Fahrenheit 451'in dünyasında itfaiyeciler, yangınları söndürmek yerine, başlatıyorlar. Kitapların yasaklandığı bir gelecekte geçiyor Fahrenheit 451. İtfaiyeciler düzenli olarak gözden kaçan kitapları arayıp bulmak, bulunca da yakmak için göreve çıkıyor. Kitabın kahramanı, yani itfaiyeci Guy Montag, kendisine insanların korkmadığı bir geçmişi anlatan on yedi yaşında bir kızla, ardından insanların kendi adlarına düşünebildiği bir gelecekten bahseden bir profesörle tanışıyor ve kitapları yok etmenin mantığını sorgulamaya başlıyor, öğrenmeyi, kültürü, toplum konseptini benimsiyor ve isyan ediyor, bu da kendini bir kaçak olarak bulmasına yetiyor. Montag'ın hiçbir şeyi sorgulamayan bir minik emir erinden, hayatta kalmak için kaçmak zorunda olan bağımsız, düşünebilen, özgür bir adama dönüşümüne tanık oluyoruz.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Cesur Yeni Dünya'dan farklı olarak, Fahrenheit 451 komünizm karşıtı mesajlarla dolu değil. Halkın aptallaştırılması, Hollywood pop kültürünün, kendi hakları için savaşamayan, hatta bunu önemsemeyen insanlarla dolu bir ulus yaratabileceği üzerine. Roman pek çok kişi tarafından sansüre karşı bir tepki olarak görülüyor, ama Bradbury Fahrenheit 451'de, kitaplardaki bilginin yerine, gittikçe artan bir şekilde, televizyondaki zırvalıkların geçiyor olmasını eleştiriyor aslında. Romanın en önemli mesajı, halkın dayanışması olmadan, hiçbir şeyin mümkün olmadığı. Toplumsal apati ve hoşgörüsüzlükle ilgili söyledikleri, günümüze sinir bozucu derecede uyuyor.
Fahrenheit 451'in benim için özel bir yeri var; çocukken yarım yamalak filmini izlemiş, çok ama çok etkilenmiştim (özellikle sonundan). O kadar sevmiştim ki, hikayesini önüme gelene anlatıp filmi bilip bilmediklerini sorduğumu hatırlıyorum, tek amacım filme ulaşıp doğru düzgün, baştan sona izlemekti, ama bilen kimseyi bulamamıştım. Kitabıyla yıllar sonra da olsa karşılaşınca, filmini de tekrar (hem de orijinal dilinde, kesintisiz falan) izleyebilince dünyalar benim olmuştu.
Savaş zamanında bir avuç okullu çocuğun vurulan uçaklarının görünüşte ıssız bir adaya düşmesiyle başlıyor roman. Başta, yetişkinlerin olmadığı bir dünya çok güzel geliyor. Hepsi de 13 yaşından küçük olan çocuklar başlangıçta gayet demokraktik biçimde kendilerine bir lider seçiyor, yemeklerini avlanarak buluyor, barınak yapıyor, bolca da oyun oynuyorlarlar. Zamanla liderlikle ilgili sorunlar, rekabet ve korku, çocukların vahşileşmelerine ve kabile düzenine geçmelerine neden oluyor. Sonunda iyi ve kötü arasındaki bitmeyen kavgaya dönen Sineklerin Tanrısı, modern insanın doğasındaki karanlıkları ve ilkellikleri korkusuzca eşeliyor roman boyunca. İnsan doğasıyla ilgili harika bir çalışma. Eğer çocukken okulda falan okutulmadıysa size ve bir şekilde kaçırdıysanız, Minâ Urgan çevirisiyle okumanızı öneririm.
Sineklerin Tanrısı'nın distopik bir roman olup olmadığı hâlâ tartışılıyor bildiğim kadarıyla. Distopyanın tanımı çok net değil, ama kabahatlarıyla genel tanımı, olumsuz koşulların ve mutsuzluğun baskın olduğu bir toplum üzerine olması. Romanı distopik kabul etmeyenler, sosyal yapı distopik kabul edilecek kadar bir bütün halinde olmadığı ve ortada bir devlet olmadığı için böyle düşünüyorlar. Fakat bir romana distopik diyebilmek için asıl aranılan sağlıksız bir toplumsa, Sineklerin Tanrısı'nda bu fazlasıyla var.
Kumsalda, yazıldığı tarihe göre yakın gelecekte, 1963 yılında geçer. Neredeyse bütün dünyayı yıkıma uğratan Üçüncü Dünya Savaşı sona ereli bir yıl olmuş, Kuzey Yarımküre mahvolmuş, tüm hayvanlar ölmüştür, nükleer serpintiler atmosferi kirleterek yavaş yavaş Güney Yarımküre'ye yayılmaktadır. Sadece Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Amerika'nın bazı bölümleri dünya üzerinde yaşanabilen yerler olarak kalmıştır, ama oraları da yavaş yavaş radyasyon zehirlenmesine yenik düşmektedir. Avustralya hükümeti, telsizden Mors koduyla gönderilmiş bölük pörçük anlaşılan bir çağrı alınca, başka yerlerde hâlâ yaşam var umuduyla ellerindeki son Amerikan denizaltısını gönderir Birleşik Devletler'e. Bu arada hükümet, radyasyon hastalığından uzun ve acılı bir şekilde ölmek istemeyen vatandaşlarına bedava intihar hapları ve iğneleri dağıtmaktadır. Denizaltıyla Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş Peter, geride bıraktığı karısına, eğer dönmeyecek olursa kendisini ve bebeklerini nasıl öldüreceğini anlatır. Kumsalda, sıradan insanların yaşama karşı olan bağlılıklarını ve kaçınılmaz sona rağmen son ana kadar asla vazgeçmedikleriyle ilgili.
Yakın gelecekte, İngiltere'de yaşayan kahramanımız Alex, çetesiyle geceleri sokakları terörize eden, yaşamı şiddet üzerine kurulu 15 yaşında bir oğlandır. Sayısız pis işe bulaştıktan sonra yakalanıp hapsedilen Alex, hapisten erken (aldığı cezadan çok daha erken) çıkabilmek için, devletin teklif ettiği davranış değişikliği deneyine ("Ludovico" tekniği) katılmaya ikna olur. Deneyden çok bir beyin yıkama işlemidir bu, Alex bundan sonra herhangi bir şiddet dolu davranışa bulaşamasın, diyedir. Devletin birey üzerindeki baskısına, bireyin çaresizliğine değinir Otomatik Portakal'da yarattığı totaliter dünyada Burgess. Hem dil oyunlarıyla, hem de felsefi göndermeleriyle, en ustaca kaleme alınmış distopik romanlardan biridir bu kitap bana kalırsa.
Distopik Romanlar serisinde bahsettiğim kitapların büyük bölümü beyazperdeye uyarlanmış. Bir kısmı ortalamanın üstünde, hatta bir iki tanesi çok iyi olsa da, ayrıca bahsetmeye değer görmedim hiçbirini. Otomatik Portakal'ınki farklı ama. Stanley Kubrick'in 1971'de çektiği filmin adı, kitabın isminin orijinaliyle aynı; A Clockwork Orange. Film de, kitap da acayip zekice yazılmış/çekilmiş, hem komik hem de karanlık, çok güçlü eserler.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Cesur Yeni Dünya'dan farklı olarak, Fahrenheit 451 komünizm karşıtı mesajlarla dolu değil. Halkın aptallaştırılması, Hollywood pop kültürünün, kendi hakları için savaşamayan, hatta bunu önemsemeyen insanlarla dolu bir ulus yaratabileceği üzerine. Roman pek çok kişi tarafından sansüre karşı bir tepki olarak görülüyor, ama Bradbury Fahrenheit 451'de, kitaplardaki bilginin yerine, gittikçe artan bir şekilde, televizyondaki zırvalıkların geçiyor olmasını eleştiriyor aslında. Romanın en önemli mesajı, halkın dayanışması olmadan, hiçbir şeyin mümkün olmadığı. Toplumsal apati ve hoşgörüsüzlükle ilgili söyledikleri, günümüze sinir bozucu derecede uyuyor.
Fahrenheit 451'in benim için özel bir yeri var; çocukken yarım yamalak filmini izlemiş, çok ama çok etkilenmiştim (özellikle sonundan). O kadar sevmiştim ki, hikayesini önüme gelene anlatıp filmi bilip bilmediklerini sorduğumu hatırlıyorum, tek amacım filme ulaşıp doğru düzgün, baştan sona izlemekti, ama bilen kimseyi bulamamıştım. Kitabıyla yıllar sonra da olsa karşılaşınca, filmini de tekrar (hem de orijinal dilinde, kesintisiz falan) izleyebilince dünyalar benim olmuştu.
Savaş zamanında bir avuç okullu çocuğun vurulan uçaklarının görünüşte ıssız bir adaya düşmesiyle başlıyor roman. Başta, yetişkinlerin olmadığı bir dünya çok güzel geliyor. Hepsi de 13 yaşından küçük olan çocuklar başlangıçta gayet demokraktik biçimde kendilerine bir lider seçiyor, yemeklerini avlanarak buluyor, barınak yapıyor, bolca da oyun oynuyorlarlar. Zamanla liderlikle ilgili sorunlar, rekabet ve korku, çocukların vahşileşmelerine ve kabile düzenine geçmelerine neden oluyor. Sonunda iyi ve kötü arasındaki bitmeyen kavgaya dönen Sineklerin Tanrısı, modern insanın doğasındaki karanlıkları ve ilkellikleri korkusuzca eşeliyor roman boyunca. İnsan doğasıyla ilgili harika bir çalışma. Eğer çocukken okulda falan okutulmadıysa size ve bir şekilde kaçırdıysanız, Minâ Urgan çevirisiyle okumanızı öneririm.
Sineklerin Tanrısı'nın distopik bir roman olup olmadığı hâlâ tartışılıyor bildiğim kadarıyla. Distopyanın tanımı çok net değil, ama kabahatlarıyla genel tanımı, olumsuz koşulların ve mutsuzluğun baskın olduğu bir toplum üzerine olması. Romanı distopik kabul etmeyenler, sosyal yapı distopik kabul edilecek kadar bir bütün halinde olmadığı ve ortada bir devlet olmadığı için böyle düşünüyorlar. Fakat bir romana distopik diyebilmek için asıl aranılan sağlıksız bir toplumsa, Sineklerin Tanrısı'nda bu fazlasıyla var.
Kumsalda, yazıldığı tarihe göre yakın gelecekte, 1963 yılında geçer. Neredeyse bütün dünyayı yıkıma uğratan Üçüncü Dünya Savaşı sona ereli bir yıl olmuş, Kuzey Yarımküre mahvolmuş, tüm hayvanlar ölmüştür, nükleer serpintiler atmosferi kirleterek yavaş yavaş Güney Yarımküre'ye yayılmaktadır. Sadece Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Amerika'nın bazı bölümleri dünya üzerinde yaşanabilen yerler olarak kalmıştır, ama oraları da yavaş yavaş radyasyon zehirlenmesine yenik düşmektedir. Avustralya hükümeti, telsizden Mors koduyla gönderilmiş bölük pörçük anlaşılan bir çağrı alınca, başka yerlerde hâlâ yaşam var umuduyla ellerindeki son Amerikan denizaltısını gönderir Birleşik Devletler'e. Bu arada hükümet, radyasyon hastalığından uzun ve acılı bir şekilde ölmek istemeyen vatandaşlarına bedava intihar hapları ve iğneleri dağıtmaktadır. Denizaltıyla Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş Peter, geride bıraktığı karısına, eğer dönmeyecek olursa kendisini ve bebeklerini nasıl öldüreceğini anlatır. Kumsalda, sıradan insanların yaşama karşı olan bağlılıklarını ve kaçınılmaz sona rağmen son ana kadar asla vazgeçmedikleriyle ilgili.
Yakın gelecekte, İngiltere'de yaşayan kahramanımız Alex, çetesiyle geceleri sokakları terörize eden, yaşamı şiddet üzerine kurulu 15 yaşında bir oğlandır. Sayısız pis işe bulaştıktan sonra yakalanıp hapsedilen Alex, hapisten erken (aldığı cezadan çok daha erken) çıkabilmek için, devletin teklif ettiği davranış değişikliği deneyine ("Ludovico" tekniği) katılmaya ikna olur. Deneyden çok bir beyin yıkama işlemidir bu, Alex bundan sonra herhangi bir şiddet dolu davranışa bulaşamasın, diyedir. Devletin birey üzerindeki baskısına, bireyin çaresizliğine değinir Otomatik Portakal'da yarattığı totaliter dünyada Burgess. Hem dil oyunlarıyla, hem de felsefi göndermeleriyle, en ustaca kaleme alınmış distopik romanlardan biridir bu kitap bana kalırsa.
Distopik Romanlar serisinde bahsettiğim kitapların büyük bölümü beyazperdeye uyarlanmış. Bir kısmı ortalamanın üstünde, hatta bir iki tanesi çok iyi olsa da, ayrıca bahsetmeye değer görmedim hiçbirini. Otomatik Portakal'ınki farklı ama. Stanley Kubrick'in 1971'de çektiği filmin adı, kitabın isminin orijinaliyle aynı; A Clockwork Orange. Film de, kitap da acayip zekice yazılmış/çekilmiş, hem komik hem de karanlık, çok güçlü eserler.
4 yorumcuk:
Çok güzel bir yazı dizisi oluyor/olacak bu. Fahrenheit 451, kutsal distopya üçlüsü'nde favori kitabımdır. Otomatik Portakal'ı da çok severim. Sineklerin Tanrısı, her ne kadar verdiği mesajlara katılmasam da ("Anarşi tükaka") ergenlik çağlarında mutlaka okunması gereken bir roman. Kumsalda'yı okumadım, ama konusu çok ilginç, okuyacağım en kısa zamanda -yalnız Türkçeye çevrilmiş olanın baskısı tükenmiş galiba. İlk yazıdan da sadece 1984 ile Cesur Yeni Dünya'yı okumuştum, ama bir an önce Biz'i okumam gerek biliyorum ki. Bir de öneri: Alfabetik listeye Jack Womack'in 1995 basımı "Random Acts of Senseless Violence"ını ekleyebilirsiniz kanımca. Dilimize çevrilmedi ve çok az kişi bilir, fakat bana kalırsa distopik bir başyapıttır.
Hepsi süper de On the Beach mükemmel. Yanılmıyorsam Amerika'da ortaokullarda okutulan bir kitap aynı zamanda.
Sineklerin Tanrısı'na tapmamın bir nedeni de henüz okumadığım R.M. Ballantyne'ın iyimser Mercan Adası'na olan göndermesi. Bildiğim kadarıyla Mercan Adası'nda gemileri batmış, aralarında yine Ralph ve Jack adlarında çocukların bulunduğu bir grup, ada üzerinde ütopik bir küçük Büyük Britanya kurar (evet, Idefix'e baktım). Sineklerin Tanrısı'ndaki olaylar ise malum...
Otomatik Portakal'ı henüz okumadığım için sadece filmi hakkındaki görüşümü paylaşabileceğim: Devletin bireyler üzerinde kurduğu baskıdan ziyade benim dikkatimi çeken şeyler o işlenen suçlar, filmin başında dövülen ayyaşın anlattığı toplum, ciddi suçların neredeyse cezasız kalması ve Alex'in suç ortağı gençlerin kısa bir süre sonra karşısına polis olarak çıkması oldu. (Otomatik Portakal elbette pek çok konuya değindiği gibi tartışılmaya da son derece açık bir film)
yana yakıla okuyacak bir şeyler aradığım şu dönemde ilaç gibi geldi bu yazılar.
distopik romanlardan en sevdiklerim bin dokuz yüz seksen dört ve fahreneit 451'dir. bu yazı onları değerlndirmese de filmlerden v for vendetta ve maymunlar cehennemi'ne bayılırım. şu listeden okumadıklarıma el atmanın da vaktidir. bence bu türe göre kitap yazıları devam etmeli, pek leziz oluyor :)
Yorum Gönder