Yazar: Derrick Borte (yazar), Randy T. Dinzler (öykü)
Oyuncular: David Duchovny, Demi Moore, Ben Hollingsworth
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 6.5/10
Çavlan'ın puanı: 5.5/10
Umut'un puanı: 5/10
Acayip havalı, özenilesi, her daim şık, birbirlerine karşı sevgi dolu, üstelik de zengin mi zengin, kısacası kusursuz görünen Jones ailesiyle tanışın: Ailenin anası ve reisi sosyal kelebek Kate (pek bir yaşlanmış ama hâlâ çekici gözüken Moore), karizmatik, şeytan tüylü hınzır baba Steve (canımız ciğerimiz Duchovny'miz), parlayan dişleri ve çizgili süveterleriyle reklam sayfalarından çıkıp gelmişe benzeyen liseli oğlan Mick (Hollingsworth) ve saçı, başı, çantası ve ayakkabılarıyla herkesi kendine hayran bırakan, kalp hırsızı liseli kız Jenn (Heard). Her birinin DNA'sı mükemmeldir ve son çıkan zamazingoların tümüne sahiptirler. Sadece ayrı ayrı ele alındıklarında değil, birlikte olduklarında da hayran olunası davranışlar sergileyen bu dörtlü, modern çekirdek aileden çok farklı olarak birbirini seviyor gibi görünmekte, herkesin gözünü kamaştıracak kadar mükemmel bir aile tablosu çizmektedir.
Jones ailesinin kişi başına düşen yıllık ortalama gelirin 100 bin dolar olduğu bir bölgeye, ultra lüks villalarla dolu banliyöye taşınmasıyla başlar film. Hemencecik komşularıyla, kuaförleriyle, golf arkadaşlarıyla vd. yakın ilişkiler kurarlar; herkese sıcacık davranmakta, son moda arabalarını, evlerindeki koltuk takımını, high-tech ürünlerini, marka çantalarını filan fıstık etraflarındakilere sergilemekten çekinmemekte, sahip oldukları müthiş şeyler sayesinde herkesin hayranlığını kazanmaktadırlar.
Çok geçmeden bu ailenin gerçekten de gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu, aslında birbirlerine yabancı olduklarını ve mutlu aile tablosunu komşular için sergilemekte olduklarını anlarız. Anne, baba ve çocuklar, tümü de birbirine yabancı, gerçek dünyada birbirini tanımayan yetişkin bireylerdir ve görünüşe göre tek bir ortak noktaları vardır: meslekleri. Aslında karakterlerimizin tümü çağın ilerisinde (!) bir pazarlama şirketi tarafından tutulmuş, görevleri, sosyal etkileşime girdikleri zenginlere, belli başlı markaların ürünlerini satın aldırabilmek olan reklamcılardır. Kapalı kapılar ardında farklı yataklarda uyuyor, birbirleriyle iş dışında sohbet edecek konu bulamıyorlardır, zaten onlar da bir aile değil, bir 'birim'dir. Gerçekten de Jones'ların yaptığı sükse o kadar büyüktür ki, boğazına kadar borca batmış komşularından restoranda onları uzaktan gören vatandaşlara kadar hemen herkes bu ailenin sahip olduğu "şey"leri almaya başlar.
Aslında ne benim, ne de Umut'un ilgisini çekecek türde bir film The Joneses. Ama yine de izledik, çünkü bir aydır sinemaya gitmemiştik ve ille de gideceksek en iyi seçenek bu gibi görünüyordu. İkimizin de işine en yakın olan ve en sık gittiğimiz sinema salonunda oynayan filmlerin ikisi Türkçe dublajlı çocuk filmleri, ikisi Türk filmi, biri önceden gördüğümüz bir film, biri de Twilight'ın son filmiydi. Geriye kalan iki filmin birinin de IMDb notu yerlerde sürünüyor olunca, diğerini yani The Joneses'ı seçtik doğal olarak. Aslında konu ilginçti, puanı fena değildi, The X-Files ve Californication'ın David Duchovny'si de vardı üstüne üstlük. Daha ne olsundu. Gerçekten de gayet hoş bir seyirlik olduğunu söyleyebilirim filmin, hele hele beklentisiz gitmişseniz ve bizim gibi boş bir salona düşmüşseniz, sıkılmayacağınız ve hoş vakit geçireceğiniz kesin. Ama hepsi bundan ibaret. Filmden çıktıktan bir dakika sonra beynim bomboştu, filmin derdinin, amacının ne olduğunu düşündüğümde hiçbir şey bulamadım ve birazcık daha düşününce, bir buçuk saatimi aslında harcamış olduğum, The Joneses'ı görmesem hiçbir şey kaybetmeyeceğim sonucuna varıverdim.
Hollywood sinemasının bir nevi toplum eleştirisine soyunduğunu görmek güzel, ama fikri başta güzel sunsa da, başarılı bir şekilde işleyemiyor The Joneses. Konu gerçekten de çok hoş, gitgide daha materyalist bir hale bürünen dünyamıza şıp diye oturuyor. Ancak filmin giriş kısmı geçince sorunlar başlıyor, öykü kendi kendini köşeye sıkıştırıyor ve film ne kadar tüketicilikle ilgili bir şeyler söylemeye çalışırsa, o kadar kölesi oluyor tüketimin. Jones'ların çevrelerine satmaya çalıştığı ürünler, sinema salonundaki seyircinin de karşısında satılığa çıkıyor. Film görüntülü telefonların, Golf sopalarının, Audi bilmemkaçların ve son model oyun konsollarının reklamlarını izletiyor seyirciye belki de farkına varmadan. Ve hatta filmde geçen donmuş yemek ve plastik paketlerde alkol bile gerçekten var olan markalara ait olabilir. The Joneses örnek aldığı American Beauty ya da Truman Show'un tırnağı kadar olamazken, Up in the Air'in kulvarının dışına çıkamıyor (ki Up in the Air bile daha iyidir The Joneses'tan, en azından ikinci yarısında bir romantik komediye dönüşüp gerçekçi olmayan Hollywood'vari bir sonla seyircisini uyutmaya çalışmıyordu o). Tüketim çılgınlığını ve bunun etkilerini, çok yüzeysel biçimde, izleyicisinin zekâsını küçümseyerek, daha da önemlisi inandırıcılıktan uzak şekilde göstermeye çalışıyor. Sonra da hemencecik bir aşk hikayesine geçiyor, ki kendi başına o bile pek inandırıcı bir aşkı anlatamıyor.
Bir de "kahraman"ı var bu filmin; tüketim toplumunun geldiği noktaya isyan eden bir kahraman yaratmaya çalışmışlar Duchovny'nin karakterinden, oysa olmamış; bir noktadan sonra Steve'in hareketlerinin ardında yatan nedenler mantıksızlaşıyor filmde, inandırıcılık eğrisi inişe geçiyor. Hele hele tam Hollywood'a ve romantik komedilere yakışacak, aceleye getirilmiş acemice son, gerçekçilikten inanılmaz ölçüde uzak. Oysa filmin komedi mi dram mı olduğu belli değil, daha da önemlisi ağır buğur bir dram olduğunu sanıyor belli ki, kendini çok ciddiye alıyor. Formül birebir kullanılmamış olsa da, gerek senaryo, gerek oyunculuklar, her şeyiyle "romantik komediyim ben" diye bas bas bağırıyor The Joneses. Pek iyi bir romantik komedi bile değil üstelik.
Jones ailesinin kişi başına düşen yıllık ortalama gelirin 100 bin dolar olduğu bir bölgeye, ultra lüks villalarla dolu banliyöye taşınmasıyla başlar film. Hemencecik komşularıyla, kuaförleriyle, golf arkadaşlarıyla vd. yakın ilişkiler kurarlar; herkese sıcacık davranmakta, son moda arabalarını, evlerindeki koltuk takımını, high-tech ürünlerini, marka çantalarını filan fıstık etraflarındakilere sergilemekten çekinmemekte, sahip oldukları müthiş şeyler sayesinde herkesin hayranlığını kazanmaktadırlar.
Çok geçmeden bu ailenin gerçekten de gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu, aslında birbirlerine yabancı olduklarını ve mutlu aile tablosunu komşular için sergilemekte olduklarını anlarız. Anne, baba ve çocuklar, tümü de birbirine yabancı, gerçek dünyada birbirini tanımayan yetişkin bireylerdir ve görünüşe göre tek bir ortak noktaları vardır: meslekleri. Aslında karakterlerimizin tümü çağın ilerisinde (!) bir pazarlama şirketi tarafından tutulmuş, görevleri, sosyal etkileşime girdikleri zenginlere, belli başlı markaların ürünlerini satın aldırabilmek olan reklamcılardır. Kapalı kapılar ardında farklı yataklarda uyuyor, birbirleriyle iş dışında sohbet edecek konu bulamıyorlardır, zaten onlar da bir aile değil, bir 'birim'dir. Gerçekten de Jones'ların yaptığı sükse o kadar büyüktür ki, boğazına kadar borca batmış komşularından restoranda onları uzaktan gören vatandaşlara kadar hemen herkes bu ailenin sahip olduğu "şey"leri almaya başlar.
Aslında ne benim, ne de Umut'un ilgisini çekecek türde bir film The Joneses. Ama yine de izledik, çünkü bir aydır sinemaya gitmemiştik ve ille de gideceksek en iyi seçenek bu gibi görünüyordu. İkimizin de işine en yakın olan ve en sık gittiğimiz sinema salonunda oynayan filmlerin ikisi Türkçe dublajlı çocuk filmleri, ikisi Türk filmi, biri önceden gördüğümüz bir film, biri de Twilight'ın son filmiydi. Geriye kalan iki filmin birinin de IMDb notu yerlerde sürünüyor olunca, diğerini yani The Joneses'ı seçtik doğal olarak. Aslında konu ilginçti, puanı fena değildi, The X-Files ve Californication'ın David Duchovny'si de vardı üstüne üstlük. Daha ne olsundu. Gerçekten de gayet hoş bir seyirlik olduğunu söyleyebilirim filmin, hele hele beklentisiz gitmişseniz ve bizim gibi boş bir salona düşmüşseniz, sıkılmayacağınız ve hoş vakit geçireceğiniz kesin. Ama hepsi bundan ibaret. Filmden çıktıktan bir dakika sonra beynim bomboştu, filmin derdinin, amacının ne olduğunu düşündüğümde hiçbir şey bulamadım ve birazcık daha düşününce, bir buçuk saatimi aslında harcamış olduğum, The Joneses'ı görmesem hiçbir şey kaybetmeyeceğim sonucuna varıverdim.
Hollywood sinemasının bir nevi toplum eleştirisine soyunduğunu görmek güzel, ama fikri başta güzel sunsa da, başarılı bir şekilde işleyemiyor The Joneses. Konu gerçekten de çok hoş, gitgide daha materyalist bir hale bürünen dünyamıza şıp diye oturuyor. Ancak filmin giriş kısmı geçince sorunlar başlıyor, öykü kendi kendini köşeye sıkıştırıyor ve film ne kadar tüketicilikle ilgili bir şeyler söylemeye çalışırsa, o kadar kölesi oluyor tüketimin. Jones'ların çevrelerine satmaya çalıştığı ürünler, sinema salonundaki seyircinin de karşısında satılığa çıkıyor. Film görüntülü telefonların, Golf sopalarının, Audi bilmemkaçların ve son model oyun konsollarının reklamlarını izletiyor seyirciye belki de farkına varmadan. Ve hatta filmde geçen donmuş yemek ve plastik paketlerde alkol bile gerçekten var olan markalara ait olabilir. The Joneses örnek aldığı American Beauty ya da Truman Show'un tırnağı kadar olamazken, Up in the Air'in kulvarının dışına çıkamıyor (ki Up in the Air bile daha iyidir The Joneses'tan, en azından ikinci yarısında bir romantik komediye dönüşüp gerçekçi olmayan Hollywood'vari bir sonla seyircisini uyutmaya çalışmıyordu o). Tüketim çılgınlığını ve bunun etkilerini, çok yüzeysel biçimde, izleyicisinin zekâsını küçümseyerek, daha da önemlisi inandırıcılıktan uzak şekilde göstermeye çalışıyor. Sonra da hemencecik bir aşk hikayesine geçiyor, ki kendi başına o bile pek inandırıcı bir aşkı anlatamıyor.
Bir de "kahraman"ı var bu filmin; tüketim toplumunun geldiği noktaya isyan eden bir kahraman yaratmaya çalışmışlar Duchovny'nin karakterinden, oysa olmamış; bir noktadan sonra Steve'in hareketlerinin ardında yatan nedenler mantıksızlaşıyor filmde, inandırıcılık eğrisi inişe geçiyor. Hele hele tam Hollywood'a ve romantik komedilere yakışacak, aceleye getirilmiş acemice son, gerçekçilikten inanılmaz ölçüde uzak. Oysa filmin komedi mi dram mı olduğu belli değil, daha da önemlisi ağır buğur bir dram olduğunu sanıyor belli ki, kendini çok ciddiye alıyor. Formül birebir kullanılmamış olsa da, gerek senaryo, gerek oyunculuklar, her şeyiyle "romantik komediyim ben" diye bas bas bağırıyor The Joneses. Pek iyi bir romantik komedi bile değil üstelik.
3 yorumcuk:
Miraç Kandiliniz Mübarek Olsun.Bende epeydir gitmiyorum sinemaya film hoş gibi fırsat bulursam gitmeyi isterim.
Evet gerçekten çok ilgi çekici bir film gibi görünmüyor ama bu tanıtımdan sonra benim de izleyesim gldi.
Yorum bırakan arkadaşlar çavlan yazıda bayaa eleştirmiş filmi ama? :D Bende yaz deli gibi sıcak diye hababam sinemalardayım ama hep fos filmler çkııyor ne yazıkki. Joneses'a da konusuna aldanıp gitim ooo hollywood'dan hiciv görücez falan diye ama gerçektende konu var, senaryo yok, giriş kısmından sonrasın da çuvallamışlar, filmde hiç birşey yok.. Mulder karizmatik tamam yanlız hepsi o, adam rol kesemiyor,karakteride inandırıcı değil. Çavlan'la umut'a katılıyorum 10 üzerinden 5,5.
Yorum Gönder