28 Ekim 2009 Çarşamba

Haftasonu Sineması: Gamer ve Surrogates

Uzun süre aradan sonra sinemaya gidince, büyük ekranda fragmanları gösterilen her film etkileyici geliyor olsa gerek. Gaza gelip haftasonunu benzer konulu iki filmi arka arkaya (biri Cumartesi biri Pazar) izlemeye ayırdık. İki filmi toplayınca bir film ettiği için hepsini birden yazmaya karar verdim.

Özetler (konuları bilenler atlasın):

Gamer
Gamer, bilgisayar oyunlarının kanlı canlı gerçek insanları yöneterek oynandığı oyunlar haline geldiği bir gelecekte geçiyor. Bu oyunların biri Society, Sims’in gerçek hayat versiyonu, maaşlı ve gönüllü çalışan insanları modifiye edip hayatlarını yönetmek, kaynaştırmak, seviştirmek gibi faaliyetlere girişebiliyorsunuz. Bir diğer oyun da, Counter Strike’ın gerçek insanlarla oynananı, tabii gerçek insanlar buna gönüllü girmeyeceği üzere, buradaki yönetilen karakterler idama gidecek olanlardan seçiliyor, belli sayıda karşılaşmayı kazanırsa serbest kalıyorlar, fakat şu ana kadar bunu başarabilen olmamış, buna tek yaklaşan ana karakterimiz ve onu yöneten ergen veledimiz. Anlaşılacağı üzere esas olay bu oyundaki karakterimize ve onun hikayesine dayanıyor.

Surrogates
Surrogates ise, herkesin kendisi yerine gerçek gibi gözüken maketleri (filmdeki adıyla “suret”leri) yönettiği, bu şekilde evden çıkmadan işini gücünü gördüğü, zarar görme kaygısı yaşamadan fantastik şeyler deneyebildiği bir gelecekte geçiyor. Bir gün bir suretin ilginç bir şekilde öldürülmesi ve ona bağlı olan insanın da ölmesiyle (ki bu film evreninde imkansız olarak bilinen bir şey o zamana kadar) filmimiz açılıyor.

Surrogates

Yönetmen: Jonathan Mostow
Yazar: Michael Ferris & John Brancato (senaryo), Robert Venditti & Brett Weldele (çizgiroman)
Oyuncular: Bruce Willis, Randa Mitchell
Tür: Aksiyon|Bilim Kurgu|Gerilim
Yapım yılı: 2009
Süre: 88 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 6.5/10
Çavlan'ın Puanı: 5.5/10
Umut'un Puanı: 5.1/10

Sıradan insanların evlerinde, bornozları ve eşofmanlarıyla yattıkları, kablolarla bağlandıkları elektronik cihazların onlara, yaşamlarını onların yerine yaşayan son derece çekici Suretlerini kontrol etme/izleme olanağı tanıdığı bir dünya düşünün. Filmin hikayesinin temeli, çok sağlam bir fikir üzerine kurulmuş –uyarlama zaten.- Çok da uzak olmayan bir gelecekte, sibernetik ve sanal gerçeklik geliştirilip birleştiriliyor, böylece Suretler doğuyor. Suretler, insanların yerine geçen, günlük işlerini yapan sibernetik bedenler, insanlar tarafından sadece düşünerek yönetilebiliyorlar; insanlar, hayatlarını satın aldıkları bu robotumsu kuklalar üzerinden yaşıyorlar. Evler dışındaki yaşam yerini tamamen suretlere bırakmış durumda, işyerlerinde, yollarda, barlarda sadece suretler var. Ki bu arada hafif sümüklüböceği andıran insanlar had safhada spor salonu, kuaför ve cilt bakımı (belki de güneş ışığı ve temiz hava?) ihtiyacıyla dört duvar arasında öylece yatmakta.

Suretler, kesinlikle sahiplerinden bağımsız hareket edemiyorlar. Yani filmdeki tehdit, pek çok örneğine alışık olduğumuz insanların kendi yarattığı robotlar değil. Ortada yapay zeka yok, kontrol tamamen insanlarda, tehdit de insanlardan geliyor doğal olarak. Suretler sayesinde insanlar hep görünmek istedikleri şekilde görünüyor, evden dışarı adımlarını atmayarak da öldürülme ya da bir kazada ölme gibi riskleri azaltıyorlar. Sanırım insanlara asıl çarpıcı gelen, sahte bir güven duygusuyla bir koltukta otururken 20 sene öncesine dönebilme, ya da 20 kilo geriye gidebilme şansı.. Suretler, biraz mekanik olsa da sıradan insanlar gibi hareket ediyor, hatta ciddi trafik kazalarında çok yara almayarak, yükseklere zıplayarak, çok hızlı koşarak olağandışı şeyler de yapabiliyor.

Gamer

Yönetmen: Mark Neveldine, Brian Taylor
Yazar: Mark Neveldine, Brian Taylor
Oyuncular: Michael C. Hall, Gerard Butler
Tür: Aksiyon|Bilim Kurgu|Gerilim
Yapım yılı: 2009
Süre: 95 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 5.8/10
Çavlan'ın Puanı: 3.1/10
Umut'un Puanı: 3.2/10

Filmin teması Surrogates’a çok benziyor (ya da ben, ikisini de arka arkaya izlediğim için gereğinden fazla bir paralellik kurdum). Ama Surrogates’tan farklı olarak, Gamer’da insanlar suretleri değil, diğer insanları kontrol ediyor. Bu teknoloji, ilk olarak ‘Society’ isimli bir online oyunda kullanılıyor, günümüzdeki RLD’e benzer bir sanal gerçeklik oyunu bu, başka insanları kullanarak, onların bedenlerini yöneterek yolda geziniyor, başkalarıyla muhabbet ediyor, dans ediyor ve bol bol da seks yapıyor insanlar koltuklarından kalkmadan. Bir süre sonra, Slayers isimli bir başka oyun doğuyor bu teknolojiden, idam mahkumları konsol cankileri tarafından kontrol edilerek bir savaş alanına atılacak, bilmemkaç level sonra hayatta kalmayı başarırlarsa da serbest bırakılacak, özgürlüklerini kazanacaklardır. Tabii ki hiçbir mahkum 3. seviyeyi dahi geçemezken, Kane son aşamayı oynamak/oynatılmak üzeredir... Bu Kane kahramanımız oluyor, son derece itici, suratında her an kusacakmış gibi bir ifade olan bu sıkıcı ‘kahraman’, elbette haksız yere hapsolmuş iyi bir aile babası, amacı kaçıp şu an Society’deki kuklalardan olan karısını kurtarmak ve kızına kavuşmak.

25 Ekim 2009 Pazar

Kusulası Edward Cullen Çılgınlığı

Dünyanın dört bir yanındaki 11-19 ve 40-55 yaşları arasındaki kızlar/kadınlar, yaşamlarındaki boşluğu doldurmak için düşsel bir karakterin yaratılmasını bekliyorlarmış meğer: sonsuza dek 17 yaşında kalacak olan, mermer tenli, seksi kollu, sarı gözlü vampir Edward. Bkz. kanıt:


23 Ekim 2009 Cuma

Çocukluk Oyunlarım 3: Amiga Özel (A-H)

Bu serinin ilk yazısında belirttiğim gibi, amiga sahibi olmadığım halde, esas olarak amiga sayesinde oyunları sevmiştim. Zaten eve PC girdiğinde de ilk oynadığım oyunlar amiga’dan uyarlanmış olan oyunlar olnuştu, tabi çoğu, amiga'daki gibi güzel seslere sahip değildi ve bazıları grafik olarak da daha sönük dururdu, ama yıllar geçtikce PC kalıcı olarak yerini sağlamlaştırdı ve amiga yok oldu. Her şeye rağmen o dönem amiga, bir daha belki de hiçbir benzeri görülmeyecek olan farklı ve yaratıcı oyunlara ev sahipliği yapmıştı.

Tabii ben böyle diyorum ama, bana muhteşem gelen o grafiklerin bir kısmını Çavlan gördüğünde dayanamayıp “ya bu ne, rezalet bunlar” dedi. Bu tepkiyi o zamanlar oyun oynamamış tiplerin göstermesi normal tabii ama Çavlan öyle de değil. Bir sürü adventure falan oynamış. Düşündüm düşündüm şuna bağladım grafikleri beğenmemesini sonunda (ühühh kötü değiller işte): Eski zamanlarda (90 başları oluyor bu), adventure oyunları (icon adventure’lar tabii ki), diğer türlere göre genelde her zaman güzel grafikleriyle dikkat çekmişlerdir (Maniac Mansion’ı tenzih ederim, herhalde yılı da daha eskiydi onun), zira oyunlarda grafik dışında fazla belleğe ihtiyaç duyan, performans gerektiren öğeler pek olmaz. Shooter/aksiyon/frp türlerindeki oyunların oynanış tarzından kaynaklanan bir sürü hafıza gereksinimi vardır oysa (ekranda bir sürü objenin hareket etmesi ve birbirleriyle etkileşime girmeleri, daha kompleks arayüzlere duyulan bölümler olması ve tüm bunlar olurken oyunun hızının belli bir oranda kalması gerekliliği gibi), haliyle de oyun yapımcıları kafalarına göre her tarafa kocaman grafikleri dilediklerince dağıtamazlardı.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Fanfan

Alexandre Jardin'in yazdığı bu kitap yayınlandığı zaman (90'ların ilk yarısı sanırım) Fransa'da bestseller olmuş ve sinemaya uyarlanmış, ben de ilk önce filmini izlemiştim zaten. Sophie Marceau ve Vincent Perez oynuyordu, şirin sayılabilecek bir filmdi.

Robinson Crusoe'nun uzaktan akrabası olan 20 yaşındaki Alexandre, çuvalla sevgilileri olan anne babasına benzememeye kararlıdır. Sıkıcı ama istikrarlı bir hatunla nişanlanmıştır, böylece ebeveynlerine dönüşmemeyi, basit fakat huzur dolu bir yaşam sürmeyi garantiye almıştır sözde. Derken Fanfan'la tanışır ve bu muzip, özgür ve serseri ruhlu genç film yapımcısına deli gibi aşık olur. Hem Laure'a (nişanlısı) ihanet etmemenin, hem de Fanfan'a olan tutkusunun sönüp gitmemesinin yolunu, Fanfan'ı görmeye devam etmekte, ama onunla ilişkiye girmemekte bulur. Aşkları, ancak seks yapmadıkları ve birbirleri için ulaşılmaz kaldıkları takdirde sürecektir.

20 Ekim 2009 Salı

En Korkunç 33 Korku Filmi

Son derece subjektif bir liste bu. Türle çok alakalı olmayan filmler olabilir aralarda (örneğin Låt den Rätte Komma In isimli İsveç filmi pek korku filmi sayılmaz, ama o kadar ürperticiydi ki, hem de o kadar leziz bir filmdi ki, eksik kalmasına gönlüm razı olmadı), en baba korku filmleri atlanmış da olabilir (1970 öncesi çekilmiş bir sürü kült film örneğin), ama izlediğimde beni pek bir korkutmuş ve etkilemiş filmler şunlar:


18 Ekim 2009 Pazar

Çocukluk Oyunlarım 2: Civilization

Çoğu insanın “sabahlamak” olarak adlandırılan eylemle bir şekilde tanışmışlığı vardır. Üniversitedesinizdir, arkadaşınızla gittiğiniz barda köşede duran hatun gülümsedi mi emin olamazsınız ve gece 4’e kadar kenarda beklemeye karar verirsiniz. Sonra da arkadaşınızla kös kös eve yürüyüp alkolün etkisiyle sızarsınız. Ya da ertesi gün final jüriniz vardır, hocanın verdiği eleştiriyle değiştirdiğiniz projenizin son halini yetiştirmek için stüdyoda boyalar içinde kalmış halde maket yapmaya çalışıyorsunuzdur. Ya da çok tatlı bir kızla tanıştığınız o tatil gecesi, onunla ne zaman öpüşeceğinizi düşünerek uzun uzun konuşmaya dalmışsınızdır. Ya da gecenin oyuna verdiği tadın da artmasıyla, arkadaşlarınızla masaüstü rpg oynamaya kaptırmışsınızdır.

Sabahlama eyleminin sonu her zaman -çoğu zaman- güzel olmaz, üniversitede atfedilen o havalı imajı da (“heeey hadi bu gece sabahlayalım!”.. Ne oluyorsa sabahlayınca, bok var sanki) genelde sonraki yıllarda katlanılacak bir şey değildir.

Fakat sabahlamanın engellenemediği zamanlar vardır. Yeterince çalışırsanız dersinizin finali için sabahlamanız gerekmez, yeterince becerikliyseniz hatunlar için sabahlamanız gerekmez. Ama muhteşem bir oyun oynuyorsanız ve zone'a girdiyseniz, asla ve asla oyunu kapatıp ertesi gün devam etmeniz aynı havayı vermeyecektir. Kafanızda dönen binlerce stratejik kararla birlikte oyunu bırakıp gidemezsiniz. Benim için bu muhteşem oyun Civilization’du işte.

16 Ekim 2009 Cuma

The Time Traveler’s Wife

Yönetmen: Robert Schwentke
Yazar: Bruce Joel Rubin (senaryo), Audrey Niffenegger (roman)
Oyuncular: Eric Bana, Rachel McAdams
Tür: Dram|Romantik|Bilim Kurgu
Yapım yılı: 2009
Süre: 107 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.3/10
Çavlan'ın Puanı: 3.3/10
Umut'un Puanı: 5.4/10

Şaka mıydı bu film?

Evet, roman uyarlamaları zordur. Ama bu berbat film için bir bahane olamıyor bu. Nitekim IMDB’de kapı gibi 7.3′lük bir puanı var (nasıl? ama nasıl?). Ben de bittabii kitaptaki o muhteşem sarmal kurguyu beklemeden, ama ‘herhalde fena bir film olmamış’ diye düşünerek gittim bu filme, son derece düşük beklentilerle. Zaten romanı okuyalı 1 yılı geçmiş, çok az hatırlıyorum, böylece rahat rahat kitaptan bağımsız değerlendirebileceğim kafama göre. Yazık oldu o vakte. Bu kadar kötü bir uyarlama görmüş müydüm daha önce, bilemiyorum. Filmde hiç, ama hiçbir şey yok. Film ne bilimkurgu, ne dram, bir bok değil. Türü yok çünkü bir bütünlüğü yok. Neyi anlatmaya çalışmış anlayan beri gelsin. İlk yarısı birbirinden son derece kopuk, anlamsız ve hatta aptalca sahnelerle geçiyor. İkinci yarısı ise sürekli Henry’nin ölümünü bekleyerek. Bir de hep evde kahramanlarımız. Hayır orada ne yapıyorlar belli değil, epeyce kafa patlattım buna. İlişkileri gerçekçi değil, karakterler dahi gerçekçi değil, o muhteşem flashback’lerin hiçbiri yok, herifin zaman yolculuğu gayet iğreti durmuş çünkü film onunla ilgili değil, doktor minik bir figüran olmuş, filmde hiçbir şey yok! Ama anlamıyorum, sahiden basmıyor kafam, bu kadar muhteşem, bu kadar zengin bir kaynak var elinde, kullansana senarist kardeşim! Onu bunu geçtim de, en azından son sahnede biraz ağlarım, etkileyici olmuştur kesin Henry’nin Claire’in 90 küsur yaşındaki halinin yanına gitmesi diye düşünüyor, hevesle bekliyordum ki… Eh, şimdiye dek bolca spoiler verdim gerçi ama her şeyin bir sınırı var, son sahneyi de yazmayıvereyim. Hayranı olduğum Rachel McAdams’ı gördüm en azından ki iyi oynuyordu -ne kadar iyi oynanabilinirse böyle bir yapımda-, çok da güzeldi. Ama değdi mi şimdi? Tavsiyem, bu filmden bucak bucak kaçmanız. Gidin kitabı okuyun.

11 Ekim 2009 Pazar

Marc Levy Haftası

Nereden geçti elime anımsamıyorum, baktım Marc Levy’nin ‘Keşke Gerçek Olsa’sı (Et Si C’etait Vrai) aynı gün başlanıp bitirilmiş tarafımdan, hatta tanıdık da geliyor hikaye bir yerlerden… Araştırınca fark ettim ki uyarlaması olan filmi izlemişim zamanında (kıytırık bir şeydi tabii). O kadar keyifle su gibi akmıştı ki roman, hem de sadeliğine karşın öyle tatlı ve zekice bir mizahı vardı ki, bir baktım harıl harıl diğer kitaplarını arıyorum yazarın. Biraz fazla ’sevgi üstüne’, hani sevgi sevgi bizim kurtarıcımızdır sevgi mesajı var sanki tüm yazdıklarında, ben de pek gelemem genelde buna ama kaptırdım işte bir şekilde. Biraz da ayıpladım kendimi bugüne dek adını dahi duymadığım için. Okuduğum üç kitabı da fantastik öğelere dayalıydı.

Keşke Gerçek Olsa bedeni bir hastanede komadayken eski evinde hayaletimsi (-imsi çünkü katılaşıyor gitgide) bir formda beliren, kendisini bir tek romanın erkek kahramanının gördüğü genç bir doktor kadını anlatıyor.

9 Ekim 2009 Cuma

Çocukluk Oyunlarım 1: Another World

Ortaokul yıllarında, asosyallik kabuğunu kendimce kırdığım bir dönem vardı, bu dönem belli arkadaşlarımın evine gidip amiga 500’de oyun oynardım. (Benim neslimdeki çoğu oyunsever küçüklüğünde commodore’la oyunlara haşır neşir olmuştur herhalde ama ben commodore 64’ü sadece bir kere dayımlarda görmüştüm sanırım, dayımların çocuklarında da her zaman en son bilgisayar olurdu, half-life’ı da ilk orada görmüştüm)

Amiga günlerim, bizim eve “286” tabir ettiğimiz prosesörlere sahip bir PC girince farklı bir boyut aldı, insanlar disket değiştire değiştire oyun oynamak yerine bana gelip sabahlar olmuştu. O dönem benim için çok önemli esasında, fakat o dönemin beni nasıl şekillendirdiğini uzun uzun anlatmaya girişmek yerine, o zamanlar oynadığım oyunları ve neden beni bu kadar etkilediklerini yazmam üçüncü kişiler (sizler) açısından daha anlamlı olur diye tahmin ediyorum.

Bazen insanları etkileyen fakat zamanında karşıma çıkmadığı için oynayamadığım bazı oyunların ekran görüntülerine bakınca (ve neden etkilendiklerini pek anlamayınca) kendi oynadığım oyunlar için de aynı şeyin başkaları için söz konusu olabileceğini düşünmek kaçınılmaz oluyor. Yaşlı ve anılarda yaşayan biri gibi olmak istemem ama o oyunların o zamanlar bize yaşattıklarını yeni neslin yaşamasının pek mümkün olduğunu sanmıyorum, bu da gayet doğal tabii ki, sanırım herkes kendi çocukluğunda karşılaştığı yaratımları daha farklı hatırlıyordur. Yine de o zamanki oyunların ekranlarına bakıp “bunun neresini beğenmişler” diye merak edenler olursa diye, bu yazı serisi boyunca söz konusu oyunlardan nelerden etkilendiğimi olabildiğince açıklamaya çalışacağım. Bu kişisel dökümantasyonu yapmak kime ne fayda sağlar bilmiyorum ama, hiçbir şekilde geçmişe dair özlemim bulunmamasına rağmen, bu kadar zaman geçtikten sonra benim için çok önemli olan o döneme dönüp incelemenin bana nostaljik bir keyif verdiğini reddedemem.

7 Ekim 2009 Çarşamba

La Stanza Del Figlio

(The Son’s Room)
Yönetmen: Nanni Moretti
Yazar: Nanni Moretti
Oyuncular: Nanni Moretti, Laura Morante, Jasmine Trinca
Tür: Dram
Yapım yılı: 2001
Süre: 99 dk.
Ülke: İtalya – Fransa
Dil: İtalyanca
IMDB Puanı: 7.4/10
Çavlan'ın Puanı: 6.1/10

Giovanni, karısı Paola, oğulları Andrea ve kızları Irene ile çok, ama çok, belki biraz fazla mutlu bir şekilde, şirin mi şirin bir İtalyan kentinde yaşamakta, psikologluk yapmaktadır. Film, tamı tamına 30 dakika boyunca Gio’nun aile yaşamına odaklanır. (’Gio’nun aile yaşamı’: Birlikte şarkılar söyleyen, havadan sudan konuşan, koşuya çıkan ve hatta gene birlikte Latince çalışan ailenin hayatından gündelik görüntüler) Bu noktada izleyicilerin çoğu şöyle düşünmektedir: “Şahane bir sanat filmi bu, nasıl da gerçek hayat gibi, her şey öylesine doğal ki, Altın Palmiye’yi almasına şaşmamalı,” (Bir kısmı da sıkıntıdan kusmak üzeredir.) Derken trajedi vurur geçer; evin henüz 18′ini doldurmamış delikanlısı, bir deniz kazasında ölür gider. Film bundan sonraki 60 dakikadaysa, şaşıracaksınız ama, Gio’nun artık 3 kişi kalmış ailesinin gündelik hayatına odaklanır. (’Gio’nun artık 3 kişi kalmış ailesinin gündelik hayatı’: Andrea’nın ölümünden dolayı üzgün olan baba, anne ve kız.) Bu kadar.

5 Ekim 2009 Pazartesi

En İyi 25 Soundtrack

1. Once
Glen Hansard & Markéta Irglová


4 Ekim 2009 Pazar

The Boy in Striped Pyjamas

Yönetmen: Mark Herman
Yazar: John Boyne (roman), Mark Herman (senaryo)
Oyuncular: Asa Butterfield, Vera Farmiga, David Thewlis, Béla Fesztbaum
Tür: Savaş|Dram
Yapım yılı: 2008
Süre: 94 dk.
Ülke: İngiltere|ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.8/10
Çavlan'ın Puanı: 6.5/10


II. Dünya Savaşı sırasında bir Nazi komutanın 8 yaşındaki oğlu Bruno, bir toplama kampının dibindeki villamsı bir eve taşınır ailesiyle. Sürekli arkadaş bulma derdinde olan bu minik şımarık velet, kimseyi bulamayınca kamptan bir Yahudi çocukla, Schultz isimli bir oğlanla arkadaşlık etmeye başlar çitin ardından. Buradan sonrası ciddi spoiler: Bruno çitin diğer tarafına geçer (nedenleri uzun ve sıkıcı), tam da ’sabun olma süreci’ne denk gelir, Schultz ve daha onlarca Yahudiyle ölür gider. Annemle izledim bu filmi, şu en etkileyici -hani gözlerimizin dolması gereken- sahnede “Oh olsun!” oldu tepkisi ki benim de aklımdan geçeni dile getirmiş oldu. Elbet çocuğa değil, ama babasına örneğin. Gerek yoktu belki soykırım filmlerinden bir tane daha yapılmasına (benim de oturup izlememe), çok farklı bir yorum katmıyor, hikaye şahane değil, çok iyi film denebilir mi, değil… Ama dokunuyor bir yerden. Artık Yahudi soykırımıyla ilgili filmlere bağışıklık kazanmış, üstelik beyazperdede çocuk görmekten nefret eden benim bile bir yerlerime dokundu. 7.8′i hak etmiyor bence, ama Time Traveler’s Wife faciasından ve La Stanza Del Figlio iç bayıcılığından sonra (aynı gün izlemiştim hepsini) iyi geldi. Boş vakit varsa, amaç hüzünlenmekse şık bir seçim.

3 Ekim 2009 Cumartesi

İlk Yazı

Blog açma fikri kafamızda oluşup, yazmaya başladığımızda Çavlan'a "blogun giriş yazısı da olması lazım ama" demiştim, şimdi ise ne yazacağıma dair pek bir fikrim yok çünkü çoğu zaman olduğu gibi sadece fikir olsun diye sallamıştım.

Blogun neyle ilgili olduğu sol tarafta dizili olan kategorilerden anlaşılıyor zaten; sevdiğimiz yaratımlar hakkında aramızda konuştuğumuz bir sürü şeyi yazıya döksek nasıl olur dedik, böylece burası doğdu.

2 Ekim 2009 Cuma

Sinema Yazıları Dizini


'Sinema' etiketiyle arama yapmak için tıklayın.

Oyun Yazıları Dizini

'Oyun' etiketiyle arama yapmak için tıklayın.

TV Dizisi Yazıları Dizini


'Dizi' etiketiyle arama yapmak için tıklayın.

Müzik Yazıları Dizini


Edebiyat Yazıları Dizini


'Edebiyat' etiketiyle arama yapmak için tıklayın.

Listeler Dizini


'Listeler' etiketiyle arama yapmak için tıklayın.