28 Haziran 2011 Salı

On Bir

Londra'da yerel bir radyoda gece geç saatlerde yayınlanan bir radyo programı sunan, bu programda telefonla arayan dinleyicilerin sorunlarını, korkularını ve pişmanlıklarını dinleyip onlara akıl veren Xavier, aslında birkaç yıl önce pılını pırtını toplayıp İngiltere'ye gelmiş bir Avustralyalı. Sadece arkadaşlarını ve ailesini değil, ismini de arkasında bırakan Xavier (ya da Chris), romanın ikinci yarısından önce öğrenemeyeceğimiz bir olaydan sonra yeni bir başlangıca ihtiyacı olduğunu düşünmüş ve mahkemeye başvurarak başharflerini pek sevdiği Xavier Ireland ismini almış. Her türlü yakınlaşmadan uzak bir yaşam süren dertli ve gizemli kahramanımız, hayatına Pippa isimli geveze bir temizlikçi kızın girmesiyle yıllardır aksatmadan uyduğu 'hiçbir şeye müdahele etme' kuralını boşlamaya başlıyor, ama geç kalmış olabilir mi acaba? Bir gün sokakta büyük çocukların zorbalık ettiği küçük bir çocuk gören, başta yarım ağızla müdahele etmeye çalışan ama yarı yaşındaki çete üyesi tipli çocuklardan tırsınca diğer çocuğu kurtarmadan çekip giden Xavier'nin bu hareketinin sonuçları bir şekilde dönüp dolaşıp onu bulacak olabilir mi? O karlı günde tanık olduğu olaya müdahele etmemeyi seçmesinin -romana da adını veren- 11 yabancı insanın hayatı üzerinde ilginç etkileri olacağını, Xavier'nin sadece seçimlerinin değil seçmediklerinin de nelere yol açabileceğini anlatıyor On Bir.

Bu konsept yani Xavier'nin minik bir kararının -daha doğrusu karar eksikliğinin- alakasız insanların yaşamını derinden sarsacak değişikliklere neden olacak bir sonuçlar zinciri başlatması bana çok ilgi çekici geldi, üstelik yazar başka ellerde son derece önceden kestirilebilir biçimde ilerleyecek ve yer yer zorlama görünebilecek bu konuyu çok iyi işlemiş. Ortada on bir hayat, tek bir an ve o andaki tek bir karardan doğan sonsuz sonuç var, Xavier de bu bir şekilde kesişen yaşamların tümünün tam kalbinde duruyor. İngiltere’nin yeni dönem komedyenlerinden biri olan Mark Watson, son derece karmaşık olabilecek bu hikayeyi ilmik ilmik örerek ve akıcı bir dille anlatarak, okuyucunun elinden bitirmeden bırakamayacağı sürükleyicilikte bir kitap yazmış.

24 Haziran 2011 Cuma

Super 8

Yönetmen: J.J. Abrams
Yazar: J.J. Abrams
Oyuncular: Joel Courtney, Elle Fanning, Kyle Chandler
Tür: Gizem|Bilim Kurgu|Gerilim
Yapım yılı: 2011
Süre: 112 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb Puanı: 7.8/10
Metacritic puanı: 72/100
Rotten Tomatoes puanı: 82/100
Çavlan'ın puanı: 1/5
Umut'un puanı: 1/5

Abrams dizi dünyasından geçiş yaptığı sinema diyarında, J.J. Abrams filmleri yapmakta gayet becerikli olduğunu kanıtlamıştı son yıllarda. Ancak Super 8, Abrams'ın Steven Spielberg filmleri yapmakta pek o kadar iyi olmadığını gösteriyor bize. Büyük olasılıkla kariyeri boyunca Spielberg'ün tarzını taklit etmemek için kendisiyle savaşmış olan Abrams, bu sefer ustasının yapımcı koltuğunda koskoca ismi ve besbelli izniyle, apaçık biçimde çalıp çırptıktan sonra "nostaljik rüzgarlar, belli bir dönem ve belli tür filmlere selam göndermeler" diyerek izleyiciyi uyutabileceğine karar vermiş belli ki. Banaysa selam göndermelerle falan değil, alenen araklanmış sahnelerle dolu bir film gibi göründü Super 8.

Ohio'nun küçük bir kasabasında, 1979 yılında geçiyor filmimiz. Birkaç ay önce annesini bir maden kazasında yitirmiş ana karakterimiz Joe'nun da içlerinde bulunduğu ortaokullu beş oğlan, yaz tatillerini bir zombi filmi çekerek geçireceklerdir. Charles süper 8 kameralarla çekilecek filmi yönetirken, diğer çocuklar oyuncudan makyöze ne gerekiyorsa olarak Charles'a yardım edeceklerdir. Çekilecek ilk sahne için aralarına hem Joe hem de Charles'ın hoşlandığı Alice'i de alarak bir gece yarısı gizlice tren istasyonuna giderler. İnin cinin top oynadığı istasyonda uzaktan bir trenin geldiğini gören, geçen tren arkaplanda olsun, filmin yapım değeri artsın diye provalarını kısa kesen çocuklar, çekim yapmaya başlar. Fakat çekimleri, demiryoluna giren bir kamyonetin trenle çarpışması ve zincirleme bir devrilme/patlama yaratması sonucu sekteye uğrar; çocuklar yanarak yıkılan vagonlardan kaçarak canlarını zor kurtarırken bu sırada yere düşen kamera, çekim yapmaya devam etmektedir.

21 Haziran 2011 Salı

Game of Thrones


Game of Thrones'la ve dün gece yayınlanan muhteşem sezon finaliyle ilgili yazılıp çizilecek çok şey var, ama genel bir sezon değerlendirmesi yapmak yerine karakterlerle ilgili bir nevi kim kimdir tablosu hazırlamak istedim. Normalde hiç ilgimi çekmeyen bir türde olduğu için önyargılarımı bir kenara koyup Game of Thrones'a başlamam uzun zaman aldı, ancak daha ilk bölüm bitmeden, bu dizinin yeni favorim olacağı ortaya çıkmıştı. Yalnız ilk birkaç bölüm boyunca karakterleri karıştırıp durdum - şu kimdi, bu onun nesi oluyordu, bunlar kaç kardeşti, peki ya şunun adı neydi vs. Bu yazının fikri de oradan doğdu işte. (İlk sezonu tamamlamadıysanız isim-resim ikililerine bakmakla yetinin ve açıklamaları okumayın derim, aksi takdirde spoilerlarla karşılaşmanız çok yüksek ihtimal.)

16 Haziran 2011 Perşembe

LolliLove

Yönetmen: Jenna Fischer
Yazar: Jenna Fischer (hikaye), Jenna Fischer, Peter Alton & James Gunn (senaryo)
Oyuncular: Jenna Fischer, James Gunn
Tür: Komedi
Yapım yılı: 2004
Süre: 64 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb Puanı: 6.5/10
Benim puanım: 7.5/10

LolliLove, pek çoğumuzun The Office'in Pam'i olarak bildiği Jenna Fischer'in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bir taşlama. Aslında bildiğim kadarıyla Türkçede karşılığı bulunmayan, mockumentary denen türe giriyor: Belgesel gibi görünen ama aslında kurgu olan yalancı belgesel. Bütçesi inanılması güç ama sadece 1500$ olan LolliLove, genç, paralı ve de havalı bir çiftin, evsiz insanlara kağıdında moral verici birer slogan yazan lolipoplar dağıtarak evsizlerin hayatlarını değiştirmeye karar vermeleri üzerine.

Bu absürd fikir, Jenna'nın "hayatlarında bir şeylerin eksikliğini" hissetmesiyle doğuyor. Kendisi kadar şanslı olmayanlara bir şekilde yardım eli uzatmanın (en çok da bunun kendisine Hollywood'un ünlü yüzleriyle tanışma fırsatı doğuracağına inandığı için) harika bir fikir olduğuna hükmetmesiyle, James ile birlikte muhtaç durumdaki insanların bir listesini yapmaları bir oluyor -bu listede ordudaki gayler, dövmelerini sildirmek isteyenler ve daha kimler kimler var-. En sonunda evsiz insanlarda karar kılıp, onlara kağıdında özlü sözlerin ve James'in pek bir sanatsal çizimlerinin olacağı lolipoplar dağıtmaya karar veriyor ve projeye LolliLove ismini koyuyorlar. Tabii çok zorlu bir yolun henüz başındalar, bu öyle karar verir vermez yapılacak bir şey değil, lolipopların sırf kağıtları için bile 15 bin dolara ihtiyaç olacak, bu nedenle bir sponsor bulmaları gerekiyor. 64 dakikalık bu kısacık ama çok komik, bitince tadı damağınızda kalacak film, işte böyle başlıyor.

10 Haziran 2011 Cuma

Gray Matter

Oyun türü: Adventure
Çıkış tarihi: Şubat 2011
Platform: PC, X360
Artıları: İlgi çekici ve merak uyandıran hikayesi, nefis müzikleri, içinde Oxford'un da olduğu muhteşem görünen mekanları, ilginç sahne sihirbazlığı teması, birbirinden eğlenceli farklı aksanları, pek sevilesi goth kadın kahramanı, çizgiroman tarzı cutscene'leri ve hot spot'ları gösteren kısayoluyla oyuncuyu piksel avına mecbur bırakmaması
Eksileri: Yavan sayılabilecek bulmacaları, öykünün paranormal kısmının yer yer klişeye kaçması, zayıf karakter animasyonları
Gamespot oyuncu notu: 8.2/10
Metacritic notu: 72/100
Benim notum: 8/10

Eğer eski adventure oyuncularındansanız, Jane Jensen ismini büyük ihtimal biliyorsunuzdur. Klasik Gabriel Knight serisine can veren yazarın yıllardır beklenen, çıkışı ertelene ertelene bir hal olan oyunu Gray Matter, kusursuz olmaktan uzak olsa da oynaması çok keyifli, bu yılın belki de en iyi adventure oyunu. Oyunun başında, 20'lerinin başındaki kadın kahramınımızla tanışıyoruz; Samantha Everett, Londra'da olduğu rivayet edilen pek gizli, pek seçkin Daedalus Kulübü'ne girmenin yollarını arıyor. Sam Amerikalı, ailesi o küçükken öldüğü için çocukluğunu bir aileden diğerine sekerek ve sevgiye aç geçirmiş, üniversiteyi bitirmemiş, hokkabazlık yapıyor. Fırtınalı bir gecede rüzgardan ters dönen levhaların da yardımıyla (kabul etmek gerek ki burası biraz saçma) yanlış yola sapıyor ve Dread Hill isimli gizemli, şatomsu evin bahçesinde buluyor kendini. Fırtınadan mahvolmuş, motoru da bozulmuş olan Sam, geceyi geçirebilmek için yine pek mantıklı sayılamayacak bir takım tesadüflerin arka arkaya gelmesi sonucu evin sahibi Dr. Styles'ın yeni asistanı olarak tanıtıyor kendini. Ukala İngiliz Doktor Styles da Gray Matter'ın diğer kahramanı, 8 bölüm süren oyunun 3 bölümünde onu yönetiyoruz. Birkaç yıl önce trajik bir kazada karısını kaybedene kadar çok popüler ve parlak bir nörobiyolog olan David Styles, karısının ölümünden sonra kendini salmış, kimseyle konuşmayan, olur da konuşmak zorunda kalırsa dünyanın en aksi ve huysuz adamı gibi davranan kibirli birine dönüşmüş, kazada karısını alevlerden kurtarmaya çalışırken yüzü feci halde yandığı için yüzünün yarısını kapatan bir maske takmaya başlamış, üniversitedeki işini bırakmış, Oxford'daki yeni öğrenciler arasında da bir nevi şaka/canavar olarak ün salmış.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Dizilerin Bu Sezonki Hal ve Gidişatı vol.3

Fringe
(3. sezon finali 6 Mayıs'ta yayınlandı.)

Fringe'i ilk keşfettiğimde -ki sadece birkaç ay oluyor- X-Files'ın halefini, hatta şu an devam eden en iyi bilimkurgu dizisini bulduğumu sanmıştım. Biraz fazla Alias etkilenmeleri taşıyor olsa da işlediği konular o kadar ilgi çekiciydi ki Abrams isterse her projede kendini tekrarlasındı, isterse başkalarının dizilerinden de çalmış olsundu, karada suda izlenirdi. Ne de olsa, ben geçen sezon sazan gibi bölüm bölüm Lost'un uzun incelemelerini yazar ve paralel dünyalar ihtimaline zevkle uzun uzun kafa patlatırken (sonra da "Araf" açıklamasıyla bozum bozum bozum olurken), orada bir yerlerde bunu gerçekten işleyen, hem de deliler gibi güzel işleyen bir dizinin olduğu ortaya çıkmıştı. Üstelik iyi başlayıp sonra düşüşe geçen diziler gibi değildi, ikinci sezonun ilk yarısını görmezden gelirsek sürekli yükselişteydi, bu sezon da olağanüstü başarılıydı, ta ki... "Kader"le karşılaşıp görevini yerine getirene kadar kadar bir türlü ölemeyen kadın çıkana kadar mı acaba? (Bu bir bilimkurgu dizisi!) İnsanların zihninden geçeni "okuyan" çocuk çıkana kadar mı yoksa? (Tekrar ediyorum, bu bir bilimkurgu dizisi! Pseudoscience'ı akla yatkın bir şeymiş gibi sunmanın da bir yolu yordamı var!) Bir bilim adamının, bilim adamının kendisine lale resimleri gönderdiğine inandığı bir Tanrıya kendini adamasına kadar mı? (Tamam kabloluda yayınlanmıyor bu dizi, yap propagandanı ama bu kadar gözümüze sokma Fox!) Ford ve Sprint'in dizinin senaryosunu, evet senaryosunu değiştiren reklamlarının alınmaya başlamasına kadar mı? (Şaka gibiydi o sahneler; sponsorların parasına ihtiyaç duymalarını anlıyorum tabii ki ama ürünleri seyirciye çok da çaktırmadan sahneye serpiştirip dekora yedirmekle, gözümüze gözümüze sokup bir de diyalogları onların üzerine yazmak arasında bayağı bir fark var.) Bunlar sadece tuz biberdi sanırım, bardağı taşıran asıl büyük olay William Bell ve soul magnet'larının ortaya çıkması oldu benim için.