(Bu yazıda hem kitaptan hem de filmden bahsedeceğim için, başlığı orijinal adlarıyla attım. Zira Türkçeye kitap da film de farklı çevrilmiş; biri Kız Kardeşim İçin, diğeri Kız Kardeşimin Hikayesi olarak -ki ikisinin de asıl anlamı verebildiği söylenemez.)
13 yaşındaki Anna hasta değil, ama hastadan beter. Sayısız kan nakli ve operasyon geçirmiş, kemik iliği vermiş, bebekliğinden beri orasına burasına vurulan iğnelerinse haddi hesabı yok. Şimdi de ameliyat masasına yatması, böbreklerinden birinden vazgeçmesi bekleniyor. Bedeninin üzerinde bir kontrolü olsun, az da olsa kendi hayatı olsun isteyen Anna, onu ilgilendiren tıbbi konularda kendi karar verebilmek için, bedeninin kullanım haklarını "kazanabilmek" için anne ve babasına karşı bir dava açıyor, böyle başlıyor kitap. Çünkü Anna'nın dünyaya geliş sebebi, kan kanseri olan ablası Kate'e donör olmak. 2 yaşındayken kendisine lösemi teşhisi konulan Kate'i hayatta tutabilmek için, doktorlarının "official olmayan" önerisiyle kanı, iliği, organları, her şeyi Kate'e uygun bir bebek yapmaya karar vermiş anne-baba. Yumurtalık ve spermler alınmış, uzun testler sonucu genetik açıdan Kate'e yüzde yüz uygun embriyo bulunmuş ve tekrar annenin içine yerleştirilmiş, dokuz ay sonra Anna dünyaya gelmiş. Amaç sadece göbek bağından gelen kanı kullanmak başta; Kate'e yardımı da oluyor bunun gerçekten, remisyona giriyor kanseri. Ama birkaç yıl sonra hastalık nüksedince, Anna'nın canlı donörlüğü başlamış oluyor. 13 yaşına gelince de (bu noktada abla 16 yaşında) isyan ediyor.
Kitapta her bölüm başka bir karakterin bakış açısından, birinci şahıstan anlatılmış (Anna, abisi Jesse, annesi, babası, Anna'nın avukatı ve sosyal güvenlik görevlisi), sadece Kate yok. Yazı fontları bile değişiyor anlatıcı değişince. Bu farklı anlatım tekniği çok hoşuma gitti, My Sister's Keeper'ı benim için etkileyici yapan en büyük unsur bu oldu hatta. Kate'in olmamasının da işe hoş bir gizem kattığını düşündüm. Anne Kate'in hastalığını ilk öğrendikleri zamandan başlayarak günümüze kadar olan kısımları anlatıyor kendi bölümlerinde, diğer karaklerlerse günümüzü, Anna'nın davasıyla başlayan mahkeme sürecini. Anna'ın vermeyi istemediği, uğruna ailesine dava açtığı böbreği Kate'in ölümüne neden olabilir; çünkü Kate'in böbrekleri iflas etmiş durumda, naklin yapılacağı ameliyata dayanacak gücü dahi olmayabilir. Anna'nın isyanına Kate'in tepkisi ne oluyor uzun süre bilemiyoruz, Kate tamamen kendi dünyasında, ölmek üzere hastanede yatıyor romanın önemli bir bölümü boyunca. Son 14 yıldır hayatını Kate'e ve onu hayatta tutmaya adamış olan anne bundan nefret ediyor, Anna'nın dikkat çekmek için bu oyunu oynadığını ve çok haksız olduğunu düşünüyor, sırf Anna'nın kaprisi uğruna Kate'i kaybetmekten deli gibi korkuyor. İtfaiyeci olan baba ise Anna'nın yanında, şimdiye dek her şeyi Kate için yaptıklarının, bir kez olsun Anna'nın tarafından bakmadıklarının, ilk sıraya Anna'nın iyiliğini koymadıklarının bilincinde. Bir de en büyük abi olan Jesse var; sadece tek bir çocuğa odaklanmış bir ailede büyüyen Jesse, artık ailesiyle değil, garajlarında yaşıyor, uyuşturucu kullanıyor ve babanın gelip söndüreceği yangınlar çıkarıyor kimsesiz binalarda. Avukat ve sosyal güvenlik görevlisi de iyi işlenmiş, ilginç karakterler, onların da apayrı bir yan-öyküleri var ki hoş bir tat katıyor hikayeye.
Bu kitabı okurken mutlaka böyle bir durumla karşılaşsam ben ne yapardım diye düşünüyor, ama taraf tutamıyorsunuz. Ya da tutuyorsunuz, ancak bir bölüm sonra o taraf değişiyor. Başlarda bir cadı gibi görünen anne, kitabın ikinci yarısında onun adına üzüldüğünüz bir karakter oluyor örneğin, Jesse ya da Julia'ya bir anlayışla yaklaşıyor bir öfkeleniyorsunuz ve sürekli Anna'yı, "yerinde olsam ben ne yapardım?"ı düşünüyorsunuz, bulduğunuz yanıt ne olursa olsun, Anna'ya kızamıyorsunuz. Hiçbir kesin doğru yok, siyahla beyaz yok My Sister's Keeper'da. Sonlarındaki twist de çok etkileyici, sağ gösterip sol vuran sonu da (söylememe gerek var mı, salya sümük ağladım ben).
My Sister's Keeper'ın filmi ise, apayrı bir hikaye. Yönetmenliğini Nick Cassavetes'in yaptığı filmin kadrosu Cameron Diaz, Sofia Vassilieva, Abigail Breslin ve Alec Baldwin gibi isimlerden oluşuyor. Sanırım en iyi yanı da, kadrosu zaten. İşi gücü seyirciyi ağlatmak olan manipülatif filmleri sevmem, içinde hasta çocuk, kanser, ölüm mü var, benden uzak olsun, ne gerek var ki şimdi izleyip üzülmeye diye düşünüp baştan bulaşmam zaten. Ama bu filmi izlemem gerekiyordu, sonuçta okuyup da bir hayli etkilendiğim bir romanın uyarlamasıydı, üstelik iyi sayılabilecek eleştiriler almıştı, imdb puanı 7'nin üzerindeydi falan filan (o puana hak etmediği bir önem atfediyorum, vazgeçmem gerek artık). Öncelikle şunu belirtmem gerek, sevdiğim bir kitabın sinema uyarlamasını izlemeye düşük beklentilerle başlıyorum artık, hiçbir uyarlama da aslı gibi olmuyor zaten. Ama bu film, uyarlama olmaktan çıkmış, bağımsız bir melodrama dönüşmüş. Kitabı okumamış olsaydım bu kadar tepkili olmazdım bu filme karşı, bu kesin. Pek beğenmezdim, ama böyle nefret de etmezdim.
Kitaba ve konusuna sadık başlıyor ve duygusal anlarla, asıl etik problemi mantıksal çerçevede incelemenin dengesini iyi ayarlıyor film, ancak ne zaman ki odak Kate'in öyküsüne dönüyor, film de romanın meselelerinden uzaklaşıp bir melodrama dönüşüyor. Kate'in kendisi gibi bir kanser hastasıyla tanışıp aşık olmasının uzuuun uzuun anlatıldığı bölümle birlikte (ki Taylor beni kitapta da, filmde de ağlattı tamam, ama bu bir şeyi değiştirmiyor) ipler kopuyor. Sadece tonundaki değişiklik (olağandışı etik bir tartışmayı irdeleyen bir hikayeden çıkıp varlığının nedeni seyirciyi ağlatmak olan bir tearjerker'a dönüşmek) değil, romanla arasındaki sayısız farklılık da itici geldi bana. Örneğin;
- Filmin ana teması, kızının ölmesine izin vermeyen obsesif bir anne. Hikaye tamamen bununla ilgili: Kate ölecek, ölmeli, ama anne mücadeleden vazgeçmiyor, oysa bırakması gerek falan filan. Ne alaka diye çığlık atmak istedim filmin son saati boyunca.
- Kitaptaki ana karakterlerden biri, Julia, filmde yok olmuş.
- Kitapta ciddi ağırlığı olan mahkeme sahneleri, sadece kırpılmakla kalmamış, bolca da değiştirilerek filmde toplam beş dakika olarak kendilerine yer bulmuşlar.
- Mahkeme sahneleri ve Julie olmadığı için, Alec Baldwin yeteri kadar kullanılamamış, avukat Campbell'ın öyküsü minimuna indirgenmiş. Campbell ve Anna'nın ilişkisi de derinleştirilmemiş, kitaptaki mizah dolu diyaloglardan eser yok.
- Aynı şekilde anne ve babanın ilişkisi ve çatışmalarına da hiç değinilmemiş. Baba ve Anna'nın da.
- Anna'nın tıbbi bağımsızlığı için dava açmış olması yani filmin güya asıl konusu, hiç mi hiç işlenmemiş. Bunun ne karakterlerin, ne de olayların üzerindeki etkileri irdelenmiş -hatta filmin ikinci yarısından sonra unutulup gitmiş.
- Jesse kundakçı bir baş belasından, iyi huylu, hassas bir çocuğa dönüşmüş. Oysa bu karakterin geldiği nokta, ailenin her şeyi 'hasta kız'a odaklamasının bir sonucunu gösterdiği için, çok etkileyiciydi. Ama filmde Jesse'nin tek yaptığı, uzun yürüyüşlere çıkıp aptal aptal sokağa bakmak, geçen arabalara dalıp gitmek (asıl Jesse o sürede iki binayı yakıp yıkmış, bir de araba çalmıştı!).
- Çok fazla dinsel motif var. Herkes kızın ölünce "daha iyi bir yer"e, ölen erkek arkadaşının yanına gideceğine inanıyor. O zaman öl bir an önce yahu, bu yalan dünyada kalıp da bu kadar acıyı çekmeye ne gerek var?
- Hikayenin sonu değiştirilmiş, inanılmaz büyük bir değişiklik bu. Her şeye eyvallah diyebilirdim, eğer bu olmasaydı. Bu öykünün sonu romandaki haliyle güzeldi, o haliyle anlamlıydı, o haliyle can yakıcıydı. Böyle büyük bir değişikliğin karşısında insan ne gerek vardı ki uyarlamaya diye düşünüyor, baştan yazsalarmış kendi senaryolarını, apayrı bir isimle çıksaymış bu film, ben de hiç izlemeseymişim bunun okuduğum bir kitabın uyarlaması olduğu yanılgısına düşmeden. Bambaşka bir hikayeye dönüşmüş My Sister's Keeper.
Benim gibi kitabını okumuş olanlara büyük bir iç rahatlığıyla "filmden uzak durun!" diyorum. Ama okumadıysanız ve okumayı da düşünmüyorsanız, bir güzel ağlayıp rahatlamak gibi de bir amacınız varsa, iyi bir seçim olabilir My Sister's Keeper.
13 yaşındaki Anna hasta değil, ama hastadan beter. Sayısız kan nakli ve operasyon geçirmiş, kemik iliği vermiş, bebekliğinden beri orasına burasına vurulan iğnelerinse haddi hesabı yok. Şimdi de ameliyat masasına yatması, böbreklerinden birinden vazgeçmesi bekleniyor. Bedeninin üzerinde bir kontrolü olsun, az da olsa kendi hayatı olsun isteyen Anna, onu ilgilendiren tıbbi konularda kendi karar verebilmek için, bedeninin kullanım haklarını "kazanabilmek" için anne ve babasına karşı bir dava açıyor, böyle başlıyor kitap. Çünkü Anna'nın dünyaya geliş sebebi, kan kanseri olan ablası Kate'e donör olmak. 2 yaşındayken kendisine lösemi teşhisi konulan Kate'i hayatta tutabilmek için, doktorlarının "official olmayan" önerisiyle kanı, iliği, organları, her şeyi Kate'e uygun bir bebek yapmaya karar vermiş anne-baba. Yumurtalık ve spermler alınmış, uzun testler sonucu genetik açıdan Kate'e yüzde yüz uygun embriyo bulunmuş ve tekrar annenin içine yerleştirilmiş, dokuz ay sonra Anna dünyaya gelmiş. Amaç sadece göbek bağından gelen kanı kullanmak başta; Kate'e yardımı da oluyor bunun gerçekten, remisyona giriyor kanseri. Ama birkaç yıl sonra hastalık nüksedince, Anna'nın canlı donörlüğü başlamış oluyor. 13 yaşına gelince de (bu noktada abla 16 yaşında) isyan ediyor.
Kitapta her bölüm başka bir karakterin bakış açısından, birinci şahıstan anlatılmış (Anna, abisi Jesse, annesi, babası, Anna'nın avukatı ve sosyal güvenlik görevlisi), sadece Kate yok. Yazı fontları bile değişiyor anlatıcı değişince. Bu farklı anlatım tekniği çok hoşuma gitti, My Sister's Keeper'ı benim için etkileyici yapan en büyük unsur bu oldu hatta. Kate'in olmamasının da işe hoş bir gizem kattığını düşündüm. Anne Kate'in hastalığını ilk öğrendikleri zamandan başlayarak günümüze kadar olan kısımları anlatıyor kendi bölümlerinde, diğer karaklerlerse günümüzü, Anna'nın davasıyla başlayan mahkeme sürecini. Anna'ın vermeyi istemediği, uğruna ailesine dava açtığı böbreği Kate'in ölümüne neden olabilir; çünkü Kate'in böbrekleri iflas etmiş durumda, naklin yapılacağı ameliyata dayanacak gücü dahi olmayabilir. Anna'nın isyanına Kate'in tepkisi ne oluyor uzun süre bilemiyoruz, Kate tamamen kendi dünyasında, ölmek üzere hastanede yatıyor romanın önemli bir bölümü boyunca. Son 14 yıldır hayatını Kate'e ve onu hayatta tutmaya adamış olan anne bundan nefret ediyor, Anna'nın dikkat çekmek için bu oyunu oynadığını ve çok haksız olduğunu düşünüyor, sırf Anna'nın kaprisi uğruna Kate'i kaybetmekten deli gibi korkuyor. İtfaiyeci olan baba ise Anna'nın yanında, şimdiye dek her şeyi Kate için yaptıklarının, bir kez olsun Anna'nın tarafından bakmadıklarının, ilk sıraya Anna'nın iyiliğini koymadıklarının bilincinde. Bir de en büyük abi olan Jesse var; sadece tek bir çocuğa odaklanmış bir ailede büyüyen Jesse, artık ailesiyle değil, garajlarında yaşıyor, uyuşturucu kullanıyor ve babanın gelip söndüreceği yangınlar çıkarıyor kimsesiz binalarda. Avukat ve sosyal güvenlik görevlisi de iyi işlenmiş, ilginç karakterler, onların da apayrı bir yan-öyküleri var ki hoş bir tat katıyor hikayeye.
Bu kitabı okurken mutlaka böyle bir durumla karşılaşsam ben ne yapardım diye düşünüyor, ama taraf tutamıyorsunuz. Ya da tutuyorsunuz, ancak bir bölüm sonra o taraf değişiyor. Başlarda bir cadı gibi görünen anne, kitabın ikinci yarısında onun adına üzüldüğünüz bir karakter oluyor örneğin, Jesse ya da Julia'ya bir anlayışla yaklaşıyor bir öfkeleniyorsunuz ve sürekli Anna'yı, "yerinde olsam ben ne yapardım?"ı düşünüyorsunuz, bulduğunuz yanıt ne olursa olsun, Anna'ya kızamıyorsunuz. Hiçbir kesin doğru yok, siyahla beyaz yok My Sister's Keeper'da. Sonlarındaki twist de çok etkileyici, sağ gösterip sol vuran sonu da (söylememe gerek var mı, salya sümük ağladım ben).
My Sister's Keeper'ın filmi ise, apayrı bir hikaye. Yönetmenliğini Nick Cassavetes'in yaptığı filmin kadrosu Cameron Diaz, Sofia Vassilieva, Abigail Breslin ve Alec Baldwin gibi isimlerden oluşuyor. Sanırım en iyi yanı da, kadrosu zaten. İşi gücü seyirciyi ağlatmak olan manipülatif filmleri sevmem, içinde hasta çocuk, kanser, ölüm mü var, benden uzak olsun, ne gerek var ki şimdi izleyip üzülmeye diye düşünüp baştan bulaşmam zaten. Ama bu filmi izlemem gerekiyordu, sonuçta okuyup da bir hayli etkilendiğim bir romanın uyarlamasıydı, üstelik iyi sayılabilecek eleştiriler almıştı, imdb puanı 7'nin üzerindeydi falan filan (o puana hak etmediği bir önem atfediyorum, vazgeçmem gerek artık). Öncelikle şunu belirtmem gerek, sevdiğim bir kitabın sinema uyarlamasını izlemeye düşük beklentilerle başlıyorum artık, hiçbir uyarlama da aslı gibi olmuyor zaten. Ama bu film, uyarlama olmaktan çıkmış, bağımsız bir melodrama dönüşmüş. Kitabı okumamış olsaydım bu kadar tepkili olmazdım bu filme karşı, bu kesin. Pek beğenmezdim, ama böyle nefret de etmezdim.
Kitaba ve konusuna sadık başlıyor ve duygusal anlarla, asıl etik problemi mantıksal çerçevede incelemenin dengesini iyi ayarlıyor film, ancak ne zaman ki odak Kate'in öyküsüne dönüyor, film de romanın meselelerinden uzaklaşıp bir melodrama dönüşüyor. Kate'in kendisi gibi bir kanser hastasıyla tanışıp aşık olmasının uzuuun uzuun anlatıldığı bölümle birlikte (ki Taylor beni kitapta da, filmde de ağlattı tamam, ama bu bir şeyi değiştirmiyor) ipler kopuyor. Sadece tonundaki değişiklik (olağandışı etik bir tartışmayı irdeleyen bir hikayeden çıkıp varlığının nedeni seyirciyi ağlatmak olan bir tearjerker'a dönüşmek) değil, romanla arasındaki sayısız farklılık da itici geldi bana. Örneğin;
- Filmin ana teması, kızının ölmesine izin vermeyen obsesif bir anne. Hikaye tamamen bununla ilgili: Kate ölecek, ölmeli, ama anne mücadeleden vazgeçmiyor, oysa bırakması gerek falan filan. Ne alaka diye çığlık atmak istedim filmin son saati boyunca.
- Kitaptaki ana karakterlerden biri, Julia, filmde yok olmuş.
- Kitapta ciddi ağırlığı olan mahkeme sahneleri, sadece kırpılmakla kalmamış, bolca da değiştirilerek filmde toplam beş dakika olarak kendilerine yer bulmuşlar.
- Mahkeme sahneleri ve Julie olmadığı için, Alec Baldwin yeteri kadar kullanılamamış, avukat Campbell'ın öyküsü minimuna indirgenmiş. Campbell ve Anna'nın ilişkisi de derinleştirilmemiş, kitaptaki mizah dolu diyaloglardan eser yok.
- Aynı şekilde anne ve babanın ilişkisi ve çatışmalarına da hiç değinilmemiş. Baba ve Anna'nın da.
- Anna'nın tıbbi bağımsızlığı için dava açmış olması yani filmin güya asıl konusu, hiç mi hiç işlenmemiş. Bunun ne karakterlerin, ne de olayların üzerindeki etkileri irdelenmiş -hatta filmin ikinci yarısından sonra unutulup gitmiş.
- Jesse kundakçı bir baş belasından, iyi huylu, hassas bir çocuğa dönüşmüş. Oysa bu karakterin geldiği nokta, ailenin her şeyi 'hasta kız'a odaklamasının bir sonucunu gösterdiği için, çok etkileyiciydi. Ama filmde Jesse'nin tek yaptığı, uzun yürüyüşlere çıkıp aptal aptal sokağa bakmak, geçen arabalara dalıp gitmek (asıl Jesse o sürede iki binayı yakıp yıkmış, bir de araba çalmıştı!).
- Çok fazla dinsel motif var. Herkes kızın ölünce "daha iyi bir yer"e, ölen erkek arkadaşının yanına gideceğine inanıyor. O zaman öl bir an önce yahu, bu yalan dünyada kalıp da bu kadar acıyı çekmeye ne gerek var?
- Hikayenin sonu değiştirilmiş, inanılmaz büyük bir değişiklik bu. Her şeye eyvallah diyebilirdim, eğer bu olmasaydı. Bu öykünün sonu romandaki haliyle güzeldi, o haliyle anlamlıydı, o haliyle can yakıcıydı. Böyle büyük bir değişikliğin karşısında insan ne gerek vardı ki uyarlamaya diye düşünüyor, baştan yazsalarmış kendi senaryolarını, apayrı bir isimle çıksaymış bu film, ben de hiç izlemeseymişim bunun okuduğum bir kitabın uyarlaması olduğu yanılgısına düşmeden. Bambaşka bir hikayeye dönüşmüş My Sister's Keeper.
Benim gibi kitabını okumuş olanlara büyük bir iç rahatlığıyla "filmden uzak durun!" diyorum. Ama okumadıysanız ve okumayı da düşünmüyorsanız, bir güzel ağlayıp rahatlamak gibi de bir amacınız varsa, iyi bir seçim olabilir My Sister's Keeper.
18 yorumcuk:
"Özellikle hasta rolündeki Sofia Vassilieva'ya dikkat. Müthiş oynamış. Film için saçlarını kazıtmaya yanaşmayan Dakota Fanning'in yerine seçilmiş bu rol için ve filmi de adeta tek başına götürmüş. Onun için yaratılan kardeşi rolündeki; 2006 yapımı 2 Oscarlı film Little Miss Sunshine'da da başrolü çeken Abigail Breslin'in de o yaşına rağmen gösterdiği performansı es geçmeyelim. Bu kızları ileride çok konuşacağımızdan eminim."
Yazmışım ben de. Oyunculuklar üst düzey, ağlamak isteyenin ilk tercihi olması gereken bir film. Kitabını okumadım tabii. :)
Kitabı okumadım, filmi izlemiştim. Şu ana kadar izlediğim en güzel dramlardan biridir. Baya bir ağlamıştım.
Abigail Breslin önümüzdeki yıllarda adından sıkça bahsettirecek bir oyuncu...
kitabını okuduktan sonra filmin izlemesini tavsiye ederim. işte o zaman tadı çıkıyor..
Hem kitapı okumuş hem de filmi izlemiş birisi olarak yazdığın herşeye katılıyorum.. Eğer kitaptan bağımsız değerlendirebilecek olsam filmi belki sevebilirdim, ama bildiklerimi bilirken imkansız.. Başlangıcı iyiydi, Anna 13 değil 11 yaşında bir kız olmuş (niye böyle bir değişiklik yapmışlar anlamadım bu arada filmin romandan alıp değiştirdiği maddelere eklenebilir bu da) ama rahatsız etmedi bu beni, avukat rolünde Baldwin çok iyi gitmiş, Cameron Diaz bile iyi oyunculuk nedir gösteriyor hem kitaptaki farklı anlatıcı tekniğini filmde karakterlerin dış sesleri olarak yapmışlar fena da olmamış diye düşünürken bir baktım tam yarısında herşey Kate'e ve onun son günlerine odaklanmış, ne Anna kalmış ortada ne dava ne ortadaki ahlaki problem ne ailenin işlevsizliği Jessenin sorunları vesaire vesaire.. Filme bakacak olursak ölmek isteyip ölemeyen kanserli bir kız ve herkesin hayatını mahveden takıtılı bir anne var ortada.. Hatta şöyle bir mesaj çıkardım ben, Anna'nın hiç doğmaması gerekiyordu Katein ölmesi gerekiyordu çünkü "meant to be" muhabbeti.. Ve en sonunda öldü, olması gereken oldu, Tanrının istediği olur sonunda :))) Bilmiyorum abarttımmı komplo teoristleri gibi zorla altmetin mi yarattım ama gerçekten böyle geldi bana zaten filmin son cümlesi bile Anna'nın öldükten sonra Kate'le buluşacağı, ikinci bir hayat falan olduğu üzerineydi.. Neyse çok uzattım, kitap çok ilginç çok sıradışı bir konuyu masaya yatırıyor o nedenle kitapı önerebilirim ama filmi kesinlikle önermem.. Baştan aşağı ajitasyon.. (ama tabi Çavlan'ın dediği gibi tarafsız bir gözle bakamıyoruz biz kitapı okuyanlar o yüzden kitaptan habersiz filmi izleyip sevenler alınmasın)
Jodi Picoult'un yapboz kitabını okudum, çok etkilendim.anlatımı yormadan, kişi ayrımları belirgin ve derinlikte kaybolmamıza izin vermeden konuya dönüşleri sağlam bir yazar.bu kitabı raflarda gördüm, inceleme okuma fırsatım olmadı ama anladığım kadarıyla kitap baya beğenilmiş.okuyup yeniden yorumlamaya döneceğim.
film konusuna gelirsek artık hiç bir uyarlama dizi ve filmi izlemek istemiyorum.her defasında yeni bir hayal kırıklığı, bolca sinir.
filmdeki küçük kız gelecek vaad eden birisi. bir kaç filmini izlemiştim.heleki işaretler filmi ile popülerliği de baya artmıştı.uyuşturucu yada gereksiz erkek arkadaşlarla kariyerini öldürmezse büyüdüğünde bolca filmde karakter oyuncusu olarak görebileceğimizi düşünüyorum.
yapboz: belki dikkatini çeker, her ne kadar bu kitap kadar ağır ve karmaşık olmasada güzel bir dram.
http://pudratozu.blogspot.com/2010/09/yapboz-jodi-picoult-sarsc-bir-roman.html
tarih84- teşekkürler, ilgimi çekti kesinlikle. picoult'nun pek çok kitabını okumayı planlıyorum hatta.
Jodi Picoult'un sanırım Türkçe'ye çevrilmiş dört kitabı bulunmakta: Yapboz, Cam Çocuk, Kız Kardeşim İçin ve Taş Kağıt Makas. Dördünü de okudum ve çok sevdiğim kitaplar arasında yer edindiler. Okumanızı önerebilirim.
Her bölümün farklı bir karakter tarafından anlatılmasından çok hoşlandığınızı söylemişsiniz, benim de çok sevdiğim bir yanıdır bu Jodi Picoult kitaplarının, bütün kitaplardaki teknik de budur. Yine bütün kitapların ortak özelliği, başrolde çocuğuna aşık, fedakar bir annenin olması. Ve elbette mutlaka ya hasta, ya tecavüze uğramış, ha öldü ha ölecek bir çocuk. Anne kendini çocuğunu kurtarmaya adar, eşiyle ilişkisinde çatırdamalar olur vesaire... Pek çok kişi her kitapta aşağı yukarı aynı şeylerin anlatıldığını düşündüğünden Jodi Picoult pek sevilmiyor. Ama neden bilmem, ben çok seviyorum.
Film hakkındaki bütün görüşlerinize de katılıyorum. Kitabı çok sevdiğimden filmi izlemiştim, keşke izlemeseydim. Başlarda "Aa, ne güzel bak benziyor kitaba" diye düşünürken sonlara doğru her şey fiyaskoya dönüştü. Hele filmin sonunda "Hı? Nasıl ya?" diye kalakalmıştım.
supernova, bir de abrakadabra varmış -o sanırım daha yeni. arka kapaklarını okuyup konularını öğrendikten sonra abrakadabra dışındaki tüm kitaplarını okumaya karar verdim picoult'nun. tuhaf, olağandışı (genelde de tıpla ilgili) bir felaket, fedakar anne ve çatırdayan aile içi ilişkiler yazarın kafayı taktığı temalar gibi görünüyor, benim de dikkatimi çekti bu. ama çoğu yazar böyle sonuçta, hep benzer temaları işliyor -paul auster mesela, varsa yoksa yalnızlık, rastlantılar, vb.- beni hiç rahatsız etmedi valla, hevesle okuyacağım diğer romanlarını.
kitabı okumadım.. filme gittiğimde de hakkında hiç bir şey okumamıştım, okusam muhtemelen gitmezdim.. kanserli kız, anne falan.. fazlasıyla ürkütücü konular benim için :)
filmde deli gibi ağladım :)))
oyunculuklar çok iyiydi ama hızlı geçiştirilmiş ve havada kalmış pek çok tema vardı.
Spoiler almamak için yalnızca ilk iki paragrafı okudum sonrasında veya yorumlarda gectiyse bilmem ama bu her bölümü başka bir karakterin ağzından, gözünden anlatma olayı yeni olmasa gerek. İki senedir kitap okumamıs biri olarak benim bile bildiğim bir Benim Adım Kırmızı örneği var. Yanlış anlamayın nerdeyse her hafta bir kitap postu attıgınız için beni biraz sasırttı bu durum sadece.
volkan, tam anlayamadım ne demek istediğinizi, yani dünyada eşi benzeri olmayan ve hiç denenmemiş teknikler mi sevilir sadece diyorsunuz? elbette daha önce yapılmıştır (her şey gibi) ama bu sık kullanılan, pek çok romanda karşımıza çıkan bir teknik değil, bu da onu farklı (ve benim gözümde hoş) yapmaya yetiyor.
Oyle demiyorum tabi, benim de cok sevdigim ve kurguyu zenginlestiren bir metod. Ben bunu apayrı bir yenilik olarak gordugunuzu ve bu yuzden de kitabı ayrı bir yere koydugunuzu dusunmustum. Dedigim gibi elestirmek için degil merak ettigimden sordum sadece.
hmm anlıyorum, ama apayrı bir yenilik olduğunu değil, sık uygulanmadığı için farklı bulduğumu yazdım sadece. kitabı en çok bu kurgudan dolayı sevmiş olmamın nedeni de yazarın bu tekniği çok iyi kullanmış olması; karakterizasyon güçlü, hepsinin kendine özgü bir sesi var vs. okuyucuda gerçekten de bölümleri farklı farklı insanlar yazmış hissiyatı oluşturmayı başarıyor.
tarih84'e hak veriyorum. Yapboz kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Bu kitabını da kısmet olursa okumak istiyorum ama şimdilik sırada başka kitaplar var.
kitabı da okudum, filmi de izledim..
hatta kitap hakkındaki yorumum şurda:
http://beslenme-cantasi.blogspot.com/2010/03/aile-baglar-ve-fedakarlk-uzerine-kz.html
Film konusunda can-ı gönülden katılmakla beraber Jodi hanımın orjinal kurgular geliştirse de sürükleyicilik sorunları olduğunu düşünüyorum..
Merhaba, kitabi okumus birileri bana kitabin sonunu soyleyebilir mi? Herkes kitabin sonundan bahsetmis ama kimse soylememis. Ben de kitabi okumak istemiyorum, filmde yeterince uzuldum zaten. (Ama filmi begenmedim pek)
@adsız, üstünden yıllar geçtiği için pek anımsamıyorum ama, sanırım kate kendi hayatının sona ermesini istediği ve bu sırrı anna'ya yüklediği için, anna'nın en baştaki davayı açıp böbreğini vermek istemediği ortaya çıkıyordu, bir de şöyle bir ters köşe oluyordu sonunda: anna sanırım trafik kazası geçiriyor ve ölüyordu, ama böbreği ya da başka bir/birçok organı kate'e naklediliyor, bu şekilde kate yaşıyordu, tabii doğru hatırlıyorsam.
Yorum Gönder