21 Ocak 2010 Perşembe

Koleksiyoncu



Frederick ve Miranda'yı anlatır Koleksiyoncu. Frederick, gişe memurluğu gibi bir işi olan, çekingen, eğitimsiz, asosyal ve içe dönük bir kelebek koleksiyoncusudur. En büyük tutkusu kelebekleri olan bu genç adam, uzun süredir Miranda isimli bir resim öğrencisini takip etmektedir. Kızın okulu Frederick'in çalıştığı yerin hemen karşısındadır, Miranda'yı bu şekilde görmüş, bu şekilde "aşık" olmuştur. Romanın başlarında futbol bahislerinden büyük miktarda para kazanır Frederick, o kadar ki, kazandığı para işini bırakmasına ve kırsalda büyük, her şeyden uzak bir kır evi almasını sağlar. Miranda'yı kaçırır ve onun için hazırladığı, yaşanılacak bir alan haline getirdiği kır evinin bodrumuna götürerek kızı hapseder. Miranda, koleksiyonunun en nadide parçası olacaktır.

Fakat işler umduğu gibi gitmez, Miranda kanlı canlı, gerçek bir insandır ne de olsa, koleksiyonunu yaptığı kelebeklerden biri değil. Miranda'nın odasını, onun hoşuna gidecek resim malzemeleri ve kitaplarıyla donatmış olması (tıpkı bir insanın, bir sokak köpeğine yiyecek vererek sevileceğini düşünmesi gibi) Miranda'nın onu sevmesi için yeterli değildir ve Miranda'nın gözünde Frederick her zaman acınılacak ve iğrenilecek bir zavallı olarak kalacaktır.

Bu noktadan itibaren iki karakterin savaşına dönüşür roman; gardiyan ve tutsak, saf taliple talibinden tiksinen güzel, tahsilsiz alt sınıf temsilcisiyle üniversiteli, kültürlü orta-üst sınıf temsilcisi, gözlemciyle yaratıcı, ve ezenle ezilenin rolleri değişir: hayatı boyunca ezilen Frederick, artık diğer taraftadır. Büyük bir hazla Miranda'yı (ve onun temsil ettiklerini) ezmeye girişir, fakat Miranda onun efendiliğini kabul etmiyor, ona küçümseyerek bakmaya devam ediyordur. Onu esir eden bu zavallı adamdan üstün görüyordur kendini. Fakat odanın anahtarı (ve ipler) Frederick'tedir. Miranda neye inanırsa inansın, Frederick sınıfsal ve kültürel olarak ondan ne kadar altta olursa olsun, kendisiyle ilgili her karar artık Frederick tarafından verilmektedir, aralarındaki ilişkide güç Frederick'tedir.

John Fowles'ın tüm eserlerinde olduğu gibi, Koleksiyoncu'yu bu kadar etkileyici yapan etkenlerden biri, hikayenin anlatılış şekli. Kitabın ilk bölümü Frederick'in bakış açısından, ikincisi ise, Miranda'nın günlüğü formunda kızın bakış açısından anlatılıyor. Frederick'in gerçeklik ve mantıktan tamamen kopmuş hali, Miranda'nın daha coşkulu, sorgulayan sesiyle çelişiyor. Fowles'ın birbirinden bu kadar farklı iki ses yaratabilmiş olması, bu romanın en büyük başarılarından. Karakterlerini birbirinin karşısına koyarak, okuyucunun farkına varmadan bu karakterlerden birini seçerek taraf tutmasına neden oluyor yazar. Dışarıdan bakan birine karakterleri tanıtıp durumu anlatırsanız, onun bir saniye bile düşünmeden vereceği bir karar bu. Ama elbette Fowles işin bu kadar kolayına kaçmıyor: Miranda her şeyiyle öyle çok sevilesi falan olmadığı gibi, Frederick de tek boyutlu, derinleştirilmemiş bir 'kötü adam' değil. Bir canavar belki, ama sevgi yoksunu, yalnız, acınası bir canavar. Miranda ve Frederick'in hem fiziksel, hem entelektüel irade savaşı -ve altmetin olarak sınıf savaşı-, yazar tarafından iki karakterin de anlatımına yer verilmesiyle son derece ilgi çekici hale getirilmiş.

Kitabın sonu trajik, ama gerçeklik kavramının da mükemmel bir yansıması aslında. Frederick'in değişmesine imkan yok, kitabı okurken gizli gizli umut etmiş olan okurun yüzüne bir tokat gibi çarpıyor bu gerçek, ama iyi de oluyor. Biz ne kadar değişmesini istesek de, Frederick neyse o sonuçta, bize ta ilk sayfadan söylendiği gibi.

Frederick Koleksiyoncu'da otoriteyi simgeler. Ama zorbaca kazandığı gücü, bilinçli bir kötülükten çok, insanlığı aşağılık bir hale indirgeme eğiliminden türemiştir. Koleksiyoncu, bir Büyücü ya da Fransız Teğmenin Kadını değil, ama Fowles okumaya yeni başlıyorsanız çok iyi bir seçim. Zaten Fowles'ın basılan ilk kitabı. Bu romanı sadece bir gerilim ya da suç romanı olarak görmek hata olur; her şeyden önce bir iktidar hikayesidir Koleksiyoncu.

6 yorumcuk:

verbumnonfacta dedi ki...

koleksiyoncu fowles' ın yayınlanmış ilk kitabı olması yanında klasik edebiyata en yakın duran eseridir. bu romanla tanrı yazar tipine bildik başkaldırısından önce pek hoşlanmadığı yeni roman ekolüne bir anlamda nanik yapmıştır.
eğer birine fowles okutulacaksa ilk olarak koleksiyoncudan başlatılmalı fikrine ben de katılıyorum.
yalnız bır noktada farklı düşünüyorum sizden; asıl miranda' nın dönüşmesini beklemiştim ben. tam da stehandal sendromu tadında ilerlerken her şey.
son olarak soralım: iktidar kimin elinde?

Bay Kavun dedi ki...

John Fowles en sevdiğim yazarlardan, Koleksiyoncu da onun mühim romanlarından. Bekliyordum sizden bir süredir Fowles'ın kitaplarından birinin incelemesini yapmanızı, çok da güzel yapmışsınız. Koleksiyoncu'yu okurkan hissettiğim daralma hisleri, klostrofobi, isyan duygusu yeniden canlandı, oysa seneler oldu okuyalı. Artık sıra Mantissa ve Büyücü gibi daha ağır eserlerinde, bekliyoruz :)

Sera dedi ki...

Miranda'nın kıstırılmışlığı romanın kurgusuna da yansırken ve romandaki ikiliklerle, diyaloglarla, Miranda'nın günlüğüyle ve günlüğünün hiçbir zaman okunamayacak oluşuyla, onun yaşadıklarından kimsenin haberdar olamayacağını bilmemizle, bizler de okur olarak sarsılırız. En azından benim okuduğum en sarsıcı romanlardan biriydi Koleksiyoncu. Hemen ardından Büyücü'yü okuyunca da o ana kadarki roman zevklerinizi sorgularken bulursunuz kendinizi.

Aslısın dedi ki...

Çok uzun zaman oldu bu kitabı okuyalı. Yeniden okuma isteği canlandı içimde. Güzel yorumların için eline sağlık.

Clea dedi ki...

Koleksiyoncu çok sarsıcı bir roman, çok etkileyici. Benim de Fowles ile tanışmam bu kitapla oldu. Ne garip, Miranda adı hep aklımdayken adamın adının Frederick olduğunu unutmuşum. Bilmeyenler olabilir belki, William Wyler tarafından sinemaya da aktarıldı.

Adsız dedi ki...

Ayıptır söylemesi, bizde de bir Fowles aşkıdır ki sürüp gidiyor... http://koltukname.com/tag/john-fowles/