31 Mayıs 2010 Pazartesi

Winkie

Aslında, edebiyat sanatının inceliklerine hiç de vakıf olmayan benim gibi bir adamın yazacağı kitap incelemesini çok da ciddiye almamanız gerekir, ama bu yazıyı okumak için çok daha önemli bir sebebiniz var: Winkie'nin çevirisinin, pek kıymetli ve muhterem blog yazarınız Çavlan'a ait olması! :) Uzun bir süre, bu kitabın çevirisini yaptığından haberdar değildim (çeviriyi biz tanışmadan önce yapmış, bir ara laf arasında çok önemsiz bir şeymiş gibi söyleyince öğrendim şans eseri), tabii bunu öğrendiğim zaman hemen oturup okumak ve buraya yazmak istedim. Bunu geç söylemesinin nedeni sanırım Çavlan'ın o zamanki çevirisini çok beğenmeyişi, ama eski işlerine bakıp "şimdi daha iyisini yapabilirim" diyenlerin genelde aşırı mükemmeliyetçi insanlar olduğunu düşünürsek bunu pek sallamamak gerek, süper bir çeviriye sahip bu kitabı alınız, okuyunuz!

İthaki Yayınları'ndan çıkmış olan Winkie, tek kelimeyle "ilginç" bir roman. Herkesin seveceği bir kitap değil ama kesinlikle sıradan veya çerez bir kitap da değil, tam tersine fazlasıyla sıradışı bir kitap. Nasıl mı? Baş karakter bir oyuncak ayı ve bu oyuncak ayı hareket edebiliyor, konuşabiliyor hatta tuvaletini yapabiliyor. Bununla kalsa iyi, romanın başında FBI tarafından ele geçirilen Winkie, terörist olarak damgalanıyor ve toplam 9678 (doğru hatırlıyorsam!) suçtan yargılanmak üzere hapse atılıyor. Bu suçların arasında terörizm, vatan hainliği, bomba hazırlamak, cinayete teşebbüs gibi eylemlerin yanında Atina'daki gençleri doğru yoldan çıkarmak, müstehcenlik, büyücülük, dinimize sövmek, güneşin dünyanın merkezinde olduğu ve dünyanın hareket ettiği gibi asılsız bir öğretiyi yaymak, Londra'daki bazı genç adamlarla ahlaksız şeyler yapmak gibi ilginç suçlar da var.

Yaklaşık 80 yaşındaki oyuncak ayımız, küçükken kendisiyle oynayan fakat büyüdükten sonra onu unutan çocukların en sonuncusu olan Cliff de (kitabın yazarı) onu terk ettikten sonra, açıklanamaz bir şekilde hareket kabiliyeti kazandığını farkediyor ve biraz da sıkıntıdan olsa gerek, bırakıldığı odanın camından çıkıp kendi hayatını kurmaya karar veriyor, hatta mucizevi bir şekilde dünyaya bir bebek getiriyor ve kitabın hemen başında öğrendiğimiz üzere onun ölümüyle beraber yıkılıyor. Ormanda inzivaya çekilen Winkie, işlediği iddia edilen suçlardan habersiz bir şekilde sanık olarak yakalanıyor ve böylece hikayesini zamanda bir ileriye, bir geriye giderek anlatan, ABD'nin terörizmle başa çıkışında özellikle son yıllarda artan mantıksızlık, acımasızlık ve paranoyaya ciddi bir taşlama niteliğinde olan Winkie başlamış oluyor.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

The Fall: Masalsı bir görsel ziyafet

Yönetmen: Tarsem Singh
Yazar: Dan Gilroy, Nico Soultanakis & Tarsem Singh (senaryo), Valery Petrov (orijinal senaryo, "Yo Ho Ho")
Oyuncular: Catinca Untaru, Lee Pace, Justine Waddell
Tür: Macera|Dram|Fantastik
Yapım yılı: 2006
Süre: 117 dk.
Ülke: ABD|Hindistan
Dil: İngilizce|Rumence|Latince
IMDB Puanı: 8/10
Çavlan'ın Puanı: 8.5/10
Umut'un Puanı: 5/5

1920’lerin Los Angeles'ında bir hastanede, çalışırken (portakal toplarken) kolunu kıran beş yaşındaki Rumen kız Alexandria, yine çalışırken (filmlerde dublörlük yaparken) bacağını kıran yirmilerinin sonlarındaki Amerikalı Roy ile tanışır. Alexandria babasını yeni yitirmiştir, Roy da kız arkadaşını dublörlük yaptığı filmin başrolündeki adama kaptırmıştır. Roy, küçük kıza, Odious isimli korkunç bir validen farklı farklı nedenlerle nefret eden ve onu öldürmeyi planlayan altı kahramanın intikam öyküsünü anlatmaya başlar. Kara Haydut'un kardeşi Mavi Haydut, Odious'un adamları tarafından öldürülmüştür; Ermiş'in toprakları, Odious tarafından mahvedilmiştir, patlayıcı madde uzmanı Luigi, Odious tarafından sürgün edilmiştir; Hintli'nin karısı, Odious tarafından kaçırılmıştır, köle Otta Benga, ikiz kardeşini, Odious'un topraklarında ona kölelik yaparken kaybetmiştir; Charles Darwin, canla başla aradığı, çok nadir bulunan Americana Exotica kelebeğini, Odious tarafından, ölü vaziyette kendisine gönderilmiş olarak bulmuştur. Alexandria karakterlerin çevresindeki kişilerden oluştuğunu hayal ederek kendi imgeleriyle öyküyü kafasında görselleştirirken, Roy'a giderek daha çok bağlanıp, onu babasının yerine koymaya başlar; oysa Roy bu masalı küçük bir kızı mutlu etmek istediği için falan değil, Alexandria'yı kullanarak yüksek dozda morfine ulaşabilmek ve intihar edebilmek için anlatmaktadır.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Lost 6.17/6.18: The End

En baştan belirtmek isterim ki, ağırlıklı olarak olumsuz bir yazı yazmak üzere olmama, Lost'tan ciddi ciddi televizyon tarihinin rezilliği olarak bahsedecek olmama rağmen, "6 senemi çaldın Lost!" diyenlerden değilim. Şu bir gerçek ki, 6 sezon boyunca keyif alarak izledim bu diziyi, o keyfin büyük bölümü Lost'un büyük bir beceriyle ortaya attığı gizemlerden (ve bir gün aydınlanacakları umudundan) kaynaklanıyor olsa da, "fiyasko" olarak tanımlanabilecek finali, geçmişi -ve bu dizinin nefis bir eğlence kaynağı olduğu gerçeğini- değiştirmiyor. Lost'u izlemiş olmaktan da, saatlerce teori üretmiş, üzerinde kafa patlatmış olmaktan da, bu sezon her bölümünün incelemesini yapmış olmaktan da pişman değilim; bu diziye harcadığım saatler zevkli geçti hep. Üstelik açıkçası beklentilerim çok da düşük olarak başladım finali izlemeye, sorularımın büyük kısmının yanıtlanacağına dair çocukça heveslerim (!) Ab Aeterno isimli bölümden sonra kırılmaya başlamıştı, 6. sezonun ikinci yarısında da yazarların, seyircilerin tamamını tatmin edecek bir formülle gelmelerinin imkansız olduğunu idrak etmiştim (5 sezon önce yaşamam gereken bir aydınlanmaydı bu da, çocukluk işte). Fakat tüm bunlara rağmen, finalin son 10 dakikasında yaşadığım hayal kırıklığını öngöremedim ve engelleyemedim. Hemen hemen her şeyin cevapsız bırakılmış ve koskoca bir TV fenomeninin finalinin, bana acayip ucuz gelen romantik reunion'lar ve ilk sezondan kolajlarla geçiştirilmiş olmasına itirazım bile olmayacaktı, o kadar sinmiştim, tabii eğer sonunda hep birlikte ışığa doğru koştukları, abidik gubidik dinsel göndermelerle dolu son 10 dakikası olmasaydı. Nokta. Şimdi incelemeye geçebiliriz :)


25 Mayıs 2010 Salı

Remember Me

Yönetmen: Allen Coulter
Yazar: Will Fetters
Oyuncular: Robert Pattinson, Emilie de Ravin, Pierce Brosnan, Lena Olin
Tür: Dram|Romantik
Yapım yılı: 2010
Süre: 113 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 6.5/10
Çavlan'ın Puanı: 5.5/10
Umut'un Puanı: 3/5

Pek çok kişinin Twilight'ın Edward Cullen'ı olarak tanıdığı, yeteneksiz ama leziz İngiliz oyuncu Robert Pattinson ve Lost'un Claire'i, "may baybi! may baybi!" çığlıkları hâlâ kulaklarımda çınlayan Avustralyalı aktris Emilie de Ravin'i buluşturan bir film Remember Me. Hafif, sıradan ama keyifli, yumuşak bir aşk filmi izleyeceğimi zannediyordum açıkçası, ki en son lisedeyken sinemada bir aşk filmi görmüştüm herhalde, o yüzden hoş bir değişiklik olacaktı, beklentilerim zaten düşüktü, vs. Beklediğim gibi olmadı ama, tam olarak neyi anlatmak istediğini büyük ihtimal kendisi de bilmeyen, 20 yaşından büyüklere hitap etmesi zor olan, kendini çok ciddiye alan bir melodramla karşılaştım.

Çocuklarına karşı ilgisiz davranan, işkolik, burnu büyük, kibirli bir babanın iktidarının altında ezilen, abisinin yıllar önceki intiharından babasını sorumlu tutan, bunun sonucunda da hayatı kendine zehir eden, aslında temiz, iyi kalpli, düzgün bir çocuk (!) olduğu halde serseri gibi yaşayan Tyler var bir yanda. Diğer yanda da 11 yaşındayken annesinin metroda kapkaççılar tarafından öldürülmesine tanık olmuş (ki filmin açılış sahnesiydi bu, belki de koca filmde dikkate değer tek sahneydi), şimdi 21 yaşında olan ve babasıyla yaşayan, yıllar yılı babasının kontrol manyaklığıyla uğraşmak zorunda kalmış Ally var. Bir gün bu polis baba, bir sokak kavgasına karışan (daha doğrusu karışmaktan çok, ezileni korumak için araya giren) Tyler'ı sebepsiz yere benzetir ve bir geceliğine nezarette tutar. Bunun üzerine ev arkadaşının gaza getirmesiyle, Tyler gidip Ally'le tanışır ve çıkma teklif eder ona, ki burada amaç nedir tam olarak anlamış değilim açıkçası. Bir şekilde polisten öç almak evet ama, nasıl bir öç o, hani "bak kızının gönlünü çaldım sonra da onu incitip hayatından çıktım gittim" gibi bir şey mi olacaktı acaba? Elbette bunu asla bilemiyoruz çünkü evet, bildiniz, Tyler ve Ally birbirlerine aşık oluyorlar.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Date Night

Yönetmen: Shawn Levy
Yazar: Josh Klausner
Oyuncular: Steve Carell, Tina Fey, William Fichtner, Mark Ruffalo, James Franco
Tür: Komedi|Aksiyon
Yapım yılı: 2010
Süre: 88 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 6.9/10
Çavlan'ın Puanı: 7.5/10
Umut'un Puanı: 4.5/5

Date Night'a pek bir şey beklemeden, hakkında da hemen hemen hiçbir şey bilmeden gittik Umut'la. Sonuçta, bir buçuk saat boyunca gülmekten yaş gelen gözler ve tutulan ağız kasları kaldı bize. Filmden replikleri tekrarladığımız eve dönüş yolunda da gülme krizi devam etti. Ama filmi izlediğimiz salondaki diğer insanlar, filmden önce gösterilen embesilce bisküvi reklamıyla Sex and the City 2'nin berbat fragmanında bolca gülerken, asıl filmin tamamı boyunca büyük bir ciddiyetle oturdular (içinde cinsellik olan esprilerin geçtiği sahneler hariç tabii ki). O nedenle belki de ancak belli tarz (hangi tarz o bilemiyorum ama) bir mizah anlayışına hitap ediyor Date Night, yani sizinkine hitap etmeyebileceği için "mutlaka görün" diyemiyorum. Yine de kendi adıma ben, en son ne zaman sinemaya gittiğimde bu kadar eğlenmiştim anımsamıyorum.

Hikayenin pek bir önemi yok, ama eksik kalmasın: Günümüz sitcom evreninin kral ve kraliçesi sayılabilecek Tina Fey (30 Rock) ve Steve Carell (The Office), Claire ve Phil Foster isimli, orta yaşlı, çocuklu, evli bir çifti canlandırıyor. Pek de özel değil Claire ve Phil, aman aman güzel değiller, anormal değiller, gizli ajan değiller, sadece evliliklerini ve sevgilerini canlı tutmaya çalışan, ama gündelik hayatın koşuşturmacası ve stresi içinde bunda oldukça zorlanan sıradan, sıkıcı insanlar. Her hafta bir gece "çıkma gecesi" yapıyorlar; o gece eve bebek bakıcısı çağırıp ikisi dışarı çıkıyor ve hep aynı biftek evine gidip aynı yemekleri ısmarlıyor ve etraflarındaki çiftlerle dalga geçiyorlar. Ama arkadaşları olan bir çift boşanacaklarını açıklayınca, kendi ilişkileri için de endişelenmeye başlıyor ve hayatlarına renk katmak için, çıkma gecelerinde süslenip püslenip büyük şehirde popüler bir restorana gitmeye karar veriyorlar. New York City'de gittikleri hip restoranda rezervasyonları olmadığı, restoran da tıklım tıklım dolu olduğu için, orada olmayan bir çiftin rezervasyonunu çalıyorlar (çalmak denir mi böyle bir şeye acaba?). Orada olmayan çift, ellerindeki flash belleğin içindeki veriyle bir takım kötü adamlara şantaj yapıyormuş meğer, o kötü adamlar da çifti bulup zorla flash belleği alabilmek için o gece restoranda bekliyormuş. Bildiniz, kötü adamlar Claire'le Phil'i orada olmayan çift zannediyor, ve olaylar gelişiyor :)

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Heroes vs. Villains: Anything Could Happen

(Survivor 20.13 - 20.15)
Çok iyi bir sezon izledik. Heroes vs. Villains, gözümde Micronesia: Fan vs. Favorites (16. sezon) ve Cook Islands (13. sezon) kadar başarılı, kardeş kardeş ilk üçü oluşturuyor bu üç sezon, ama kendi aralarında bir sıralama yapamıyorum. Dördüncü olarak China (15. sezon) geliyor, beşinci sırada da Samoa (19. sezon) var. Mansiyonu da Palau'ya (10. sezon) veriyorum. Eğer Survivor'a yeni yeni bulaştıysanız ve tüm sezonları tek tek indirmek istemiyorsanız, benim önerilerim bunlar. Ama ilk 7 sezonu izlemedim ben, belki onların arasında da nefis sezonlar vardır.

Parvati'nin kazanamaması, final bölümün incelemesini yazmasını engelleyecek kadar kederlere gark edince Umut'u, bu yazı bana kaldı. Gerçi son yazımda yaptığım tahminler birebir tuttuğu için (öhöm!), artık yazacak bir şey kaldı mı, daha doğrusu yazacak bolca şey var da, kendimi tekrara girer miyim onları yazarken, bilemiyorum. En iyisi okuyup görmek bu durumda :)

Sandra çok da kötü bir galip sayılmaz, geçen sezonun Natalie'sinden çok daha iyi, ya da onun yerinde Colby'nin olmasını hiç mi hiç istemezdim, mesela. Ama Sandra'nın, birinci günden beri 'en büyük tehdit' olarak görülen, yine de oyunun sonuna kadar gelmeyi başaran, oyunun fiziksel, sosyal ve stratejik aşamalarının üçünün de hakkından ustalıkla gelen Parvati'yle karşılaştırılması imkansız. Jüri, tıpkı 19. sezondaki gibi oyunu en iyi oyuncuya vermek yerine, kuyruk acısından dolayı, kendisine ilişmeyene, onun kaybetmesinde parmağı olmayan pasif oyuncuya verdi. Sandra'yla Russell'a duydukları nefret konusunda da birleşmiş olmaları, buna tuz biber oldu. Rupert, Amanda ve Candice gibi, kompleks içinde yüzen, bitter oyuncuların karşısında, Parvati'nin başından beri şansı yoktu. Bu göz önüne alındığında, 6'ya 3 oy almak iyi bile, ben bu kadarını bile beklemiyordum açıkçası (Coach şaşırttı beni).

20 Mayıs 2010 Perşembe

Lost 6.16: What They Died For



Bu bölümde, Jacob'ın karakterlerimizi aday olarak seçmesinin ve adaya getirtmesinin nedeninin, uçak kazasından önce, 2004 yılında Lostie'lerin yalnız olmaları, son derece boktan yaşamlar sürmeleri, Jacob gibi gibi “kusurlu” olmaları olduğunu öğrendik. Lakin hepimiz Jacob'ın karakterlerimizi çok daha uzun süre önce ziyaret ettiğini, onları şu garip dokunuşlarıyla şenlendirerek karakterleri yalnız olmaya, mutsuz olmaya, kusurlu olmaya mahkum ettiğini biliyoruz. Jacob'ın pasif bir gözlemci olmadığını, karakterleri çocukluklarından beri gözlediğini ve bilinçli bir şekilde müdahele ederek, o hayatları kendisinin piç ettiğini biliyoruz. Jacob’ın müdaheleleri olmadan, karakterlerimiz bu kadar kusurlu olmazdı. Jacob pisliğin teki diyorum, ama kimse inanmıyor. Bu da ya Jacob’ın ne kadar pislik olduğuna bir örnek daha, ya da yazarların yaptığı bir süreklilik hatası. Bir ihtimal daha var; aslında LA X’teki yaşamların, Jacob’ın dokunmadığı hayatlardan oluşan bir gerçeklik değil de, tamamen başka bir şey olduğu, adayların flashback’lerinde gördüğümüz çocukluklarındaki Jacob-dokunuşlarının aslında hiçbir anlamının olmadığına işaret eden ihtimal. O zaman tek gariplik, Jacob’ın adayları niçin çocukluklarından beri gözlemlediği olacak, finalde olayları nasıl bağlayacaklarına bağlı olarak görmezden gelinebilecek bir gariplik olabilir bu da.

18 Mayıs 2010 Salı

Rooze




Neredeyse dört yıldır çalışmalarını takip ettiğim, sadece 22 yaşındaki bir fotoğrafçıdan bahsedeceğim bugün. Aslında bahsetmekten çok, fotoğraflarını paylaşacağım desem daha doğru olur. Gerçi kendisine fotoğrafçı demiyor bile sanırım, sadece bir hobi olarak yapıyormuş efendim. Fotoğraflarının büyük kısmında model kendisi, fotoğraflarını bu kadar çok sevmemin nedenlerinden biri de bu; fotoğrafçılığı kadar modelliği. Evet, bu şirin yaratığın ismi Mirjan, soyadı belirsiz, Deviantart ve Flickr gibi platformlarda kullandığı takma isim Rooze. Fotoğraflarındaki duruluk, sadelik, sessizlik göz kamaştırıcı. Dilerseniz Mirjan'ı http://mirjanrooze.com, http://rooze.deviantart.com ve http://www.flickr.com/rooze'dan takip edebilir, fotoğraflarının tümüne ulaşabilirsiniz.



17 Mayıs 2010 Pazartesi

Torchlight

Diablo çıktığı zaman o dönemde çocuk olan bizleri çok etkilemişti; karanlık ve küçük bir kasabada, içinden garip sesler ve ışıklar gelen terk edilmiş bir kilisenin içine doğru maceramıza başlar, giderek derinleşen ve büyüyen labirentler içinde binbir türlü garip yaratığı avlayıp üzerlerinden çıkan şeyleri toplardık. Henüz adamakıllı grafiklere alışmayan bizler için, gerek başlangıç ve bitiş demosunun, gerek oyunun kendisinin sunduğu atmosfer inanılmaz etkileyiciydi. Oyun o kadar tuttu ki, o günden itibaren Action RPG türüne ait onlarca (belki yüzlerce?) Diablo klonu çıktı. Öyle ki, Blizzard’dan ayrılan Diablo 2’nin yapımcıları bile tekrar aynı türde bir oyun yapmakta sakınca görmediler ve şimdi Diablo serisinden beri yapılmış en başarılı Diablo klonuyla olduğu söylenen –ki muhtemelen öyle- bir oyunla karşı karşıyayız.

Torchlight, oyuna adını veren bir kasabada geçiyor, burası madenlerin üzerine kurulmuş bir kasaba ve madenlerden “ember” denilen ve pek bir önemli olan maden çıkarılıyor. Gel gör ki, bu madenlerde karanlık güçler türemiş, buradan gelen yaratıklar kasabadakilere rahat vermez olmuş. Böyle başlayan bir hikaye var ama pek de önemli değil, biraz yüzeysel. Özet olarak her diablo klonundaki gibi kasabadaki sorunlu mekana girip, giderek derine doğru inip, önümüze geleni kesip biçip küçük bir hazine biriktiriyoruz. Esasında biriktiremiyoruz çünkü hayatları boyunca hiç kıpırdamaklarını tahmin ettiğim kasaba esnafı, zarla zorla kazandığımız bütün paraya el koyuyor her işimiz düştüğünde (bu çakal esnafa daha sonra değineceğim).

Çok uçup kaçmak yerine, temel olarak 3 karakter belirlenmiş: savaşçı, büyücü ve okçu (okçu dediğim belli bir mesafeden savaşan, yarı savaşçı yarı büyücümsü bir karakter. Herhangi bir hırsız skill'ine sahip olmadığı için “rogue” yerine “vanquisher” demişler sanırım). Karakter yaratım ekranı bir Action-RPG’ye göre alışılmadık derece sade denilebilir, tiplerini falan değiştiremiyoruz bunların ama bu kararın beni rahatsız ettiğini söyleyemem, daha oyuna başlamadan bir sürü karar vermenizi isteyen karakter yaratımı beni her zaman baymıştır. İlginç bir şekilde, karakterimizin sınıfını belirlemek kullanabildiğimiz silahları/eşyaları çok da etkilemiyor, yetenek puanlarımızı istediğimiz gibi dağıtıp, o yeteneklere uygun silahları kullanabiliyoruz. Bir silahı kullanmak için şu sınıftan olacaksın diye bir şey yok. Farklı sınıfların farklı becerileri çıkıyor karakterler geliştikçe, sınıflar arası temel farklılık burada oluşuyor. Bir de evcil hayvanınız var, kedi ya da köpek, düşmanlara saldırmak, büyü yapmak, fazla eşyaları taşımak, kasabaya dönüp onları satmak gibi bir sürü güzelliği var.

16 Mayıs 2010 Pazar

Up, Ratatouille ve Monsters Inc

Up
Yönetmen: Pete Docter, Bob Peterson (yardımcı yönetmen)
Yazar: Pete Docter & Bob Peterson (öykü), ...
Oyuncular: Edward Asner, Christopher Plummer, Jordan Nagai
Tür: Animasyon|Macera|Komedi|Aile|Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 96 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 8.4/10
Çavlan'ın Puanı: 9/10
Umut'un Puanı: 9.5/10

Küçük bir çocuk olan Carl'ın kendisi gibi bir serüven tutkunu, müstakbel karısı Ellie'yle tanışmasıyla başlıyor Up. Sonra Carl ve Ellie'nin gençlikten yaşlılığa geçişleri, aşk, mutluluk, hüzün ve yas gibi duygularla bezeli yaşamları sadece müzikle, diyalogsuz gösteriliyor (bu sekansta ağlamayan olmuş mudur acaba?). 80 yaşına varan Ellie kalp krizinden ölüyor ve yıllarca balonculuk yapmış olan Carl, karısıyla en büyük hayalleri olan Güney Amerika'ya hiç olmazsa tek başına gidebilmek (ve huzurevine gönderilmekten paçayı sıyırabilmek) için, evinin çatısına yüzlerce balon bağlayarak, evinin içinde bir yolculuğa çıkıyor ve farkına varmadan 8 yaşında bir çocuk olan Russell'ı da peşinde sürüklüyor.

Up, modern animasyonun başyapıtlarından biri bana göre. Hatta Wall-E olmasa, birinci sıraya bile kurulabilirdi rahatlıkla. Göz kamaştırıcı 3-D animasyonların kralı Pixar'dan çıkan en önemli filmlerden biri olan film (ki şimdi fark ettim, bu yazıda bahsettiğim animasyonların üçü de Disney Pixar'ın, ilginç), her ne kadar gerçekleştirilmemiş hayaller, ölüm, yaşlanmak, parçalanan aileler (!) gibi gayet yetişkince konulara da değinse de, daha çok çocukları hedef alan bir yapım, çünkü temelinde seyirciyi neşelendirmek ve bolca eğlence sağlamak var. Gayet başarılı olduğunu da söyleyebiliriz bu bağlamda, ağlattığı iki sahneyi saymazsak insanı deli gibi mutlu eden bir film çünkü. Huysuz, suratsız ve aksi bir ihtiyarı bu kadar şirin gösterebilmek başlı başına bir sanat ayrıca.

14 Mayıs 2010 Cuma

Lost 6.15: Across the Sea

Çavlan, "kusulası" bulduğunu söylediği bu bölümü izledikten sonra incelemesini her zamanki uzunlukta yapmayacağını, kısa bir şey yazacağını söyledi (Onun yazısını bu yazının sonunda okuyabilirsiniz). Dizinin gizeminin aydınlatılmasını bekleyen okurlarımızı elleri boş göndermemek adına, bu haftanın gizemlerine derinlemesine ışık tutma görevini ben devraldım. Finale çok az kala nihayet açıklanan şok edici gerçeklere gelin birlikte göz atalım.

Jeykıb'ın Çilesi


- Hadi yavrum, hadi yavr... İşte budur bea, işte budur!
- Zar mı tutuyon sen? Çek elini, şşş çek elini dokunma o taşa..


- Çok güzel olm bu taşlar, çikolatalı badem gibi mübarek.
- Jeykıb cidden biraz malsın sen ya..

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Güneyli Vampir Serisi

Sookie Stackhouse ya da ülkemizde daha çok bilinen adıyla Güneyli Vampir romanları, popüler HBO dizisi True Blood'ın uyarlandığı seri. Uzun süredir "tüm kastının şu korkunç güneyli aksanıyla konuştuğu bir diziyi izleyemem, zaten başroldeki hatunun ön dişlerinin arasındaki boşluğa iki saniye baksam başım döner, gözlerim kararır" diyerek gayet kibirli lakin kararlı bir duruş sergilemiş, bu diziye hiç bulaşmamıştım. Fakat aynısı kitapları için geçerli değildi, nitekim vampir kitapları okumayı utanarak da olsa pek seven ama young-adult'lara hitap eden ve de tümü lisede geçen Alacakaranlık, Gece Evi, Vampir Akademisi, Vampir Günlükleri ve Vampir Öpücükleri gibi kitaplardan da bıkmış (adlarını duyunca refleksif olarak yüzünü buruşturacak kadar bıkmış) bendenizi son derece yetişkinlere yönelik Sookie Stackhouse romanlarından daha fazla ne mutlu edebilirdi? (Gerçi ilk iki kitabı okuduktan sonra dayananamayıp dizisini de izlemeye başladım, ama o başka bir yazı konusu.)

Charlaine Harris'in kullandığı arkaplan, Güneyli Vampir serisini ayrıcalıklı kılan en önemli öğe bence. Fantastik romanların büyük kısmı, orta-sınıf kahramanlara sahiptir. Hikayenin geçtiği yer ve zaman farklı olsa bile, karakterlerin endişeleri, istekleri ve davranışları, eğitimli, orta sınıf Amerikalınınkiyle aynıdır. Bu seride ise ABD'nin güneyinde küçük bir kasabada yaşayan işçi sınıfı var. Bunun yarattığı fark olağanüstü. Kahramanımız da, yan karakterler de, alıştığımız vampir kitaplarındakilerden çok farklı bir sınıftan geliyorlar, dertleri, tasaları farklı, dünyayı algılayışları, hayattan beklentileri farklı... Yazarın çizdiği portrelerin ne kadar tutarlı olduğuna dair kesin fikrim yok –hiç küçük bir kasabada yaşayan güneyli bir Amerikalı tanımadım :)–, ama son derece inanılır ve gerçekçi gibi görünüyor. Bu sınıf farklılığı kolaya kaçarak seriye bir komedi unsuru katmak, küçük kasaba insanının dedikoduculuğu ve tutuculuğunu abartabilmek için de kullanılmamış bana kalırsa; Sookie az biraz saf olabilir ama, kesinlikle aptal değil (True Blood'daki Sookie karakterinden farklı olarak). Çevresiyle ve geçmişiyle son derece tutarlı özelliklere sahip, kararlı, cesur, hatta kurnaz bir karakter, çok da sempatik bence. Üstelik tüm o vampirli kitaplardaki "vampir sevgilisine onu koruması için yaslanmak zorunda kalan zayıf, korunmaya muhtaç insan kız"dan sonra Sookie bana ilaç gibi geldi. (Örnek: Zaman zaman etrafından yardım alsa da, genelde kendi başının çaresine bakmayı biliyor, örneğin ölüm-kalım durumlarında vampir sevgilisi koşarak yardımına yetişmiyor, kendi kendine haklıyor peşindeki katili. Hatta vampir sevgilisiyle tanışması, vampirin Sookie'yi değil, Sookie'nin vampiri kötü adamlardan kurtarmasıyla gerçekleşiyor.)

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Fahrenheit (Indigo Prophecy)

Oyun türü: Action-Adventure
Çıkış tarihi: Eylül 2005
Firma: Atari
Platform: PC, PS2, Xbox
Artılar: Süper bir hikaye, zekice bir kurgu, çok başarılı karakterler, seslendirmeler ve müzik, nefis mini-oyunlar
Eksiler: Aksiyon sahnelerinin zorluk seviyesi (birazcık daha zor olsaymış), PC'de zor kontroller (PS2'de böyle bir sorun yok gerçi), oyunun süresi (biraz daha uzun olabilirmiş sanki)
GameSpot notu: 8.5/10
Oyuncu notu: 8.9/10
Çavlan'ın notu: 8.5/10

Çıkalı neredeyse beş yıl olmuş bir oyunun tanıtımını yapmak ne kadar mantıklı bilemiyorum. Ama çok yakın zamanda bu oyunu tekrar oynadım ve bir kez daha hayran kalıp, mutlaka burada bahsetmem gerektiğini düşündüm... Bilenler hatırlar, bilmeyenler de alıp oynar belki diye. Fahrenheit benim En İyi 33 Adventure Oyunu listemin 3. sırasında. Çıktığı zaman almış, bilgisayarımda oynamış, kontrollerin korkunç olmasına, hatta aksiyon sahnelerinde ekranda PS simgeleri çıkmasına rağmen (çünkü bu bir konsol oyunu orijinal olarak ve pek de başarıyla "aktarıldığı" söylenemez PC'ye) pek bir bayılmıştım. Birkaç ay önce Umut sürpriz yapıp eve elinde bir adet Play Station -PS3 de zannetmeyin yani, PS2- ile gelince, benim aklıma gelen ilk oyun Fahrenheit oldu bu yeni oyuncağımızda denemek için (ikincisi Silent Hill, üçüncüsü de Guitar Hero'ydu ki onları bilhare yazmayı umuyorum sonra). PS başlarda Umut'a da bana da son derece tuhaf ve zor bir alet gibi gelse de (ne de olsa yeni nesil konsol gençliğinden değil, Commodore 64 ve Amiga'larla büyüyen, 20'sine kadar herhangi bir oyun konsolunu yakından görmemiş, hâlâ cesurca bilgisayarda oyun oynamaktan vazgeçmeyen, spor ve yarış oyunlarından çok adventure, simülasyon, rpg ve fps oynayan bir nesilden geliyoruz) kısa sürede alıştık ve Fahrenheit'ı birlikte, oynanabilir üç (bazen dört) karakteri aramızda paylaşarak, controller'ı da elden ele geçire geçire oynamaya başladık. Tabii sonra akıllanıp, sadece 2 player'lı oyunları edinmeye karar verdik, o ayrı. Öhöm, neyse, konumuz oyun konsolları değildi sanki... Evet tabii ki, Fahrenheit.


8 Mayıs 2010 Cumartesi

Heroes vs. Villains: Sinking Ship


(Survivor 20.10 - 20.12)

Bu seferki Survivor incelemesi bir nevi resim-altı yazılarından oluşacak... CBS her nedense son bölümlerin görsellerini yayınlamadı web sitesinde, bu da yüksek çözünürlüklü resim bulmamı imkansız kıldı. "Madem öyle benim kendi alacağım screenshot'lardan âlâsı mı olur" diyerek ufak çaplı bir screenshot-mania yaşadım. Sayıyı biraz abartmışım, bu nedenle yazının arasına görsel serpiştirmek yerine görselin arasına yazı serpiştireyim, o görseller üzerinden ilerlesin yazı diye düşündüm. Ama önce bir kehanette bulunmak istiyorum Final 3'ye dair. Şimdiye dek her nedense kaçındım bundan (çünkü hiçbir şey tahmin edemiyordum açıkçası), ama son birkaç bölümde oyuncularla ve yapabilecekleriyle ilgili kesin fikirlerim oluştu. Jeff blogunda sadece Russell, Parvati, Sandra ve Danielle'in kendini tamamen oyuna kitlemiş vaziyette olduğunu söylemiş, sonuna kadar katılıyorum ben de buna. Diğerlerinin (Rupert, Colby, Candice, Jerry) oyunuyla karşılaştırılamaz bile bu dörtlünün oyunu, ve tam da bu nedenle, içlerinden üçü kalacak Final 3'ye diyorum: Parvati, Russell ve Sandra.

Tabii oyun modunda olmak elenmenizi engellemiyor (bkz: Danielle), üstelik sonraki haftanın özet görüntülerinden de Russell ve Parvati'nin birbirine düşerek iki ayrı gruba dağıldığı sonucu çıkıyordu: sanki Parvati Sandra ve Jerry'i, Russell da Rupert ve Colby'i recruit ediyor, iki farklı alliance oluşturuluyor, Russell da göndermek için Sandra'yı gözüne kestiriyor gibiydi ("You're either with me or you're against me"). Ama bu promo'lar şimdiye kadar aslında olan biteni çok az yansıttı, amaç seyirciyi şaşırtmak çünkü. Ayrıca her ne kadar Parvati asla Russell'ın istediği gibi onun kontrol edebileceği bir oyuncuya dönüşmeyecekse de, onu göndermeye çalışacağını, alliance'ını bozacağını hiç zannetmiyorum. Bir de bütün Hero'ların tek tek elenmesi ve sona sadece Villain'ların kalmasına duyduğum büyük fanatik istek var (bu tahminden çok arzuya giriyor tamam ama, ne yapalım). Gerçi Sandra yerine Jerry'nin sona kalmasını tercih ederim, ancak idol'ı bulduğunu ve onu kendine sakladığını gördükten sonra, başından beri ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu fark ettim Sandra'nın. Gerçi Sandra yerine Courtney'i göndermelerinin pek akıllıca olmadığını ve bunun bir yerlerine girebileceğini yazmıştım sanırım birkaç bölüm önce, Sandra'nın çok ilerleyebileceğini hatta Final 3'ye kalabileceğini bile düşünmüştüm, ama gerçekten kazanma şansı olduğuna inanmamıştım hiç. Şimdi ciddi ciddi inanıyorum... Jüride Parvati'yi (ki unutan varsa favorim olur kendisi) yenebilecek tek kişi Sandra.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Lost 6.14: The Candidate



İlk sezon tam 14 kişiden oluşuyordu Lost'un kastı. Dünkü bölüm bittiğindeyse, baştaki dev kadrodan geriye sadece 5 kişi kalmıştı. Sırayla hatırlayalım ölen ana karakterleri (sadece çekirdek kadroyu düşünüyorum, mesela ikinci sezon giren Eko ve diğerlerini o yüzden saymıyorum): Boone, Shannon, Charlie, Michael, Walt (ölmeden diziden ayrılan tek karakterimiz), Locke... ve Sayid, Sun ve Jin. Tek bir bölümde 3'ü ana karakter olmak üzere tam 4 karakter birden öldü -bana en çok Lapidus'un ölümü dokundu bu arada-. Kimler kaldı peki? Jack, Sawyer, Hugo, Kate ve Claire.

Yazarların Sun ve Jin'i öldürmelerinin en büyük nedeni, Flocke'ın doğasını sorgulayan (benim gibi) seyircilere bir ders vermekti sanırım. Hani "kim iyi kim kötü boşuna kafa yormayınız, işte Flocke böyle korkunç, korkunç bir varlık" demiş oldu yapımcılar sanki (ama hâlâ Jacob'a tercih ederim ben Flocke'u. Bu kadar karizmatik olmasaydı Terry O'Quinn de, ne yapalım). Biraz da "bakın nasıl da herkesi öldürebiliyoruz, çok cesuruz her şeyi bekleyin bizden final için" diyor olabilirler.

4 Mayıs 2010 Salı

Hunger

Yönetmen: Steve McQueen
Yazar: Steve McQueen, Enda Walsh
Oyuncular: Michael Fassbender, Brian Milligan, Liam McMahon, Liam Cunningham
Tür: Dram|Tarih
Yapım yılı: 2008
Süre: 96 dk.
Ülke: İngiltere|İrlanda
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.6/10
Çavlan'ın Puanı: 8/10
Umut'un Puanı: 7/10

Ölüm orucundayken milletvekili seçilen İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) militanı Bobby Sands'in cezaevindeki günleri üzerinden, IRA'nın politik haklara kavuşmak ve sıradan suçlu statüsünden kurtulmak için Battaniye ve Yıkanmama protestoları gibi eylemlerini ve 1981 yılındaki açlık grevlerini anlatıyor Hunger. Yönetmen Steve McQueen (şu Steve McQueen değil hayır) "Politik film nasıl olur?" temalı Hollywood standartlarına uymak zorunda kalmamış bu ilk filmini çekerken. Maze hapishanesindeki mahkumlara uygulanan işkenceleri abartmaya, süslemeye çalışmamış. Adı tarihe geçmiş bir aktivistle ilgili biyografik bir film çekmek yerine, politik haklarını tekrar kazanmaya çalışan militanların 81'deki açlık grevleri sırasındaki durumlarını, o zamanki havayı "aktarmak" istemiş daha çok. Çok da güzel yapmış bunu, ortaya müthiş etkileyici, güçlü, minimalist bir başyapıt çıkmış.

Hunger'ı üç bölüme ayırabiliriz; son derece az konuşmanın geçtiği 40 dakikalık ilk bölüm siyasi suçluların direnişleri ve cezaevi yönetiminin verdiği karşılıklara, tamı tamına 20 dakika süren ikinci bölüm açlık grevine başlamak üzere olan Bobby Sands ve çağırdığı rahip arasında aralıksız süren konuşmaya, yine sessizliğe dönülen, filmin son yarım saatini kapsayan son bölümdeyse, Sands'in ölüm orucundaki günlerine odaklanıyor.

2 Mayıs 2010 Pazar

Örümcek Kadının Öpücüğü

Örümcek Kadının Öpücüğü, 1976 yılında Arjantin yazar Manuel Puig tarafından kaleme alınmış bir roman. 85'te William Hurt'ün başrolünde oynadığı bir filmi çekildi, ayrıca tiyatroya da uyarlanarak -Türkiye'de de olmak üzere- defalarca sahnelendi, yetmezmiş gibi Broadway müzikali yapıldı. Hiçbir oyununu izlemedim, ama hikayenin sınırlı mekanda geçtiği düşünülürse, tiyatroya çok müsait, o yüzden oyun uyarlamalarının büyük kısmının başarılı olduğuna eminim. Filmiyse çok güzeldi, ama bu yazıda sadece kitaptan bahsedeceğim.

1970'lerde faşist cunta altındaki Arjantin'de geçer roman; Arjantin tarihinin en kanlı döneminde, bolca siyasal ve cinsel baskı altında yaşayan iki kahramanı vardır Örümcek Kadının Öpücüğü'nün: Popüler kültür meraklısı, apolitik orta yaşlı eşcinsel Molina ve hayatını mücadelesine adamış, katı devrimci genç Valentin. Vitrin tasarımcılığı yapan Molina'nın hapse düşmüş olmasının nedeni, reşit olmayan bir oğlanla birlikte olmuş olması, Valentin'in orada olma nedeniyse, hükümeti devirmeye çalışan devrimci bir örgütün üyelerinden biri olması. Birbirinden bambaşka nitelikler taşıyan bu iki insan, Buenos Aires'te bir cezaevinde hücre arkadaşlarıdır.

Manuel Puig'in anlatım tekniğini olağandışı bulabilir okuyucu, ne de olsa herhangi bir anlatıcı yok romanda. Büyük kısmı diyaloglardan oluşuyor, kimin konuştuğu da belirtilmiyor, sadece geçişleri gösteren konuşma çizgileri kullanılmış. Konuşmaların olmadığı ender bölümlerdeyse mektuplar ve cezaevi raporları gibi bilgiler ve homoseksüelliğin psikoanalitik teorileri üzerine kapsamlı (ve fazlasıyla uzun) dipnot kullanımı var.