Yönetmen: Nanni Moretti
Yazar: Nanni Moretti
Oyuncular: Nanni Moretti, Laura Morante, Jasmine Trinca
Tür: Dram
Yapım yılı: 2001
Süre: 99 dk.
Ülke: İtalya – Fransa
Dil: İtalyanca
IMDB Puanı: 7.4/10
Çavlan'ın Puanı: 6.1/10
Giovanni, karısı Paola, oğulları Andrea ve kızları Irene ile çok, ama çok, belki biraz fazla mutlu bir şekilde, şirin mi şirin bir İtalyan kentinde yaşamakta, psikologluk yapmaktadır. Film, tamı tamına 30 dakika boyunca Gio’nun aile yaşamına odaklanır. (’Gio’nun aile yaşamı’: Birlikte şarkılar söyleyen, havadan sudan konuşan, koşuya çıkan ve hatta gene birlikte Latince çalışan ailenin hayatından gündelik görüntüler) Bu noktada izleyicilerin çoğu şöyle düşünmektedir: “Şahane bir sanat filmi bu, nasıl da gerçek hayat gibi, her şey öylesine doğal ki, Altın Palmiye’yi almasına şaşmamalı,” (Bir kısmı da sıkıntıdan kusmak üzeredir.) Derken trajedi vurur geçer; evin henüz 18′ini doldurmamış delikanlısı, bir deniz kazasında ölür gider. Film bundan sonraki 60 dakikadaysa, şaşıracaksınız ama, Gio’nun artık 3 kişi kalmış ailesinin gündelik hayatına odaklanır. (’Gio’nun artık 3 kişi kalmış ailesinin gündelik hayatı’: Andrea’nın ölümünden dolayı üzgün olan baba, anne ve kız.) Bu kadar.
Böyle bir filmden tam da beklendiği gibi olur ailenin tepkisi Andrea'nın ölümüne: bol keder var ama sinir krizleri, ağıt yakmalar yok, sessiz gözyaşları var; gitgide içlerinde çözülüp parçalanmaktalardır ama çok subtledır bu da. Baba, kafasında sürekli o günü geriye sararak baştan yaşar, aslında o gün Andrea arkadaşlarıyla olan planını ekip babayla koşuya çıkmaya hazırdır, fakat Giovanni'ye son anda bir hastasından telefon gelmiş, Giovanni de pazar günü olmasına rağmen hastanın evine giderek onunla görüşmeyi kabul etmiş, böylece baba ve oğulun koşusu yatmıştır. Baba, o telefon görüşmesini tekrar tekrar yaşar, hastasına onunla o gün görüşemeyeceğini, her zamanki seanslarına gelmesini söyler, böylece baba oğul koşuya çıkarlar, oğlan arkadaşlarıyla buluşmaz, ve tabii ki, ölmez. Anne, oğlunun (varlığından haberdar olmadığı) kızarkadaşının mektubunu bulur ve kafayı ona takar, saplantılı bir şekilde kızı görmek, onunla konuşmak istemektedir. Irene yani Andrea'nın kızkardeşi ise Andera'nın ölümünden en az etkilenmiş aile üyesi gibi görünmektedir, ancak bir gün bir spor müsabakasında (sporu anımsayamıyorum ama hadi basketbol diyelim) karşı takımın basketçilerinden birinin üzerine saldırarak patlayınca Irene'in de o kadar iyi durumda olmadığı anlaşılır.
Ucuza kaçıp arkadan coşku dolu bir müzikle seyirciyi ağlatmaya kasan Hollywood filmleriyle bir tutulamaz elbette, sahici olmaya kasmış, pek salya sümük bulaştırmamış, aferin, ama minik, cılız bir aferin, o kadar. Altın Palmiye, gerçekten mi? Ne adamın hastaları ilginçti, ne ailenin mutluluk tablosu yürek ısıtıcı, ne evlat acısına ‘hayatın içinden bir bakış açısı’ sunabilmiş, ne de sinemaya yeni bir şey katabilmişti… Biraz sadelik kurbanı olmuş bu film.
Sadelik demişken.. Buffy the Vampire Slayer, ‘ölüm’ü Body isimli 5. sezon bölümüyle çok daha iyi anlatmıştı. Ona niye bir Emmy yok?
1 yorumcuk:
Bu konuda uyuşmadık, benim görüşüme göre bir başyapıt sayılabilir The Son's Room. Sadelik Kurbanı yerinde bir başlık olmuş, eğer bir eksisi varsa sadeliği çünkü. Yine de o fazla sadelik içinde bile --aslında belki de o sadelikten dolayı-- çok iyi buluyorum bu filmi.
Yorum Gönder