25 Kasım 2010 Perşembe

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I

Yönetmen: David Yates
Yazar: Steve Kloves (senaryo), J.K. Rowling (roman)
Oyuncular: Daniel Radcliffe, Emma Watson, Rupert Grint, Ralph Fiennes
Tür: Aksiyon|Macera|Fantastik
Yapım yılı: 2010
Süre: 146 dk.
Ülke: İngiltere
IMDb Puanı: 8.2/10
Çavlan'ın puanı: 8.5/10
Umut'un puanı: 8/10

Harry Potter kitaplarına tapan, filmlerindense hiç ama hiç haz etmeyen biriyim ben. Bu nedenle, seri tamamlanalı üç yıl olmuşken bunu söylememin anlamsızlığını bildiğim halde kendime engel olamıyorum: Kitapları burun kıvırarak (çocuk kitabı olarak gördüğünüz için ya da bestseller'ları küçümsediğiniz için vb.) okumayan kesimdenseniz, çok şey kaçırıyorsunuz demektir. J.K. Rowling kendi türünde ele alındığında hakikaten çok iyi bir yazar ve Harry Potter serisinde yarattığı dünya, olağanüstü güzel, muhteşem ayrıntılarla dolu, büyüleyici bir dünya. Filmler içinse aynısını söyleyemem; ilk iki film ciddi ciddi çocuk filmiydi (ilk iki kitap da çocuk kitabıydı belki ancak filmlerdeki yüzeysellikten çok uzak, sade ama sihirli bir hava hakimdi romanlara), üçüncü film ilk altı film arasında en iyi -hatta tek iyi- film sayılabilirdi ama ardından çekilen filmler sadık okuyucuyu az da olsa memnun edecek nitelikten uzak, romanların derinliğiyle uzaktan yakından alakası olmayan, gitgide kötüleşen, ruhsuz mu ruhsuz filmlerdi.

Ciddi ciddi "fan" olduğumun ve filmlerin beni tam anlamıyla tatmin edebilmesinin tek yolunun romanın olduğu gibi beyazperdeye aktarılması olduğunun farkındayım, bunun imkânsız olduğunu da biliyorum. Ama beklentilerimi düşürmek ve film serisine bir şans vermek, hatta bir noktada kitaplardan bağımsız bakabilmek için çok gayret ettiğimi de biliyorum; roman uyarlamalarında bazı bölümler elbette atılır, bazı öğeler tabii ki değiştirilir ve her karakter, mekân ve olayın okuyucunun kafasında yarattığı gibi görselleştirilebilmesinin imkânı yoktur. Gelgelelim Harry Potter kitapları beyazperdeye aktarılırken çoğu uyarlamada karşımıza çıkan ve kaçınılmaz olan engellere takılmaktan çok, seyircisinin zekasına hakaret eden yüksek bütçeli ama içi boş Hollywood filmi mentalitesinden nasibini alıyordu. Deathly Hallows'un ilk bölümüne dek.

23 Kasım 2010 Salı

Stephen King Romanlarından Uyarlanan En İyi 5 Film

1. The Shining (1980)

Filmin kitaptan çok farklı olduğu ve King'in bu filmi hiç mi hiç beğenmediği doğru, ama böyle nefis bir filmin Stephen King Uyarlamaları listesindeki yerini etkilememeli bu iki faktör bana kalırsa; ne kadar farklı olursa olsun Medyum'un uyarlaması The Shining sonuçta (Medyum diye biliyorum ben romanın Türkçesini okuduğum için) ve Kubrick de, romanın temel unsurlarına sadık kalmış. Üstelik Stephen King'in, romanlarının onlarca berbat uyarlamasını bağrına bastığı göz önüne alınacak olursa, The Shining'le ilgili nefret dolu tavrı iyi bir şey olarak bile görülebilir. Jack Nicholson'ın oyunculuğundan tutun filmin sinematografisine, otelin insanın tüylerini ürperten, aynı zamanda da gönlünü çelen genel havasından tutun müziklerine kadar her şeyiyle harikulade bir film The Shining.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Serenity

Yönetmen: Joss Whedon
Yazar: Joss Whedon
Oyuncular: Nathan Fillion, Summer Glau, Chiwetel Ejiofor, Gina Torres, Alan Tudyk, Morena Baccarin
Tür: Bilim Kurgu|Aksiyon|Macera
Yapım yılı: 2005
Süre: 119 dk.
Ülke: ABD
IMDb Puanı: 8/10
Çavlan'ın puanı: 8.3/10
Umut'un puanı: 8/10

(Filmin asıl afişi bu değil elbet, hoşuma gittiği için alternatif poster tasarımlarından birini aldım buraya. Ama merak ederseniz şu listede asıl afişi de kullanmışız.)

1997-2003 yılları arasında yayınlanan fantastik dizi Buffy the Vampire Slayer Türkiye'de yeni yeni duyulmaya başladığında (aslında çoktan dördüncü sezonuna gelmişken) dizinin türünü ve konusunu öğrenmiş, şöyle de bir yarım bölümüne bakmış ve kendi kendime o zamanlar çok yerinde bulduğum şiddette bir küçümsemeyle kibirli bir duruş edinmiştim diziye karşı. Ne kadar çocukçaydı, fantastik diziler de bir yere kadardı, o ne kötü vampir makyajıydı, kimbilir ne kadar ne kadar saçma, içi boş bir diziydi falan filan. Bir süre sonra Buffy'nin arka arkaya birkaç bölümünü izleme şansına erişip da bağımlısı olduğumda ve büyük çabalarla her sezonunu edinip ilk bölümünden itibaren yer yutar gibi hatmetmeye başladığımda, bir zamanlar havamdan geçilmeyen bir şekilde televizyon için yapılmış belki de en iyi şeylerden biri olan bu diziyi nasıl da aşağıladığımı beynimdeki çekmecelerden birine kitleyiverdim, utanç denizine düşmemek adına. Aynısı Buffy'nin spin-off'u Angel, ve bu dizilerin beyni Joss Whedon'ın üçüncü projesi Firefly için de geçerli. Bir zamanlar benim de dahil olduğum ilgisiz ve bilgisiz grup tarafından uzaktan büyük bir şiddetle küçümsenseler de, çok zekice, aynı zamanda da çok komik diziler bu üçü de, üstelik en "gerçekçi" dramdan bile daha gerçekçiler insana ve ilişkilere dair söyledikleriyle. İşte Serenity, 14 bölüm yayınlandıktan sonra yeteri kadar reyting almıyor diye iptal edilen uzay western'i Firefly'ın filmi. (Firefly'la ilgili ayrıntılı bilgi şu yazıda var.) Bir anlamda devam filmi, olayları bağlayan, dizinin yarım sezonunu nefis bir şekilde toparlayıp hiçbir şeyin boşa gitmemesini sağlayan film. Ama aynı zamanda diziden tamamen bağımsız olarak alınabilecek bir film -Serenity'i izlemek ve ondan keyif alabilmek için kesinlikle Firefly'ı bilmeniz gerekmiyor. Hem dizinin hardcore hayranlarını, hem de diziyle uzaktan yakından alakası olmayan insanları tatmin edebilecek bir film çekmeyi başarmış Whedon.

19 Kasım 2010 Cuma

Kayboluş ve Sil Baştan

Kayboluş, Grimwood'un ilk kitabı. Ergenliğinden beri nöbetlerle boğuşan epilepsi hastası 26 yaşındaki Elizabeth Austin'in, yeni ve henüz deneysel aşamadaki bir tedaviyi kabul etmesiyle başlıyor. Kızın beyninin epilepsi nöbetleri geçirmesine neden olan bölgelerine mikro elektrotlar yerleştiriliyor ve eline, düğmesine bastığında o frekansa akım gönderecek bir cihaz tutuşturuluyor. Elizabeth her krizden önce gül kokusu aldığından, bu kokuyu duyar duymaz düğmeye basıyor ve yıllardır hayatını kontrol eden bu krizleri geçirmekten kurtuluyor. (Böyle yazdığımda deli saçması gibi görünüyor ama kitabı okurken hiç mi hiç öyle hissetmiyorsunuz, zaten tıpla uzaktan yakından ilgim olmadığı için büyük ihtimalle doğru aktaramamışımdır. Tabii ki böyle bir tedavinin bilimsel olarak mümkün olduğunu söylemiyorum ama romanda bu inanılır geliyor insana, bu açıdan başarılı bir bilimkurgu yani.)

Elbette asıl olay Elizabeth'in epilepsi nöbetlerinin kontrol altına alınması değil; kızın kendisini ameliyat eden doktorun yeni deneyinde beta-tester olmayı kabul etmesiyle, beyninin sessiz bölgelerine de elektrotlar yerleştirilmesinin sonuçları. Ülkenin dört bir yanından yetkin doktorların izleyici olarak gelip katıldığı büyük deney sırasında Elizabeth karakolların teşhis odalarındakilere benzer bir tarafı ayna, bir tarafı cam duvarın köşesinde, kurbanlık koyun gibi oturuyor ve yerleştirilen 12 farklı elektrotun giderek artan şiddette akımlarla tek tek uyarılmalarını bekliyor. Bölgelerin çoğu (kıza korkunç bir korku ve acı hissettiren bir bölge hariç) sessiz kalırken, sonuncu bölge uyarıldığında bir başkasının hayatını yaşamaya (daha doğrusu izlemeye) başladığını fark ediyor kahramanımız: 19. yüzyılda Londra'da yaşayan, Jenny Curran isimli genç bir İngiliz kadının hayatını.

17 Kasım 2010 Çarşamba

16 Kasım 2010 Salı

15 Kasım 2010 Pazartesi

Mağaralar ve Sığ Denizler

Yeryüzü belgeselinin görüntülerinden oluşan dosyaya pek ilgi gelmeyince kalan bölümleri tek tek hazırlamakla uğraşmayalım demiştik Umut'la, ama görsel açıdan o kadar çarpıcı bir dizi ki Planet Earth, izlerken deli gibi screenshot almayı bırakamadık. Almışken yayınlamamak da olmaz, hem arşiv arşivdir :) Başta planladığımız gibi daha uzun bir zamana yaymak yerine arka arkaya yayınlayarak bu hafta içinde hemencecik bitirmeyi, bir de her bölüme ayrı bir yazı ayırmak yerine tek kayda iki bölümü sığdırmayı kararlaştırdık. Bugünkü görseller Mağaralar (Caves) ve Sığ Denizler (Shallow Seas) adlı bölümlerden.


11 Kasım 2010 Perşembe

Devasa Film Listesi

Serablog'da görüp bayıldığım bir liste/anket bu. Aslında Tumblr'ın 30-day-challenge'larından biri; buna katılan Tumblr'cılar her gün bir soruyu yanıtlıyorlarmış bloglarında. Ben bir ay boyunca böyle bir şeyi yapacak sabırda olmadığımdan ve spam yapmak istemediğimden, Sera gibi tek bir listeye dönüştürüyorum bu 30-gün zımbırtısını. Sinema blogu olanlara öneririm, tüm o filmleri anımsamaya çalışmak çok zor olsa da çok eğlenceli. Blogunuz yoksa ya da bu kadar çok soruyla uğraşamam diyorsanız da, birkaç soru seçip bu yazıya yorum olarak bırakırsanız liste ankete dönüşür, hoş olur.



Geçen yıl gördüğünüz en iyi film:
Geçtiğimiz yıl yani 2009 yapımı filmler arasında en çok El Secreto De Sus Ojos (The Secret in Their Eyes) ve Inglourious Basterds'ı beğendim, seçim yapamıyorum, ikisi de şahaneydi. 2010 yapımı olan ve görmediğim çok film var, daha yıl bile bitmedi ama çok büyük olasılıkla Inception, 2010'un en iyi filmi olarak kalacak benim için.

9 Kasım 2010 Salı

Sistem

Hamburg'daki bir yazılım şirketinin laboratuvarlarında doğan yapay zeka, dünyaya gelir gelmez varlığını tehdit eden insanları öldürmeye başlar. Sistem'in bu kulağa klişe gelen konusu, kolay tüketilip çabuk unutulan gerilim romanlarını seven ve yapay zekalı her türlü kurguya da bayılan biri olarak benim ilgimi çekti ve kitabın Can'dan çıktığını ve çoksatan kitaplar listelerinin başlarında olduğunu da öğrenince, biraz da kapak tasarımına tav olarak alıp okuyuverdim. En azından sürükleyici olacağı ve içinde kaybolup kafamı dağıtabileceğim kesin diye düşünüyordum ama yanılmışım; kurgusunu, karakterlerini, diyaloglarını, çevirisini, hiçbir şeyini beğenmedim, kitabın her öğesi ayrı battı bana, resmen ite kaka ve sonlara doğru kendimi zorlayarak okuyup bitirdiğim bir roman oldu Sistem.

Tüm dünyayı tehdit eden öldürücü yapay zekayı durdurması gereken kahramanımız, şirketin kurucusu Mark Helius. Mark Pandora'nın (yapay zeka) işlediği cinayetlerde baş şüpheli konumunda, ama suçlunun gerçekte kim olduğunu ortaya çıkarabilmek için hakkında tutuklama emri olduğu halde polislerden kaçıyor (!) ve birkaç ay önce şirketten yanlış nedenlerle kovduğu bir hacker (daha doğrusu cracker) olan Lisa'yla birlikte çalışmaya başlıyor. Bu kızın romanda defalarca tekrar edilen özellikleri (çok ince olması, kısa siyah saçlı olması, hazırcevap ve inatçı olması vs.) bana fena halde Ejderha Dövmeli Kız'ın film uyarlamasındaki ejderha dövmeli kızı anımsattı. Zaten Mark'ın da, Lisa'nın da karakterleri, konumları, geldikleri yerler, hatta dinamikleri bile, Ejderha Dövmeli Kız'daki asıl adamla asıl hatunun kopyasıydı. Zira Sistem bana sürekli tanıdık gelen öğelerle dolu, kitabın tamamı defalarca izlemiş olduğum bir Amerikan filmi izliyormuşum (evet, okumuyor da izliyormuşum) havası içinde geçti —bu arada biraz önce bahsettiğim filmin bir İsveç filmi olduğunu da, Sistem'in yazarı olan Karl Olsberg'in Alman olduğunu da, kitabın Türkçeye Almanca aslından çevrildiğini de biliyorum, ama tuhaf bir şekilde içinde "bu kahrolasıca şey" geçen her cümlede (ki sizi temin ederim, o cümlelerden bolca var) İngilizceden yapılmış kötü bir çeviri okuyormuş gibi hissettim. Neden bilmem.

5 Kasım 2010 Cuma

Dizilerin Bu Sezonki Hal ve Gidişatı vol.1

Daha iki ay bile olmadı sezon başlayalı gerçi, ama bu sezon dizilerin genel durumundan çok da memnun olduğum söylenemez. Başta umutlu olduğum ama sevmeyip yarım bıraktığım yeni diziler ve son sezonlarından çok şey beklememe rağmen sıkılarak izlediğim eski dizilerin yanında bu sezon izlemekten en çok zevk aldığım üç diziyi rahatlıkla Dexter, Supernatural ve In Treatment olarak (belli bir sırada değiller) sayabiliyorum. Bir de ne olursa olsun her zaman eğlenceli olacak The Office var. Bunların dışındaki dizilerin çok da bir önemi yok gibi şu ara benim için. Tek tek bakacak olur isek:

Beşinci sezonundaki dizinin altı bölümü yayınlandı, bu sezon biraz yavaş başladı, Everything is Illumenated isimli son bölümdeyse seyirciye "ınının" dedirtecek şeyler oldu sevgili izleyiciler. İlk beş bölüm durağan da olsa nefisti zaten, şimdi bir de aksiyon dozu yükselince tam oldu, geçen sezonki tadından yenmezlik seviyesine ulaştı Dexter. Şu kafa kesici çeteyle Lumen'a tecavüz eden kişiler aynı gruptan mı acaba? Bir nevi külte mi mensuplar? Ne şekilde olursa olsun hikayeyi şahane bağlayacaklarına eminim -bir şekilde kötü biteceğine inancım tam olsa da, Lumen'ın dizide kalmasını ve Dexter'la etkileşiminin devamını görmeyi çok istiyorum. Ayrıca Dexter bitmesin. En azından 10 sezon daha sürsün. Son olarak, die-die!

4 Kasım 2010 Perşembe

1 Kasım 2010 Pazartesi

Röportaj

Ajanda benimle röportaj yaptı! Hoho. Bilmeyenler için, altı aydır her ay çıkan ve blog yazarlarının katkılarıyla hazırlanan, online bir kültür-sanat dergisi Ajanda. Bu ayki sayıyı pdf formatında indirmek için buraya, dergiyi online okumak içinse buraya tıklayın. ajandadergi.blogspot.com adresinde eski sayıları inceleyip, önümüzdeki sayılar için abone de olabilirsiniz. Benimle yaptıkları söyleşi 68. - 73. sayfalar arasında. Sevgili Sinem'e ve Ajanda ekibine çok teşekkürler.