Yazar: Terrence Malick
Oyuncular: Brad Pitt, Jessica Chastain, Hunter McCracken, Sean Penn
Tür: Dram
Yapım yılı: 2011
Süre: 139 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb puanı: 7.6/10
Cannes'da Altın Palmiye almış olan The Tree of Life kapkaranlık bir sinema salonunda, tek başınıza ve trans halinde film izlemeye hazır bir modda değilseniz izlemesi zor bir film, kısa ve öz. Film, anne rolündeki Jessica Chastain ve baba rolündeki Brad Pitt'in çocuklarından birinin ölümünün haberini almalarıyla başlıyor. Ardından yıllar sonrasına, günümüze yakın sayılabilecek bir zamana geçiş yapıyor ve hâlâ kardeşinin ölümünü kabullenmeye çalışan evin en büyük çocuğunun büyüyüp adam olmuş halini canlandıran Sean Penn görünüyor ekranda birkaç dakika. Bundan sonra ise big bang'le başlayıp ilk canlının ortaya çıkışına kadar ciddi ciddi evrenin evrimini gösteren minimum diyaloglu görüntüler montajı geliyor ve yarım saate yakın sürüyor. Ancak ondan sonra çocuğun ölümünden öncesine gidiyor ve bu üç çocuklu aileye dair başta rastgele gibi duran klipler göstermeye başlıyor bize film. Ana tema, evin babasıyla üç oğlan çocuğunun, bilhassa en büyük çocuğun arasındaki sevgi-nefret ilişkisi. İsimler ve ilişkiler bize açıklanmıyor, kimin neyin nesi olduğunu görüntüler yoluyla anlıyoruz. Bolca yakın plan yüzleri, rüzgarda uçuşan beyaz perdeleri, ıslak yeşil çimenleri ve ağaçların arasından "tanrının yaşadığı" gökyüzünü görüyoruz. Filmin adında geçen ağacın gerçek zamanlı olarak büyümesini izliyormuşuz gibi hissettiğimiz anlar da olmuyor değil.
Sinematografi ve müzikler harika, o açık. Oyunculuklara gelince, Sean Penn'in ismi Brad Pitt'le birlikte başrollerden biri olarak geçiyor ama filmde sanırım toplam 10 dakika falan görünüyor ve ağzından iki cümleden fazlası çıktı mı, cidden hatırlamıyorum. O yüzden onun hakkında bir fikir belirtemiyorum. Brad Pitt ve Jessica Chastain gayet iyilerdi ama zaten gündelik hayattan kareler şeklinde ilerleyen böyle bir filmde iyi olmamak biraz zor -hiçbiri parlamıyordu da nitekim, film oyuncularının performanslarının parlamasına izin verecek yapıdan da yoksun aynı şekilde. Sanırım bir tek Hunter McCracken için geçerli değil bu; Penn'in karakterinin gençliğini, ailenin büyük çocuğunu oynayan McCracken, parlama imkanı bulan tek oyuncu.
The Tree of Life gibi simgesel anlatımlar ve metaforlarla yüklü filmler seyirciyi ikiye bölüyor genelde - filmden çok etkilenen, ağır dozdaki sembolizmini şıp diye çözüp derin okumalar yapan, lirik şiirsel güzelliğini öve öve bitiremeyen, filmi beğenmeyen kesimin de sinemadan anlamayan, kafası çok da bir şeye basmayan yüzeysel adamlar olduğunu düşünenler ve can sıkıntısından filmin sonunu zor getiren, bittikten sonra "ne boktu bu izlediğim şimdi?" diye düşünen, filmi sevenlerin de özenti entel danteller olduğunu düşünenler. Ben genelde hangi tip seyirciye dahil olduğumu bilemiyorum; mesela Fountain ile ilgili neydi bu şimdi, görsel güzelliği bir yana hikaye saçmalıklar silsilesiydi diye düşünmüştüm ama Angelopoulos'un Weeping Meadow'u için de buna bir filmden çok bir şiir gibi yaklaşılmalı, kendi başına bir güzellik abidesi falan demiştim. The Tree of Life'ta sıkıldığım anlar etkilenip coştuğum anlara göre daha çok olduğuna göre "neydi bu şimdi" tarafına daha yakınım galiba, ama filmin anlatısının temelindeki aile yapısına biraz yakın olsaydım, oradaki babaya benzer bir babanın ve oradakimeleğe anneye benzer bir annenin elinde büyümüş olsaydım, 50'lerin Amerika'sında yetişmiş olsaydım, tanrıya inanıyor ve ona sık sık "niçin? neden? niye?" gibi sorular soruyor olsaydım, erkek kardeşleri olan bir oğlan olsaydım ve tabii biraz ruhani bir insan olsaydım bu filmin bana çok daha fazla hitap edip bir yerlerime dokunabileceği de kesin.
Aslında filmin konusu -bir oğlan çocuğunun büyüme çağında tanrı ve doğa ile ilişkisi, varoluş mücadelesi ve sonunda çok sevdiği anlayışlı, yumuşak, sevgi dolu ama zayıf ve kabullenici, melaike annesi yerine nefret ettiği, döven, hükmeden, buyurgan babasına dönüşümü- içinde kaybolunacak kadar ağır basan görsellik yerine basmakalıp anlatım yollarıyla çok daha açık ve sade bir şekilde anlatılsa benim açımdan daha vurucu olabilirdi. Yarım saatlik yıldız sistemleri, evrenin doğuş görüntüleri vd. sırasında anlatmak istediği şeyi de çok daha kısa sürede ve filmini bir National Geographic belgeseliyle karıştırılabilecek bir hale sokmadan anlatabilirdi yönetmen ve o zaman pek çok kişi açısından daha anlaşılır, son kertede de çok daha etkileyici bir film çıkardı ortaya. Bu haliyle çok küçük bir kesime hitap ediyor. Bunda bir sorun yok, sonuçta sinema diyince ille de başı, ortası ve sonu olan bir hikaye, bir kurgu diye tutturmayan, sinemayı alışageldik kalıpların dışına çıkabilecek ve serbest bir sanat formuna dönüşebilecek bir kavram olarak görebilen o küçük kesim için bir başyapıt niteliğinde bu film. Ama ben ne kadar istesem de o kesime dahil olamıyorum Tree of Life için. Filmin içine serpiştirilmiş ve başta alakasız duran parçaları kafamda birleştirip neler olduğunu anlayabiliyorum, niçin orada olduklarını çözemediğim sahneler kalmıyor değil ama sonuçta asıl büyük resmin nasıl göründüğüyle, yönetmenin derdiyle ve anlatmak istedikleriyle ilgili doğru olduğunu düşündüğüm bir fikrim var, tamam. Ama ne gerek var ki bu kadar uğraşmaya, özellikle Malick'in kişisel meseleleri benimkilerden bunca uzakken? Bunu özellikle sevenler olduğuna eminim ama ben izlediğim şeyin başı ve sonu olsun, beni bittikten sonra onu anlamak için kafa yormak zorunda bırakmasın (tabii Memento, Mulholland Drive, Usual Suspects, 12 Monkeys, Prestige, Inception vb. gibi çok katmanlı nefis bir öyküye sahip değilse, o tarz kafa yormaların başımın üstünde yeri var, bahsettiğim daha çok "burda sadece yarısı görünen ve üç dakika boyunca kıpırtısız duran bu su kaplumbağası neyi simgeliyordu" gibi sıkıcı sorularla boğuşmamak, yoksa o kadar da tembel bir sinema izleyicisi sayılmam herhalde) güleceksem güleyim, korkacaksam korkayım, duygulanacaksam duygulanayım, ama bu hisleri seyirci olarak ben filmi izledikten sonra oluşturmak için uğraşmayayım, bunlar filmi izlerken kendiliğinden gelsinler istiyorum. Terrence Malick'in son filmi çok güzel görünüyor evet, kısa kısa müthiş görünen sahneler çok güzel müzikler eşliğinde geçip gidiyor, ama sinemasal bir yapıdan tamamıyla yoksun.
Son olarak iki trivia: Sean Penn filmin bir facia olduğunu düşündüğünü söylemiş bir röportajında; senaryoda olduğunu düşündüğü o müthiş duyguyu perdede görememiş ve daha açık ve klasik bir anlatım tarzını benimsemiş olsa filmin güzelliğinden bir şeyler kaybetmeden daha iyi olabileceğini düşündüğünü belirtmiş. Sanırım kendi sahnelerinin çok fazla kesilmesine ve filmin son montajında çok az görünüyor olmasına da bozulmuş, ben bu halimle ne katıyorum filme belli değil, demiş.
Bir de, İtalya'da bir sinema salonu tam bir hafta boyunca makaraları karıştırıp önce ikinci yarıyı, sonra ilk yarıyı oynatmış ve salondaki hiçbir seyirci bunun farkına varmamış (ben de varmazdım sanırım).
Sinematografi ve müzikler harika, o açık. Oyunculuklara gelince, Sean Penn'in ismi Brad Pitt'le birlikte başrollerden biri olarak geçiyor ama filmde sanırım toplam 10 dakika falan görünüyor ve ağzından iki cümleden fazlası çıktı mı, cidden hatırlamıyorum. O yüzden onun hakkında bir fikir belirtemiyorum. Brad Pitt ve Jessica Chastain gayet iyilerdi ama zaten gündelik hayattan kareler şeklinde ilerleyen böyle bir filmde iyi olmamak biraz zor -hiçbiri parlamıyordu da nitekim, film oyuncularının performanslarının parlamasına izin verecek yapıdan da yoksun aynı şekilde. Sanırım bir tek Hunter McCracken için geçerli değil bu; Penn'in karakterinin gençliğini, ailenin büyük çocuğunu oynayan McCracken, parlama imkanı bulan tek oyuncu.
The Tree of Life gibi simgesel anlatımlar ve metaforlarla yüklü filmler seyirciyi ikiye bölüyor genelde - filmden çok etkilenen, ağır dozdaki sembolizmini şıp diye çözüp derin okumalar yapan, lirik şiirsel güzelliğini öve öve bitiremeyen, filmi beğenmeyen kesimin de sinemadan anlamayan, kafası çok da bir şeye basmayan yüzeysel adamlar olduğunu düşünenler ve can sıkıntısından filmin sonunu zor getiren, bittikten sonra "ne boktu bu izlediğim şimdi?" diye düşünen, filmi sevenlerin de özenti entel danteller olduğunu düşünenler. Ben genelde hangi tip seyirciye dahil olduğumu bilemiyorum; mesela Fountain ile ilgili neydi bu şimdi, görsel güzelliği bir yana hikaye saçmalıklar silsilesiydi diye düşünmüştüm ama Angelopoulos'un Weeping Meadow'u için de buna bir filmden çok bir şiir gibi yaklaşılmalı, kendi başına bir güzellik abidesi falan demiştim. The Tree of Life'ta sıkıldığım anlar etkilenip coştuğum anlara göre daha çok olduğuna göre "neydi bu şimdi" tarafına daha yakınım galiba, ama filmin anlatısının temelindeki aile yapısına biraz yakın olsaydım, oradaki babaya benzer bir babanın ve oradaki
Aslında filmin konusu -bir oğlan çocuğunun büyüme çağında tanrı ve doğa ile ilişkisi, varoluş mücadelesi ve sonunda çok sevdiği anlayışlı, yumuşak, sevgi dolu ama zayıf ve kabullenici, melaike annesi yerine nefret ettiği, döven, hükmeden, buyurgan babasına dönüşümü- içinde kaybolunacak kadar ağır basan görsellik yerine basmakalıp anlatım yollarıyla çok daha açık ve sade bir şekilde anlatılsa benim açımdan daha vurucu olabilirdi. Yarım saatlik yıldız sistemleri, evrenin doğuş görüntüleri vd. sırasında anlatmak istediği şeyi de çok daha kısa sürede ve filmini bir National Geographic belgeseliyle karıştırılabilecek bir hale sokmadan anlatabilirdi yönetmen ve o zaman pek çok kişi açısından daha anlaşılır, son kertede de çok daha etkileyici bir film çıkardı ortaya. Bu haliyle çok küçük bir kesime hitap ediyor. Bunda bir sorun yok, sonuçta sinema diyince ille de başı, ortası ve sonu olan bir hikaye, bir kurgu diye tutturmayan, sinemayı alışageldik kalıpların dışına çıkabilecek ve serbest bir sanat formuna dönüşebilecek bir kavram olarak görebilen o küçük kesim için bir başyapıt niteliğinde bu film. Ama ben ne kadar istesem de o kesime dahil olamıyorum Tree of Life için. Filmin içine serpiştirilmiş ve başta alakasız duran parçaları kafamda birleştirip neler olduğunu anlayabiliyorum, niçin orada olduklarını çözemediğim sahneler kalmıyor değil ama sonuçta asıl büyük resmin nasıl göründüğüyle, yönetmenin derdiyle ve anlatmak istedikleriyle ilgili doğru olduğunu düşündüğüm bir fikrim var, tamam. Ama ne gerek var ki bu kadar uğraşmaya, özellikle Malick'in kişisel meseleleri benimkilerden bunca uzakken? Bunu özellikle sevenler olduğuna eminim ama ben izlediğim şeyin başı ve sonu olsun, beni bittikten sonra onu anlamak için kafa yormak zorunda bırakmasın (tabii Memento, Mulholland Drive, Usual Suspects, 12 Monkeys, Prestige, Inception vb. gibi çok katmanlı nefis bir öyküye sahip değilse, o tarz kafa yormaların başımın üstünde yeri var, bahsettiğim daha çok "burda sadece yarısı görünen ve üç dakika boyunca kıpırtısız duran bu su kaplumbağası neyi simgeliyordu" gibi sıkıcı sorularla boğuşmamak, yoksa o kadar da tembel bir sinema izleyicisi sayılmam herhalde) güleceksem güleyim, korkacaksam korkayım, duygulanacaksam duygulanayım, ama bu hisleri seyirci olarak ben filmi izledikten sonra oluşturmak için uğraşmayayım, bunlar filmi izlerken kendiliğinden gelsinler istiyorum. Terrence Malick'in son filmi çok güzel görünüyor evet, kısa kısa müthiş görünen sahneler çok güzel müzikler eşliğinde geçip gidiyor, ama sinemasal bir yapıdan tamamıyla yoksun.
Son olarak iki trivia: Sean Penn filmin bir facia olduğunu düşündüğünü söylemiş bir röportajında; senaryoda olduğunu düşündüğü o müthiş duyguyu perdede görememiş ve daha açık ve klasik bir anlatım tarzını benimsemiş olsa filmin güzelliğinden bir şeyler kaybetmeden daha iyi olabileceğini düşündüğünü belirtmiş. Sanırım kendi sahnelerinin çok fazla kesilmesine ve filmin son montajında çok az görünüyor olmasına da bozulmuş, ben bu halimle ne katıyorum filme belli değil, demiş.
Bir de, İtalya'da bir sinema salonu tam bir hafta boyunca makaraları karıştırıp önce ikinci yarıyı, sonra ilk yarıyı oynatmış ve salondaki hiçbir seyirci bunun farkına varmamış (ben de varmazdım sanırım).
9 yorumcuk:
Sona kadar gayet sakin okudum okudum, sonda Italyanlarin yaptigini okuyunca kahkahayi bastim yahu, ne savruk adam bunlar boyle :D
Filmi geçen hafta izledim ve kesinlikle mükemmel özetlenmiş bir yazı olmuş. Filmle ilgili bir şeyler okurken dikkatimi çeken küçük bir notu da ben aktarmak istiyorum, Terrence Malick bu filmin senaryosu için 30 sene kadar uğraşmış. Hatta Days of Heaven ile The Thin Red Line arasındaki 20 senelik boşluk bundan kaynaklıymış. Herhalde şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diye düşünüyordur.
hahaah italyadaki sinema salonu:)))superdi ya bu...ben de filmi 3 gunde ancak isleyebildim...ara ara sahneler gelir gider gozumun onune..bu acidan, bilincaltimda bu etkiyi birakabilmis bir filmse benim icin iyi bi filmdir diyorum...islenmeli:))
kal saglicakla
Kesinlikle filmle ilgili kişisel hislerime tercüman olmuşsunuz diyebilirim. Aklınıza ve kaleminize sağlık.
Aklima epey zaman once internette gordugum No Refund yazisi geldi. Connecticut'taki bir sinema salonu gelen sikayetlerden sonra bu film icin bi sayfalik aciklama yapmis ve paranizi iade etmeyiz ona gore girin iceri demis.
http://www.theawl.com/2011/06/the-tree-of-life-no-refunds-sign
avatar ile 2001 uzay yolculuğu'ndan sonra uyuyakaldığım 3. film bu.
ben en çok Tanrının ve Tanrı ile insanın konuştuğu bölümlerden etkilendim. Tamamen bunun üzerine kurulu olmasını tercih ederdim açıkcası. Ayrıca Sean Penn'in ilk girdiği karelerde sanki, ölen çocuğun ruhunu taşıyormuş gibi bir hissiyat bırakıyor. Boşlukta kalan kısımları çok.
Zor filmdi. 2 bölümde anca izledim. Zaten çoğu sinemasever (ciddilerinden) günümüzün Andrei Rublev'i diyor film için. Ben de bu kitledenim. Film beni fena yıprattı, anladıklarım da aha bu kadar birşey zaten. Şu kritiğimi de incelersiniz umarım..
http://cultcritics.blogspot.com/2011/09/tree-of-life.html
Terrence Malick'i anladığını düşünen bir sinema sever olarak bende düşüncelerimi paylaşayım...
Bu film on yıllardır düşündüğüm bikaç şeyi özetledi. onlarca cümle ile kendime bile anlatırken ucunu kaçırdığım düşünceler 3-5 cümlede toparlandı.
Bir sinema filmi olarak fazlaca kusurluydu ve sizin, sean penn'in ve diğer tüm yorumcuların düşüncelerine katılıyorum. hikayeyi çözmek oldukça zor ancak kültürden öte şeyler var, o çocuğu hissetmek mümkün ama benzer geçmişten öte benzer sorunları yaşamak, soruları sormuş olmak gerektiği de kesin. soruların bazıları genel ve düşüncenin birazcık derinlerine inmiş her insanoğlunun kendine sorduğu türden... "neden"ler, "nasıl"lar.
Filmin asıl anlatmak istediği başka birşey ve maalesef onu anlatmakta çok başarısız. Etrafımdaki herkezin bu konuyu anlamasını isterdim ama bende aynen bu film gibi anlatmaktan acizim. Heralde bende senaryolaştırmaya kalksam 30 yıl uğraşır genede başarısız olurdum. Çünkü filmin anlatmaya çalıştığı şey hayatın kendisi. O birçoklarına gereksiz gelen national geographic'lik görüntülerin gereksinimide o yüzden, hayatın başlangıcı gibi, kökü gibi galaksiler, gezegenler, gezegende lavlar, sular ve hayatın başlaması için gerekli onca şeyden sonra bir çocuk doğuyor ve biz yönetmenin hayatı sorgulamasını izlemeye devam ediyoruz... yönetmen hayatı, bir ağaçtan feyz alarak anlatmaya çalışıyor. teoride söylerken sizinde dediğiniz gibi lirik duruyor ama sinemada aynen Sean Penn'in de dediği gibi faciaya dönüşüyor. o baştaki görüntüler ne kadar güzel yada anlamlı olursa olsun ninniye dönüşüyor ve sıkıcı boğucu film izlemeye alışkın ben bile filme 3 saatlik uykudan sonra devam ediyorum.
Film boyunca çok anlamlı şeyler görüyorum... alt sesler, replikler, çocukların düşünceleri vs, hayatın en temel unsurlarına biryerlerden dokunuyorlar, özellikle insanın ençok sorguladığı, iyi, kötü, ak, kara, doğru, yanlış gibi temel kavramlar, doğa ve erdem düzlemine yerleşiyor ve olaylarla destekleniyor. Yönetmen bize hayattaki asıl çekişmenin, doğa ve erdem arasında olduğunu anlatıyor.
Doğa, etrafımızdaki güzellikler, genlerimiz vs hayattan alabildiğine keyif almamız gerektiğini, aslolanın mutlu olmak olduğunu söylerken, erdem; diğer insanlara karşı sorumluluklarımız olduğunu, mutluluklarımızın başka insanlarınkiyle çakıştığını, onlarsız ve yalnız mutlu olamayacağımız için, doğada ne kadar güzellik varsa hepsiyle de ilgili onlarca sorumluluğumuz olduğunu söylüyor. ama aynı zamanda erdemi, sorumlulukları gereğinden fazla düşününce de hayatı kolaylıkla sevdikleriniz için zehire çevirebileceğiniz de baba örneği ile veriliyor.
Çocuklar doğa ve erdem arasındaki dengeyi kurmaya çalışırken, güzellikleri yaşamaya çalışırken sorumluluklarla ezilmiş anne ile, erdemi, sorumlulukları amaç edinmiş ve mutluluğu, güzellikleri kaybetmiş baba arasında sıkışıyorlar. Kardeşlerden biri erdeme isyan ediyor ve hayatı trajik bir şekilde sonlanıyor. Diğer kardeş erdemin yoluna uyuyor, filmin sonunda yaşlanmış ve varlık içinde görüyoruz ama kaybettikleri ve yaşayamadıklarının acısı yüzünden okunuyor.
Filmin sonu ise yönetmenin temennisi. :D ağaç yapraklarını döküyor ve sonbulmuş tüm hayatlar birbirlerinin varlığından memnun tanrıya yürüyor... :D
Şimdi filmi izleyeli aylar olmuş, oturdum kafamda hem oynattım hem yorumladım sonrada oturup uzun uzun size anlattım... belki doğrudur belki yanlıştır ama film olarak hataları bile olsa Terrence Malick oturmuş, tüm hayatı boyunca kurduğu hayat felsefesini, deneyimlerini 30 yılda yazmış sonrada 139 dk ya sığdırmaya çalışmış... benim bu filmden aldıklarım hazine değerindeydi... benim kadar üstüne düşünüp kurcalamasanız da "bu ne boktu şimdi" deyip geçmeyin... :)
Yorum Gönder