29 Temmuz 2011 Cuma

Limitless

Yönetmen: Neil Burger
Yazar: Leslie Dixon (senaryo), Alan Glynn (roman)
Oyuncular: Bradley Cooper, Abbie Cornish, Robert De Niro
Tür: Gizem|Bilim Kurgu|Gerilim
Yapım yılı: 2011
Süre: 105 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb Puanı: 7.3/10
Çavlan'ın puanı: 7.5/10
Umut'un puanı: 7.8/10

Nasıl ki bir kitabı kapağına bakarak yargılamamak gerekiyorsa, bir filmi izleyip izlememeye de sadece fragmanını izleyerek karar vermemek gerekiyormuş. Genelde fragmanlar filmleri gerçekte olduklarından çok daha iyi gösterme eğilimindeyken Limitless için tersi geçerli olmuş: Fragmanı, ne kadar iyi bir film olduğuna dair ipucu bile vermiyor. Sanırım filmi izlemeyi bu kadar geciktirmemin nedeni de bu oldu; aylar önce Limitless'in fragmanını izlediğimde "fikir iyi ama film baştan sonra açık edilmiş işte," diye düşünmüştüm, üstelik olay örgüsü de aslında olandan çok farklı bir fikir veriyordu seyirciye, sanki Robert de Niro Bradley Cooper'a insanı zekileştiren bir hap satıyordu da sonra filmin kötü adamına dönüşüyordu vs. Alakası yokmuş aslında.

Kız arkadaşı tarafından terk edilen, anlaşmasını yapıp aldığı avansı çoktan yiyip bitirdiği kitabın henüz tek kelimesini yazamayan, etrafındaki herkes tarafından tembel, pasaklı, salmış, patetik bir adam gibi görülen New York'lu yazar Eddie Morra (Cooper), bir gün eski karısının erkek kardeşiyle karşılaşır ve eskiden beri uyuşturucu satıcılığı yapan bu adam onu henüz piyasaya çıkmamış, tanesi 800 dolardan satılan NZT-48 isimli şeffaf, tuhaf görünümlü bir hapla tanıştırır -elbette ilk seferi şirkettendir-. Bu ilaç, Eddie'nin beynini yüzde yüz kapasitede çalıştırabilmesine neden olacaktır. (Aslında beynimizin sadece %10'unu kullanabildiğimiz, bir mucize olsa da %100'ünü kullanabilsek beynimizle daha neler neler yapabileceğimiz aslı olmayan bir söylence -aynı anda sinir hücrelerinin sadece küçük bir kısmının aktif olduğu doğru, ama o an çalışmayan nöronların da ayrı ayrı yerleri ve önemleri var, çeşitli anlarda tümü aktive oluyor ve nihai olarak erişemediğimiz herhangi bir sinir ağı yok aslında-, ama bu da kurmaca bir film sadece ve seyirciye vaat ettiği 105 dakikalığına eğlenceli bir dünyaya kaçışı fazlasıyla getiriyor yerine, o yüzden çok kurcalamaya gerek yok.)

26 Temmuz 2011 Salı

Vincent Spinetti'nin Tuhaf Kariyeri

Çok zengin, çok güçlü bir medya patronu olan Lipowitz, kansere yakalandığını öğrendikten sonra belki geride daha iyi bir dünya bırakabilmek için, belki de yıllardır halkı aptal yerine koyduğu için ölüm korkusuyla vicdan azabı çekmeye başladığından kolları sıvamaya, facia durumda olan eğlence sektörünü adam etmek, gerçek yaratıcılığı her çeşit sanat dalında geri getirmek için New Renaissance (Yeni Rönesans) isimli bir akademi kurmaya karar verir. Bir grup ilkokul çağındaki genç yaratıcı dahi, okulda yatılı okumaya başlayacak, dış dünyadan ve vahşi kapitalizmin kokuşmuş değerlerinden mümkün olduğunca uzak ve izole biçimde yetenekli oldukları sanat dalında eğitim alacaklardır, ancak Lipowitz'in planı bundan ibaret değildir.

Acının ilhamı, yaratıcılığı beslediğini, konforun, sevginin, eğlencenin, özetle mutluluğun ise körelttiğini düşünen Lipowitz'in ayrı bir projesi daha vardır: Okulunda eğitim vermeye başladığı ve resim, müzik veya yazı alanlarında sıradışı yeteneklere sahip olduklarını düşündüğü 457 öğrencinin arasından özenle seçilmiş birine tüm çocukluğu, ilkgençliği, gençliği ve hatta yetişkinliği boyunca ona atadığı menajer sayesinde zihinsel acılar ve travmalar yaşatacak, böylece sanatının beslenmesini, gelişmesini sağlayacak ve çağımızın en büyük sanatçısını ortaya çıkaracaktır.

22 Temmuz 2011 Cuma

Experiment 17


Daha bir hafta geçmeden diğer oyunum da yayınlandı. Bu da uzun süre önce bitmişti ama yakın zamanda sponsor buldu. Oynamak için tıklayın.

Experiment 17, temelde bir yılan oyunu. Oyunda esasında laboratuvar asistanı olarak yılanımızı kontrol ediyoruz (sağ ve sol ok tuşları), onu yüzdüğü havuzda suya daldırıp çıkartarak (spacebar) önüne gelen yemekleri yemesini sağlamak dışında, farklı zamanlarda beliren "anomali"leri simgeleyen 44 küçük atom işaretini toplamak ve bunların etkilerini gözlemlemek esas görevimiz.

17 Temmuz 2011 Pazar

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II

Yönetmen: David Yates
Yazar: Steve Kloves (senaryo), J.K. Rowling (roman)
Oyuncular: Daniel Radcliffe, Emma Watson, Rupert Grint, Ralph Fiennes
Tür: Aksiyon|Macera|Fantastik
Yapım yılı: 2011
Süre: 130 dk.
Ülke: İngiltere
IMDb puanı: 8.7/10
Metacritic puanı: 87/100
Çavlan'ın puanı: 4/10
Umut'un puanı: 5/10

Bittiği için çok mutluyum. Gerçekten. Bir kere, genel olarak fiyasko olarak tanımlanabilecek bu dev bütçeli sinema uyarlamalarının son halkasının aylardır süren "her şey temmuz 2011'de bitiyor" reklamlarının aksine benim için gerçek anlamda dört yıl önce, son kitabın son sayfasını okuduğum zaman bitmişti Harry Potter. Ayrıca (sadece Azkaban Tutsağı ile Ölüm Yadigarları'nın ilk filmi hariç olmak üzere) dile kolay tam 10 yıldır her filmde aynı şeyleri yaşamaktan da çok sıkıldım - son derece boktan bir uyarlamayla karşılaşacağını bile bile sinemaya gidip izlemekten kendini alamamak, belki bazı sahneleri etkilenerek, ama filmin büyük kısmını müthiş bir hayalkırıklığı içinde izlemek, bittikten sonra yaklaşık bir saat boyunca yapımcılara, yönetmene ve senariste verip veriştirmek suretiyle benimle gelme nezaketini göstermiş, büyük ihtimalle seriyle ilgisi ve bilgisi olmayan kişinin kafasını ütülemek ve çoğu zaman da aynı şeyleri yazmak: "hikayede hiçbir derinlik kalmamış...", "tamam kitaba bütünüyle sadık olabilmesi imkansız elbette, ama bu kadar önemli, bu kadar temel öğeler nasıl çıkarılabilir?..", "en önemli ayrıntıları attıkları gibi, romanı beğenmeyip değiştirmişler bir de sanki, ekledikleri diyaloglar ne kadar aptalca...", "karakterizasyon bu kadar kötü olabilir, seri için son derece önemli karakterlere nasıl böyle harcayabilmişler?" ve tabii ki: "hani harry potter sihri nerede?". Yorucu olmaya başlamıştı artık bunlar. En azından bir daha bu cümleleri kurmak zorunda kalmayacağım, her seferinde yeni baştan hayal kırıklığına uğramayacağım, seyircisini defalarca aptal yerine koymaktan çekinmeyen bu franchise'a para akıtmayacağım. Buna sevinmemek elde değil.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Hell Driver


Bu oyunu uzun süre önce tamamlamıştım esasında ama ancak yayınlandı, ben de derin bir oh çektim. Bir şeyi bitirdikten sonra onu insanlarla paylaşamamak yük oluyor insana. Buyrunuz buraya tıklayıp oynayınız.

Flash oyunları arasında kamyon oyunu diye bir tür gelişti son yıllarda, bilen bilir, bunlarda bir noktadan diğerine yükünüzü dökmeden taşımaya çalışırsınız. Flash oyun sponsorlarından biri de benden bu tarz bir oyun isteyince bu oyun ortaya çıktı. Süt şişesi taşıyan hantal kamyonlar çizmek çok zevkli gözükmediğinden, daha eğlenceli bir tema seçeyim dedim :D

12 Temmuz 2011 Salı

Daniel & Ana

Yönetmen: Michel Franco
Yazar: Michel Franco
Oyuncular: Marimar Vega, Dario Yazbek Bernal
Tür: Dram|Gerilim
Yapım yılı: 2009
Süre: 90 dk.
Ülke: Meksika
Dil: İspanyolca
IMDb Puanı: 6.6/10
Benim puanım: 7/10

Üniversite öğrencisi güzel Ana ile onun liseye giden erkek kardeşi Daniel'in öyküsünü anlatıyor film. İlk karesinden bile seyirciye izleyeceklerinin gerçekte olanların birebir kopyası, neredeyse tekrar canlandırmasından ibaret olduğunu, sadece isimlerin değiştiğini söyleyen bir yazıyla başlıyor, her yıl Güney & Orta Amerika'da binlerce kişinin yeraltı pornosu kurbanı olduğunu, aralarında bir şekilde bir kan bağı olan iki kişinin kaçırılması ve silahla tehdit edilerek cinsel ilişkiye zorlanmasının her yıl daha da arttığını söyleyerek bitiyor. Pek çok film "bu film gerçek olaylara dayanmaktadır" yazısıyla açılır aslında, ama bir şekilde seyirci sadece bazı olayların gerçek hayattan alındığını, pek çok ayrıntının değiştiğini, pek çok şeyin eklendiğini ve sonuç olarak ortaya çıkan şeyin kurmaca olduğunu bilir; her öğe gerçek hayattan alındığı gibi kalsa pek çok olay çözülmemiş kalacağından, alışageldiğimiz gibi girişi, gelişmesi, bir zirve noktası ve bir nevi sonucu olan tipik film yapısına uyamayacağından ve daha pek çok nedenden. Gelgelelim Daniel & Ana gerçek olaylara dayanmakla kalmadığını, isimler dışında olduğu gibi her şeyin gerçek hayattan alındığını söylüyor ve bana kalırsa doğru bu. Ayrıcalıklı olanla inanılmaz derecede yoksul olanın çarpıştığı uçların kenti olan Mexico City organize suçlara ideal bir zemin sağlıyor, silah zoruyla çekilen/çektirilen ensest pornosunun da en popüler ev sahiplerinden. Bu filmlerin yapımcıları, ensest de dahil olmak üzere her çeşit tabu seks siparişlerini karşılayabilmek için adam kaçırma yolunu kullanıyor ve ortaya çıkan filmler uluslararası yeraltı porno pazarında satılıyor, kurbanlara da başlarına gelen cinsel saldırılar dünyanın öteki ucundaki müşterilerin beğenisine ne zaman sunulacak da internete yayılacak diye beklemek düşüyor.

5 Temmuz 2011 Salı

Alice: Madness Returns

Oyun türü: Action-Platformer
Çıkış tarihi: Haziran 2011
Platform: PC, PS3, X360
Artıları: İçinden çıkmak istemeyeceğiniz olağanüstü güzel bir atmosfer, nefis görsellik, harikulade mekanlar, Harikalar Diyarı'nın karanlık, tüyler ürpertici ve büyüleyici bir yeniden yorumlanışı, çok eğlenceli ve yaratıcı silah tasarımları, 12+ saatlik oynanış süresi
Eksileri: Oynanışın gelişmemesi - oynadığınız ilk saatte ne yapıyorsanız onuncu saatte de aynısını yapıyor olmanız-, başlarda, silahlarınızı upgrade edemeden 87316 darbe aldıktan sonra bile ölmeyen yaratıkların oyuncuyu çıldırtma kapasiteleri, insanı yer yer deli eden bug'lar (örn: umbrella)
Gamespot oyuncu notu: 8.5/10
Metacritic notu: 75/100
Benim notum: 8/10

Alice: Madness Returns çarpıcı görselliğiyle daha ilk dakikalarından itibaren oyuncuyu avcunun içine alıyor. Londra'nın fahişelerin ve sarhoşların cirit attığı bol kahveli tonlarındaki kirli sokaklarında başlıyoruz oyuna, 19. yüzyıldayız ve etraf, karanlık izbe evleri, soyguncularıyla haydutları ve tabii ki yetimleriyle, tabiri caizse pek bir Dickensvari. Ben buraya, iç kapayıcı sokaklara, gökyüzünün tonlarına, karakterlerin yamukluklarına bayıldım açıkçası ama ne yazık ki sadece ana bölümlerin başında dönüyoruz bu gerçek dünyaya ve gerçek dünya olduğu için, atlayıp zıplayamıyor, kimseyi kesip biçemiyoruz, sadece gezinip bazı objeleri inceleyebiliyoruz, o kadar. Tadı damağında kalıyor insanın. Harikalar Diyarı'na yani Alice'in beynine girdiğimiz zamansa (ki sokaklarda beyaz bir kediyi takip etmemizin ardından hemencecik oluveriyor bu ilk bölümün başında aslında) rengarenk bir masal dünyasının içine düşüveriyoruz. Monitörünüz büyükse, görüntülere dalıp gitmeniz, hatta o arada oyunu falan unutmanız işten bile değil. O huzur da uzun zaman kalmıyor, burada bir şeylerin ters gittiğini anlamamızla kendimizi steampunk ile Tim Burton karışımı, çok karanlık ve rahatsız edici, ama çok güzel, hatta fazla güzel bir dünyada bulmamız bir oluyor. Harikalar Diyarı yıkılıyor, etrafta tanımlanamaz bir delilik kol geziyor, Cheshire Cat bile korkutucu görünüyor.

1 Temmuz 2011 Cuma

Frozen Synapse

Blog için yazı yazamama döngümü son zamanlarda bulduğum zaman aralıklarında oynayıp sevdiğim oyunları yazarak kırmaya karar verdim, ilk sırayı da onlar arasında en sevdiğim oyuna ayırdım. Şimdiden fikrimi belirtmiş olayım da, uzun yazıdan üşenenleri yormayalım. :)

Tek cümlede özetlemek gerekirse, Frozen Synapse taktiksel takım karşılaşmasına dayanan sıra tabanlı (turn-based) bir oyun. Oyunun altında yatan bu düşünce çok karmaşık veya ilk defa denenen bir fikir olmayabilir ama oyunun yaratıcıları olan Mode 7’in bu fikri derinlemesine işleyerek ve yorumlayarak oluşturduğu bu oyun, uzun süredir oynadığım en heyecan verici multi-player deneyimlerden birini sunuyor.