10 Kasım 2009 Salı

Leviathan



Paul Auster okumayan, çok şey kaçırıyor demektir. Çok yetenekli ve ne olursa olsun orijinal olmayı başarabilen bir yazar.

Benjamin Sachs, bir zamanların gelecek vaat eden yazarı, kendi hazırladığı bir bombayı yerleştirirken yanlışlıkla kendisini de havaya uçurur. Roman, Peter Aaron’ın ağzından yazılmıştır ve Sachs, onun arkadaşıdır. Görüşmeyeli yıllar geçmiş olsa da, Sachs’in böyle bir sona nasıl geldiğini anlatmayı görev edinir Aaron. Sachs bir zamanlar Leviathan isimli yarım kalmış bir romanın üzerinde çalışmakta olduğu için de, Aaron (ve Auster) kitaplarına aynı ismi verirler. Leviathan’ın sözlük anlamı devasa, çok büyük. Aynı zamanda da Tevrat’ta geçen deniz canavarının adı.

Aaron, Sachs’le ilk karşılaşmalarından başlayarak, hayatlarına giren ve ufak nüanslarla yaşamlarının seyrini değiştiren arkadaşları ve sevgilileri de içinde olmak üzere birlikte (ve ayrı) geçen hayatlarını anlatmaya koyulur. FBI ajanları ölen kişinin kimliğini Sachs olarak tespit etmeden önce kitabını bitirip, Sachs ve bombalarının içyüzü hakkında insanları aydınlatma amacındadır.

Sachs’ın sorunu: kendimizi nasıl tanımlayabilir ve aynı anda bizi biçimlendiren çevreyle bir anlaşmaya varabiliriz? Auster’ın dünyasında, kişinin kendisi ile dış dünyanın ayrımı hiçbir zaman kolay olmuyor. Karakterleri dış koşullardan etkilenerek biçimleniyor ve kimlikleri her zaman bir anda değiştirilebilir bir nitelikte oluyor. Romandaki anlatıcı ve en istikrarlı karakter olan Aaron bile, bu sorunlardan kaçamıyor. Aaron ve Sachs’in dostluğu, çelişkilerden ve ikilemlerden doğan bir ilişki, her biri sürekli olarak diğerinin en iyi niteliklerini kazanma gayretinde. Romanın bir yerinde, Sachs uzaktayken, karısıyla ilişkiye girerek Aaron bir anlamda onun yerini alıyor; bir başka yerinde, Sachs Aaron’ın yazar kimliğini çalarak onun yerine kitap imzalıyor, değişik kentlerde imza günleri düzenliyor.

Leviathan, Auster’ın romanlarında alıştığımız temaları işliyor: izolasyon, bir kimliği bırakıp yeni baştan başlama arzusu, insanlar arasındaki ilişkilerin karmaşıklığı, hayattaki ironik kesişme ve rastlantılar. Romanın başında anlamsız gözüken olaylar hikayenin sonuna dek süren önemli olgulara dönüşüyor. Auster’ın diğer kitaplarında da yinelenen temalardan bir diğeri: hem Sachs, hem de Aaron yazar. Aaron mesleğinden memnun, ama Sachs’in bir noktada gözleri açılıyor ve amaçlarına ulaşmak için doğrudan eyleme geçmeye karar veriyor. Auster’ın diğer çalışmalarından bir benzer nokta daha: Yazar, Amerika’nın gidişatından memnun değil; Özgürlük Anıtı, pek çok Amerikalının, heykelin arkasındaki prensipleri izlemek için hiçbir çaba sarf etmeden büyük bir anlam yüklediği bir sembol olarak kitap boyunca sayısız kez geçiyor. İlerleyen bölümlerde, Sachs için Amerikayı uyandırıp hatalarını göstermenin tek yolu, halka açık alanlardaki Özgürlük Anıtının replikalarını havaya uçurmak haline geliyor.

Leviathan pek çok standarda göre çok iyi bir kitap ve bence beklentileri de karşılıyor, ama Auster’ın en iyi kitabı değil. Yine de çok keyifli bir okuma, Sachs’ın öyküsü kitap bittikten sonra uzunca bir süre sizinle kalıyor.

Romandaki karakterlerin büyük bölümü, her Paul Aster romanında olduğu gibi gibi en ufak detaya kadar düşünülmüş, çarpıcı karakterler. Bana göre özellikle Maria, bahsedilmeyi hak ediyor: Maria, belirli bir tanıma oturtulamayacak bir sanatçı, pek çok insana göre ‘garip’ diye adlandırılabilecek projelerin peşinde, örneğin bazen haftanın her günü değişik renkte yiyecekler yiyor, pazartesi yeşil günü: salatalık, brokoli, armut yiyor sadece o gün, veya öylesine bir tanışıklığı olan, çok yakışıklı ama giyimi berbat bir adamın gardrobunu adam etmeyi kendine iş ediniyor ve her sene ona imzasız bir armağan gönderiyor. Çocukluğundan bu yana aldığı doğum günü hediyelerinin tümünü saklıyor, hepsini de kronolojik olarak sıralanmış ve ambalajlarından çıkarılmamış olarak raflarda sergiliyor. Üniversiteyi yarım bırakıp Amerika turuna çıkıyor ve kendine bir pikap alıp, her eyalette ikişer hafta kalarak bu turu iki senede tamamlıyor. Son derece anlamsız ve keyfi gözüken bu projede, Maria’nın koyduğu tek kural her eyalette ondört gün geçirmek, bunun dışında dilediğini yapmakta özgür. Bir yerden ötekine gitmeye yetecek parayı da garsonluk gibi işlerde çalışarak kazanıyor. Yolda gördüğü yabancıları, yaşamlarını sadece gözlem yoluyla anlayabilmek amacıyla takip ediyor ve fotoğraflarını çekiyor. Bir gün yolda, içinde sahibinin isminin yazılı olmadığı bir telefon defteri buluyor ve sahibinin kişiliğini çözebilmeyi amaç edinmiş olarak defterdeki insanlarla tesadüfi karşılaşmalar düzenleyip onlarla üstü kapalı görüşmeler yapmaya karar veriyor. -Bu projenin nasıl gittiğini merak ettiyseniz kitabı okumanız gerekecek :) Türkçe çevirisi Can Yayınları’ndan çıktı.

5 yorumcuk:

Bay Kavun dedi ki...

Çok başarılı bir kitap eleştirisi yazısı. Paul Auster'ı çok severdim ancak son yıllarda okumadım, aynı yaratıcılık ve orijinalliği devam ettiriyor mu bilemiyorum. En sevdiğim Auster kitapları New York Üçlemesi ve Yükseklik Korkusu'dur. Leviathan'ı da beğenerek okumuştum.

Porco Rosso dedi ki...

ben niye okuyamıyorum bu adamı. niye 3 farklı kitabı farklı dönemlerde elime alıp ilerleyip bıraktım.
sarmadı mı ki? oysa sevebilirdim.
denedim en azından. sayılır mı o?
yine de çok mu şey kaybettim. başlayayım mı yine :))

Çavlan dedi ki...

Bay Kavun: Teşekkürler :)

Porco Rosso: Valla bilmem ki, herkese hitap etmek zorunda değil yahu, uymamıştır, olmamıştır. Ama yok yok bir kez daha dene sen, öncekileri saymayız :)

thalassapolis dedi ki...

En sevdiğim Auster kitabı...

melda dedi ki...

Levıathan'ı okudum. Beğendim. Paul Auster'in Duman ve New York Üçlemesi'ni de okudum. Duman en beğendiğim kitabı. Zaten bir senaryoydu ve filme de çekilmişti. Auster'in kitaplarında bazı tekrarlar var. Artık bir kitabını yazarını bilmeden okursam onun Auster olduğunu anlarım sanırım. Bu da iyi bir şey mi kötü mü karar veremedim.