp, çok geçmeden Alfred Hitchcock’un Vertigo'suyla Stanley Kubrick’in The Shining'ine selamlar gönderen bir psikolojik gerilime dönüşen Shutter Island, seyircinin aklıyla oynayıp onu şaşırtmaktan çok, ana kahramanının bir gidip bir gelen aklında çıktığı gezintiyle dikkat çekici. Deli olmanın ne anlama geldiğinin, bir yerlere kapatılma ve kaçamama hissinin görsel bir tasviri neredeyse bu film. Dennis Lehane'in roman uyarlamasını bu kadar etkileyici hale getiren etkenlerden biri de bu; Scorsese'nin müthiş görsel anlatımı. Shutter Island, her şeyi Teddy'nin gözlerinden görmeye davet ediyor sizi. İşbirliği yapmaktan kaçınan personeli, şaşırtmacalarıyla soruşturmanın ilerlemesini engelleyen doktorları görünce, Teddy'nin gitgide artan öfkesine biraz olsun hak veriyorsunuz.
Shutter Island'ın sonunda öğreneceğiniz her şey, ta başlardan pek çok küçük ayrıntıda geleceğini haber veriyor, son derece mantıklı hepsi üstelik. Bir tuhaflık olduğu, bir şeylerin ters gittiği ilk sahneden itibaren belli olmaya başlıyor: yönetmenin görsel olarak verdiği ipuçları, Chuck ve Teddy arasındaki ilk etkileşimlerin garipliği, gemide tanışmaları, film boyunca eksik olmayan sigara paylaşımına çekilen dikkat, Chuck'ın silahını çıkarışındaki beceriksizlik, doktorların kabalıkları, hemşirelerin pis bakışları, personelin kayıp hastanın doktorundan bahsediş şekli, kocasını baltayla doğrayan hastanın görüşmesi sırasında bir görünüp bir kaybolan su bardağı, daha ilk sahneden itibaren hissedilen gerçek dışılık hissi, vesaire vesaire. Filmin nereye gittiğini tam anlamayabilir, bazı şeylerin niye olduğunu sorgulayabilirsiniz, ama bir şeylerin ters gittiği alenen ortada, üstelik iyi düşünülmüş ve gerçekçi bir şekilde parçalar biraraya gelmeye başlayacak bir noktadan sonra. Shutter Island'da, asıl keyfin sırf bitişte değil, bizi o sona götüren yolculukta olduğu eski moda sinemanın büyüsünden daha bol bir şey yok.
Leonardo DiCaprio, ilk olarak Titanic'te gördüğüm ve şu bebek yüzüyle her zaman gözüktüğünden daha yaşlı olması gereken karakterleri canlandırmasıyla oldum olası itici bulduğum bir aktördü, fakat son yıllarda izlediğim What's Eating Gilbert Grape ve Revolutionary Road'daki oyunculuklarıyla saygımı ve takdirimi (!) kazanmaya başlamıştı, bu filmdeki performansıyla ise ciddi ciddi hayranlığımı kazandı diyebilirim. Sadece DiCaprio değil, oyuncuların tümü mükemmel bu filmde. Mark Ruffalo, Max Von Sydow, Ben Kingsley, Michelle Williams, Jackie Earle Haley, Patricia Clarkson, hepsi çok başarılı.
Senaryonun ve oyunculukların başarısının üzerine, Scorsese'nin sanat yönetimi ve sinematografisi de olağanüstü, müthiş bir görsel tarz yakalamış. İnsanın içini daraltan atmosferin başarısından bahsetmeye dahi gerek yok. Sadece tek bir girişi/çıkışı olan ve tehlikeli kayalıklardan oluşan bu ada, hem bir akıl hastanesi için, hem de 1950'lerin tarzında bir gerilim filminin geçmesi için mükemmel bir seçim olmuş. Dönemi müthiş bir şekilde yansıtan kusursuz dekorlarından, esrarengiz, ürkütücü mekânlarına, dahice kullanılmış ışıklarından olağanüstü şiddetli, karanlık, sizi yerinizden hoplatacak, beyninizin içinde yankılanacak müziklerine kadar her şeyiyle öyle meşum, uğursuz, karanlık bir atmosferi var ki Shutter Island'ın, bu atmosferin perdeden dışarı sızıp sizi de içine çekmesi an meselesi.
11 yorumcuk:
kesinlikle kötü bir film değil ama scorsese ve di caprio'nun kariyerlerinde önemli bir yeri de olmayacağı kesin...
Ben bu filmi çok beğendim. Bunda önemli faktör, beğendiğim oyuncu ve yönetmenlerin gösterime girecek filmlerine dair önceden hiçbirşey okumadan, hatta fragman bile izlemekten kaçınarak gitmiş olmamın payı var sanırım. Yani bir twist falan beklemiyordum. Beklemediğim için de süreç boyunca hiçbirşeyden şüphelenmedim twist'e dair. Jackie Earle Haley'in ve DiCaprio'nun oyunculuğunu çok beğendim. Dönem filmi olarak da, klostrofobik atmosferiyle de, renkleriyle de övgüyü hak eden bir film bence. Bir psikozun nasıl oluştuğuna dair de güzel bir süreç analizi olmuş.
bu filme dair okuduğum en iyi inceleme yazısı bu ki okudum bir sürü kritik yabancı bloglarda da. çok doğru bir yerden yaklaşmışsın bir kere, adam izleyiciyi şaşırtmaya çalışmıyorki, öyle olsa filmin başından beri onlarca ama onlarca ipucunu bu kadar gözümüze soka soka vermez! sixth sense gibi bir film değil bu, shyamalan olmaya çalışmıyor scorsese o yüzden niye bütün uyanık türk film izleyicisi "ya ben sonunu izlemeden tahmin ettim süperim çok zekiyim film de boktan çünkü anlıyor kardeşim seyirci olayı" moduna girdi anlamadım. asıl olayı sonunda değil, film bütünüyle süper. gerçekten de o karanlık dünya, müzikleri, oyunculukları, film noir'dan psikolojik gerilim filmine çaktırmadan geçiş, herşeyiyle süper.
filmi enfes anlatmışsın, nefis ayrıntılar bunlar . film aynen bahsettiğin gibi, ben sizleri daha önce nasıl göremedim, bol güncellemeli günler.. buralarda olucam..
uğur'la filmcankisi, çok teşekkürler :)) fatih, ben de hiçbir şey bilmeden (scorsese filmi olduğunu bile bilmeden hatta) gitmiştim valla, en güzeli.
filme geçen hafta gitmiştim bugün yine gittim. kafamda soru işareti kalmadı artık. sanırım bu ikinci gitmemde filmin güzelliği kadar eleştirinizi okumamda teşviki olmuştur. nacizane bende eleştiride bulunmuştum filmi. bizlerede bekleriz. http://www.futboldiliveedebiyati.com/2010/03/zindan-adas-109.html
Valla herkes yazmış, gerçekten iyi bir inceleme, elinize sağlık. :) Ben de çok beğenmiştim filmi, Martin Scorsese ismi yanıltmıyor hiçbir şekilde. Doktorun evindeki, Mahler'li, halüsinasyonlu, karısını gördüğü sahneye aşık olmuştum.
persephone çok sağol :) ben son yıllardaki scorsese'ye pek ayılıp bayılmam aslında, yani son dönem çektiği filmler (the aviator, gangs of new york falan) hiç ilgimi çekmedi, ama shutter island'la yeni baştan hayranlığımı kazandı kendisi :)
Film gerçekten çok güzel. DiCaprio ile ilgili olarak, burada olduğu gibi başka forumlarda da pek sevilmeyen biri olduğunu görmek beni hayret ettirdi. Bir kaç başarısız filmi olsa da yeteneği asla inkar edilemeyecek bir oyuncu. Bu arada bayan olmadığımı ve zatın bebekyüzlülüğünden kaynaklanan bir sempatim olmadığını belirteyim :)
Benim dikkatimi en çok çeken ise filmin sol üst köşesinde beliren ve başka hiç bir filmde bu kadar dikkatimi çekmeyen "sigara yanığı" lekeleri idi. Filmin eski bir tarihte geçtiğini vurgulamak için mi yoksa başka bir amaçla mı yapılmış, anlayamadım. Var mı bu konuda fikri olan?
(Sigara yanığının ne olduğun ne olduğunu merak edenler Fight Club filmine müracaat edebilirler :) )
bu yazının yazılmasından 2 sene sonra kitabını okuyup filmini izlemiştim. Nefis filmdi gerçekten. Hatta patates suratlı, yaşlanmak bilmeyen Leonardo Di Caprio'yu beğendiğim ilk filmdi diyebilirim. Sağlam oynamıştı bu filmde bence:)
ayni yil cikan inception o kadar sukse yaratmisti ki bence daha iyi olan dicaprio´nun bu filmi golgede kalmisti
Yorum Gönder