30 Ekim 2010 Cumartesi

J'ai Tué Ma Mère (I Killed My Mother)

Yönetmen: Xavier Dolan
Yazar: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Anne Dorval, François Arnaud
Tür: Biyografi|Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca
IMDb puanı: 7.3/10
Benim puanım: 7.5/10

Hem yönettiği, hem de başrolünde oynadığı, üstelik senaryosunu da -biyografik öğelere dayanarak- yazdığı J’ai Tue Ma Mere (I Killed My Mother/Annemi Öldürdüm) geçen sene Cannes'da bayağı bir ses getirince, daha 20 yaşında bile olmayan Xavier Dolan "mucize çocuk" olarak dikkatleri üzerine çekti. Film, bizdeki festivaller de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki festivallerde bolca ilgi topladı, ödüller aldı. Geçen sene festival filmlerine bakarken konusu ilgimi çekmeyince elediğim bir film olmuştu J’ai Tue Ma Mere, ama birkaç hafta önce bu civardaki birkaç sinemada gösterime girince, bir hayli de iyi eleştiriler aldığını duyunca, izlemeye karar verdim. İyi ki de izlemişim. Sizi derinden sarsacak, kafanızı günlerce meşgul edecek, "müthiş film" olarak tanımlayacağınız bir film değil belki bu, ama iddiasız, yalın, komik bir film. Fakat ismine kanmayın: bir suç filmi değil J’ai Tue Ma Mere. Çocuk annesini bilindik anlamda öldürmüyor. Tersine, ideal olmasa da son derece gerçekçi, özellikle yalnız anneyle büyümüş ve sorunlu bir ev yaşamı olmuş çocukların kendi ergenliklerindeki aile yaşantılarından çok şey bulacağı bir ilişkisi var annesiyle arasında.

Hubert Minel, yazmayı ve resim yapmayı seven, 16 yaşındaki gay lise öğrencisi, babasından uzun yıllar önce boşanmış annesi Chantale ile yaşar, ikisinin arasında ara ara izleyiciyi şok (ve rahatsız) eden, ara ara da "aa ben de aynısını yaşadım" dedirten bol kavgalı ve gürültülü bir sevgi-nefret ilişkisi vardır. İlk sahnelerde Hubert gereksiz yere sorun çıkartan, sürekli bağırıp çağırarak, bunu yapmadığında da annesini çeşitli konularda (yeme alışkanlıklarından dolayı mesela) bolca aşağılayarak çok itici, kaba ve sorunlu bir yeniyetme portresi çiziyor. Ancak filmin ilerleyen dakikalarında anlıyoruz ki, Chantale de pek öyle çekilir -ve hatta sağlıklı- bir anne değil.

29 Ekim 2010 Cuma

Child's Play


Küçükken televizyonda izlediğim bir korku/bilimkurgu filminden çok etkilenmiştim. Bir gece sabaha karşı evlerine hapsolduklarını, kapılarla pencelerin etrafına tuhaf, metal bir duvarın inmiş olduğunu, üstelik evdeki sıcaklığın da gitgide yükselmekte olduğunu fark eden bir ailenin o gecesini anlatan ve neredeyse tamamı anne, baba ve çocuk olmak üzere üç karakterle geçen, sonu acayip çarpıcı bir filmdi. Filmin adını, sanını, hiçbir şeyini bilmiyordum ama her nedense aklımdan çıkmadı, özellikle sonu. Büyürken bir sürü kişiye filmi anlatıp haberlerinin olup olmadığını sorduğumu hatırlıyorum -kimsenin yoktu. Birkaç gün önce bu konuyu bana çağrıştıran bir başka film izleyince yine aklıma geldi. Pek de bir umudum olmadan Google'a konuya dair aklımda kalan birkaç anahtar sözcüğü yazınca, filmle ilgili her şey önüme serildi. İnanılmaz ama, benim gibi çocukken bunu izleyip unutamayan, etrafındakilere sorup duran ve yakın zamanda tekrar bulan bir sürü kişi varmış. Okuduğum yorumlar hep "küçükken izlemiştim de aklımdan çıkaramamıştım, ne kadar mutluyum şimdi ne olduğunu bulduğuma" minvalinde minnet dolu yorumlar :) Aslında bir film değilmiş bu; Hammer House of Mystery and Suspense isimli İngiliz dizisinin 1986 yılında çekilmiş olan Child's Play adlı bölümüymüş. Ama dizinin her bölümü birbirinden bağımsız olduğuna ve ayrı karakterlerlerle ayrı olaylardan oluştuğuna, bu bölümün süresi de kısa bir filmin uzunluğuna yakın olduğuna göre, Child's Play'den film diye bahsedebilirim sanırım.


28 Ekim 2010 Perşembe

Dağlar

Bu görüntüler, Planet Earth'ün ikinci bölümü Mountains/Dağlar'dan. Eğer kaçırdıysanız, ilk bölüme ait görseller ve Çavlan'ın giriş yazısı: Bir Kutuptan Diğerine


26 Ekim 2010 Salı

Bir Kutuptan Diğerine

From Pole to Pole yani Bir Kutuptan Diğerine, Planet Earth/Yeryüzü belgeseli serisinin ilk bölümünün adı. Bu yapımın tagline'ı "Dünyayı daha önce hiç böyle görmediniz" imiş, gerçekten de görmemişiz. Şimdiye dek televizyon belgeselciliğinde hiç kullanılmamış bir teknolojiyle ve inanılmaz bir bütçeyle çekilen belgesel, dünyadaki olağanüstü mekanlar, bitki örtüsü ve vahşi yaşama, daha önce hiç görülmemiş hayvan davranışlarına ve kamerayla ilk kez bu kadar yaklaşılan yerler/canlılara dair görüntüleriyle destansı bir yapım olmuş.

Bu bölüm dünyaya genel olarak bakan, bir kutuptan diğerine giderken yolda karşılaştığı olağanüstü güzellikleri, insan elinin hiç değmediği yerleri, soyu tükenmekte olan hayvanları ve vahşi yaşamı (balı seyircinin ağzına bir parmak çalıp kaçırmak suretiyle) şöyle bir gösterek, seyircinin diğer bölümler için geri gelmesini sağlayan bir nevi giriş bölümü olmuş. En yüksek dağlardan en sığ sulara, buzullardan ovalara, ormanlardan çöllere, en derin okyanuslardan en karanlık mağaralara kadar gezegendeki her şeyin, birbiriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor.


25 Ekim 2010 Pazartesi

Aksak Ritim

Aksak Ritim, yeniyetme bir çingene kızıyla maço bir taksi şoförünün ve aralarındaki şiddetle arzunun sınırlarında dolaşan ilişkinin hikayesi. Romanın yazarı, daha önce yine İletişim'den çıkmış Hepsi Hikâye ve Meçhul adlı kitapların yazarı, ama asıl, Bir İstanbul Masalı ve Hırsız-Polis gibi dizilerin senaristliğiyle tanınan Gaye Boralıoğlu.

Güldane, günlerini kavşaklarda arabalara çiçek satarak, geceleriniyse mahallenin bıyıkları yeni terleyen yeni ergen gençlerinin ağzı sulanarak izlediği bir camın öte tarafında, mum ışığında banyoda soyunarak geçiren, kardeşi Yunus'un organize ettiği bu 'gösteri'ler sayesinde cinselliğini ve insanlar üzerindeki gücünü yeni yeni keşfeden 15 yaşında, kızıl saçlı, pek bir işveli ve de cilveli bir hatun. Kendisine her daim yanık 11 yaşındaki kardeşi darbukacı Yunus, Annesi Safiye ve babası Cevdet romanımızın yan karakterleri ki, çok sahici olamasalar da (ne de olsa bir Roman ailesi ve mahallesi anlatılan, böyle bir kültürü anlatırken içeriden bir bakış tutturmaya çalışmak riskli ve zor bir iş olmalı), benim hoşuma gittiler.

Çiçek sattığı kavşakta bir gün, Halil'le karşılaşıyor Güldane. 35 yaşında bir makam şoförü olan Halil, şoförlüğünü yaptığı koskoca, yüksek mi yüksek cipin sürücü koltuğundan Güldane'yle dalga geçiyor, çiçeklerini alacak gibi yapıyor ama almıyor, durup kalkarak kızı peşinden koşturuyor, anlaştığı parayı vermiyor ama çiçeği kızın elinden çekip çalıyor, bir başka sefer kızın yemennisini başından kapıp yola, diğer arabaların altına atıyor. Birkaç kez bu anlamsız aşağılanmalara maruz kaldıktan sonra Güldane, bunlara rağmen bu boktan heriften hoşlanıyor olmanın getirdiği utançla, yerden bir avuç inşaat tozu (gibi bir şey) alıp, arabanın içine atıyor. Toz Halil'in gözlerinin içine kaçıyor, Halil arabanın hakimiyetini kaybediyor ve arabayı, devasa inşaat çukuruna sürüp çok ciddi bir kaza geçiriyor.

Minimini Bildiri

Kediler ve Kitaplar artık Twitter'da. Yeni yazılardan haberdar olmak için bizi takibe alabilirsiniz, her yazının linki otomatik olarak düşecek oraya.

http://twitter.com/kedilerkitaplar


22 Ekim 2010 Cuma

Red

Yönetmen: Robert Schwentke
Yazar: Jon Hoeber & Erich Hoeber (senaryo), Warren Ellis & Cully Hamner (çizgiroman)
Oyuncular: Bruce Willis, John Malkovich, Karl Urban, Mary-Louise Parker, Helen Mirren, Brian Cox, Morgan Freeman, Julian McMahon
Tür: Aksiyon|Komedi
Yapım yılı: 2010
Ülke: ABD
IMDb puanı: 7.4/10
Umut'un puanı: 7.5/10
Çavlan'ın puanı: 7.5/10

Red, kendisiyle aynı adı taşıyan, Warren Ellis'in yarattığı üç bölümlük çizgiromandan sinemaya uyarlanan bir film. Fakat alıştığımızın aksine, bu filmde süper kahramanlar veya fantastik öğeler yok.

Frank Moses (Bruce Willis), emekliye ayrılmış bir CIA ajanı olarak, yeni ve sıkıcı hayatına alışmaya çalışmaktadır; kendisine edindiği en keyif verici meşgale ise emeklilik maaşını sağlayan firmada çalışan Sarah'ı arayıp onunla muhabbet etmektir. Sarah'yla konuşabilmek adına kendisine gelen çekleri yırtmakta, sonra bu çeklerin ulaşmadığını söyleme bahanesiyle Sarah'yı tekrar tekrar aramaktadır hatta. Bir gün bu döngü, CIA'in Frank'in evini basması ile kırılır, telefonlarının dinlendiğini de emin olan Frank, Sarah'nın hayatını koruyabilmek adına onu kaçırır, sonra da onunla birlikte eski takımını (ki bunlar da kendisi gibi emeklidir ve RED -Retired and Extremely Dangerous- olarak fişlenmiştir) toplar ve bu olayları araştırmaya başlar.

Açıkçası senaryoyu okusam önyargılarımdan dolayı Red'e gitmeyi iyice ertelerdim tahminimce (çizgiroman seven biri olmama rağmen çizgiroman uyarlaması olduğunu duyduğumda bile önyargılarım sonucu filme gitmemek için Çavlan'ı bir süre oyaladığımı kabul etmem lazım). Filmi izledikten sonra ise diyebilirim ki, Red doğal olarak izleyeceğiniz en yaratıcı, uçuk-kaçık veya adrenalin dolu film değil ama gayet eğlenceli bir film. Konu kağıt üstünde pek bir ciddi gözükse de, gayet de hafif işleniyor aslında.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Yeşil Peri Gecesi


Bu yıl okuduğum romanlar içinde beni en çok etkileyen, hayranlık uyandıran diliyle ağzımda nefis bir edebiyat tadı bırakan kitap oldu Yeşil Peri Gecesi. Hakkında bir şeyler yazmayı on gündür erteleyip duruyorum, çünkü açıkçası, "bayıldım, mutlaka okuyun" dışında ne yazabilirim, bilmiyorum. Konusunu anlatmayı hiç istemiyorum, roman zamansal olarak düz bir çizgide ilerlemediği, 2000'lerden 1980'lere, sonra 90'lara, sonra yine 80'lere atlayıp sıçraya sıçraya gittiği için, konuya dair verebileceğim en zararsız görünen ipucu bile okuma keyfinizi kaçıracakmış gibi geliyor -zira ben arka kapak yazısını okuduktan sonra, bolca dudak bükerek başlamıştım bu kitabı okumaya, ki bu kadar yanılabilirmişim. İsmi bile bir garip gelmişti, ancak sabırla birkaç yüz sayfa okuduktan sonra öğrendiğime göre yeşil peri absent demekmiş, bir nevi 'absent gecesi' gecesi anlamına geliyormuş bu başlık da. Bunu öğrendikten sonra o küçümsediğim başlık birden acayip havalı bir kitap adına dönüştü gözümde. Bir de Ayfer Tunç'u daha önce hiç okumamış olmamın getirdiği kayıtsızlık vardı Yeşil Peri Gecesi'ne başlarken. Oysa kitap biter bitmez koşarak Tunç'un diğer iki romanını bulup başucuma koydum, hatta utanmasam şimdiden kendisini en sevdiğim yazarların arasında sayacağım.

Çok bildik, popüler edebiyatta ve magazinde sık sık işlenen, bana biraz fazla arabeskçe gelen bir konuyu alıp, asla beklemediğim bir açıdan işlemiş, popüler kültürü zehir zemberek eleştirmek için popüler kültürün kendisini bir silah olarak kullanmış Ayfer Tunç. Romanın kahramanı, ismi hiç geçmeyen anlatıcı kadın, Tunç'un ilk romanı Kapak Kızı'nda doğmuş aslında, fakat daha çok nesnesiymiş Kapak Kızı'nın, hakkında bolca konuşturuyor, sayesinde pek çok yüzleşme gerçekleşiyor, ama kendisi hiç ortaya çıkmıyormuş -orada belliymiş ismi; Şebnem, fakat ben bu bilgiden bihaber halde okuduğum için Yeşil Peri Gecesi'ni, bu isim kafamda yarattığım kadına çok uzak, çok yabancı geldi. Kapak Kızı'nın ana karakterlerinden biri de var Yeşil Peri Gecesi'nde, sonlara doğru çıkıyor, hatta Kapak Kızı'nın geçtiği tren yolculuklu geceye bir gönderme yapıyor. (Tabii bu bilgilerin üzerine Kapak Kızı bir an önce yenilip yutulmaz mı? Yutulur.) Ancak Yeşil Peri Gecesi bir devam romanı sayılmaz, Kapak Kızı'nı okumamış olmak bu romanı okuma deneyiminden bir şeyler eksiltmiyor (diye umuyorum tabii ki), zaten yazara göre birbirini bütünleyen, ama tekil de okunabilen iki romanmış bunlar.

15 Ekim 2010 Cuma

Afallatan Sonlar

Böyle bir liste yapma fikri ilk aklımdan geçtiğinde, kafamda oluşan başlık "Ağzımıza Sıçan Sonlar"dı. Sonra başlıkta küfür kullanmanın pek hoş durmayacağını düşündüm ve çok daha zayıf bir başlık olan "Afallatan Sonlar"da karar kıldım, aklıma başka bir şey gelmediği için. Aslında kast ettiğim seyirciyi şok eden, üzerinden yıllar geçse bile sürprizli sonlarıyla hatırlanan filmler (tabii bir başlık için biraz uzun olurdu bu). Çoğu kişinin asla önceden göremeyeceği sonlara sahip filmler. Listelediklerim arasında sonunu önceden tahmin edebildiğim tek bir film oldu sadece (The Orphanage), yine de o bile, seyirciyi afallatma konusunda çok başarılıydı. Bazıları klişe (ve aslında pek çok açıdan gelişini belli eden) sonlar olabilir, ama ilk kez izliyorsanız ve özellikle bir twist bekliyor değilseniz, kesinlikle şok ediciler. Bu listenin deli gibi spoiler barındırdığını söylememe gerek var mı? O filmi izlemediyseniz ve bir gün izleme ihtimaliniz varsa, resimaltı yazılarını okumak istemeyebilirsiniz. Görsellerde spoiler vermemeye çalıştım ama aynısı yazılar için geçerli değil tabii. Son olarak, atladığım (bilmediğim, anımsamadığım ya da sonunda o kadar da etkilenmediğim) şaşırtıcı sonlu bir sürü film olmalı, siz aklınıza gelenleri yorum bölümünde belirtirseniz hoş olur o yüzden.

Psycho (1960)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Gün

15 Temmuz 1988'de, üniversitenin son gününde tanışıp tek gecelik bir ilişki yaşayan Dexter ve Emma'nın tek bir günlerine yoğunlaşarak başlayan roman, aynı karakterleri sonraki yirmi yıl boyunca (2007'ye dek) her yılın 15 temmuzunda ziyaret ediyor. Kitapta her yılın belirli bir günü anlatılıyor. Yıldan yıla atlamanın biraz riskli bir anlatım tekniği olduğunu, kahramanlarının hayatındaki pek çok şeyi kaçıracağını düşünüyor insan, ama diğer günlerde neler olduğuna dair bir fikrimizin olması, en azından büyük değişiklikleri bilebilmemiz için, Nicholls ustaca minik ipuçları serpiştirmiş her köşeye. Akıllıca bir fikir bu; her yılın tek bir gününe odaklanıldığı için kazanılanlar, kaybedilenler, mutluluklar, üzüntüler, sevinçler ve acılar, kısaca hayat ileri sararak geçiyor, geçip giden zamanın zekice kullanımı Bir Gün'e page-turner denilen niteliği katıyor -yani sürükleyici, elinizden bırakamayacağınız bir kitap. En fazla birkaç gün içinde bitireceğinizin garanti olduğu kitaplardan biri oluyor bu özgün anlatım tekniği sayesinde Bir Gün.

Dexter, kendi yaşamı da dahil olmak üzere el attığı her şeyi ve herkesi insanı hayrete düşürecek bir istikrarla mahveden, acayip ukala, sinir bozucu bir zengin piç. David Nicholls alışıldık olmayanı yaparak en başta Dexter'ı okuyucunun "ah canım, kötü çocuk ama çekici, hem derinde iyi aslında, sempatik serserim" nidalarıyla sevmesini sağlayacak kadar klişe ve yüzeysel bir karakter olarak çizmek yerine (çünkü ne de olsa iki ana karakterden biri), karakterin kendine duyduğu aşk ile nefretin zehirli bir şekilde içiçe geçtiğini göstererek çok daha gerçekçi bir tipleme yaratıyor. Dexter'ın yanında başta melek gibi görünen Emma da pek o kadar da sevilesi/özenilesi bir hatun değil aslında; somurtkan, inatçı, bunalımlı ve kendi kendini imha alanında şaşırtıcı bir yeteneğe sahip, kendi mutluluğunun önündeki tek engel. Anlayacak kadar zeki, üzülecek kadar duyarlı ama değiştirebilecek kadar cesur olmadığı dünya karşısında tökezleyip duruyor. Gerçek hayatlarımızda tanıdığımız insanlara, hatta kendimize çok yakın karakterler bunlar, bu nedenle çok gerçekçi, çok gıcıklar. Yine de kitabın sonlarına doğru bu iki karaktere ne kadar çok değer vermeye başladığımı fark etmek beni şaşalattı, sanırım Nicholls'ın asıl başarısı burada yatıyor. Fevkalade karakterizasyonunda.

9 Ekim 2010 Cumartesi

My Sister's Keeper

(Bu yazıda hem kitaptan hem de filmden bahsedeceğim için, başlığı orijinal adlarıyla attım. Zira Türkçeye kitap da film de farklı çevrilmiş; biri Kız Kardeşim İçin, diğeri Kız Kardeşimin Hikayesi olarak -ki ikisinin de asıl anlamı verebildiği söylenemez.)

13 yaşındaki Anna hasta değil, ama hastadan beter. Sayısız kan nakli ve operasyon geçirmiş, kemik iliği vermiş, bebekliğinden beri orasına burasına vurulan iğnelerinse haddi hesabı yok. Şimdi de ameliyat masasına yatması, böbreklerinden birinden vazgeçmesi bekleniyor. Bedeninin üzerinde bir kontrolü olsun, az da olsa kendi hayatı olsun isteyen Anna, onu ilgilendiren tıbbi konularda kendi karar verebilmek için, bedeninin kullanım haklarını "kazanabilmek" için anne ve babasına karşı bir dava açıyor, böyle başlıyor kitap. Çünkü Anna'nın dünyaya geliş sebebi, kan kanseri olan ablası Kate'e donör olmak. 2 yaşındayken kendisine lösemi teşhisi konulan Kate'i hayatta tutabilmek için, doktorlarının "official olmayan" önerisiyle kanı, iliği, organları, her şeyi Kate'e uygun bir bebek yapmaya karar vermiş anne-baba. Yumurtalık ve spermler alınmış, uzun testler sonucu genetik açıdan Kate'e yüzde yüz uygun embriyo bulunmuş ve tekrar annenin içine yerleştirilmiş, dokuz ay sonra Anna dünyaya gelmiş. Amaç sadece göbek bağından gelen kanı kullanmak başta; Kate'e yardımı da oluyor bunun gerçekten, remisyona giriyor kanseri. Ama birkaç yıl sonra hastalık nüksedince, Anna'nın canlı donörlüğü başlamış oluyor. 13 yaşına gelince de (bu noktada abla 16 yaşında) isyan ediyor.

8 Ekim 2010 Cuma

Filmekimi

Sonbahar Film Haftası olarak da bilinen Filmekimi, bugün başlıyor. Ben Ankara'da olduğum için gidemeyeceğim, ama görmek istediğim filmleri seçmeme ve o filmlerin bir listesini çıkarmama engel olmadı bu :) Benim farklı yollardan, hem de kimbilir ne zaman izleyebileceğim bu filmlerin tümünü, İstanbul'daki sinemaseverler önümüzdeki bir hafta içinde görebilecek. İşte o sinemaseverlerdenseniz ve seçtiğim/dolayısıyla önerdiğim bu 10 filmlik programla ilgilenirseniz, buyrun:

Loong Boonmee Raleuk Chat
(Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor)
Yönetmen: Apichatpong Weerasethakul
Oyuncular: Thanapat Saisaymar, Jenjira Pongpas, Sakda Kaewbuadee
IMDb puanı: 7.2
Tayland-İngiltere-Fransa-Almanya-İspanya, 2010
113' / Tayca

Boonme Amca, böbrek yetmezliğinden ölmek üzeredir; taşradaki evine çekilmiş, son günlerini sevdikleri ve akrabalarıyla geçirmektedir. Bir akşam, yemek sofrasında, rahmetli karısıyla oğlunu görür. Boonme, ölmüş yakınlarıyla sohbetleri sayesinde öbür dünya hakkındaki sorularına yanıt bulabilecek midir? Bu sene Cannes'da Altın Palmiye'yi kazanan, metafizik konuların yanı sıra ilkel inançlara ve yeniden doğuşa göndermeler yapsa da aslında şefkat hakkında olan bu Tayland filmi, jüri başkanı Tim Burton'a göre "güzel, tuhaf bir rüya gibi"...

5 Ekim 2010 Salı

Battlestar Galactica


Çocukluğumda Alien, Terminator 2 ve Blade Runner’ı deli gibi izlerdim. Çocukluk heyecanıyla izlediğim ve şu an nostalji yapmaktan öte bir niyetle izlemeyeceğim birçok filmden farklı olarak, bu filmleri tekrar tekrar oturup hevesle izleyebilirim. (Gerçi terminatör abinin senatör olduktan sonra şiddet içeren bilgisayar oyunlarını yasaklatmak gibi çok mühim şeylere kafa yoruyor olması, insanı onun içinde yer aldığı her şeyden soğutuyor. Total Recall’da gözlerinin dışarı çıktığı halinle kabuslarıma girmiştin ulen, onu yasaklat sen önce...) Gel gör ki, bilim kurgunun benim gözümde edebiyat ve sinemada ne kadar karizması varsa, TV dizileri söz konusu olduğunda bir o kadar kötü çağrışımları var kafamda. Bu konuda ne kadar önyargılı olduğumu iddia edecek olanlar için uzun uzun açıklamalar yazacaktım başta ama şu video tek başına bilim kurgunun televizyonla karşılaştığı anda düşebildiği durumlara dair anlatmak istediğim her şeyi anlatıyor bence: tık. Çavlan'ın sürekli “izlemen lazım” diye ısrar etmesine rağmen uzun süre Battlestar Galactica'yı (2003’te başlayan yeni versiyonunu) izlemeyi ertelemem bu yüzdendi. Mutlulukla kabul ediyorum ki, fena halde yanılmışım. Yazımın çoğunu da benim gibi önyargılarına kapılmış, belki umursamamış veya diziye hiç rast gelmediği için izlememiş insanlar için yazdığımı söylemem gerek.