10 Haziran 2010 Perşembe

Distopik Romanlar - I



Yazar tarafından "Zaman Gezgini" olarak adlandırılan İngiliz bir bilimadamı, bir zaman makinesi icat ederek geleceğe, 802701 yılına gider. Orada şirin, zarif, çiftcinsiyetli ve çocuksu insanların oluşturduğu Eloi toplumuyla tanışır. Eloi'ler ütopik görünen bir topluluğu oluşturmakta, bir iş yapmadan sürekli meyve yemekte, hiçbir şeyi merak etmemekte, pek bir şey de bilmemektedirler. Daha da kötüsü, Eloi'lere, yerin altında yaşayan yamyam humanoid'ler, Morlock'lar bakmaktadır. Tıpkı gününüzde insanoğlunun, inekleri kesip yemeden önce onlara iyi bakıp şişmanlatması gibi. Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk adımlardan biri, Zaman Makinesi, bir klasik, ama herkes tarafından distopik olarak kabul edilmiyor. Yine de bana Eloi ve Morlock'lar arasındaki ilişki, bir anlamda modern toplumların temsiliymiş gibi geliyor. Sonuçta Zaman Makinesi, başta mutlu ve huzurlu görünen bir toplumun, yırtıcılar tarafından yakalanıp yenildiği bir dünyayı anlatıyor.



ABD'de oligarşik bir tiranlığın yükselişiyle ilgili olan Demir Ökçe, London'ın vahşi doğada geçen tipik öykülerinden çok farklı. Distopik bilim kurgu romanlarının çoğundan farklı olarak, işin teknolojik kısmıyla pek ilgilenmiyor. Zamanının çok ötesinde, nefis bir distopik roman yine de. Demir Ökçe aslında yoksul insanların, ezilenlerin dünyasını, giderek vahşileşen kapitalizmi, yükselen işçi hareketini ve faşizmin yıkıcı etkisini anlatıyor. Çok usta bir dile sahip olmasa da, çarpıcı bir kitap bu; hem okuması keyifli, hem de geçtiğimiz yüzyıla dair acayip etkileyici gözlemler içeriyor. 600 yıl sonraya dair söylediklerinin de geçerli olup olmayacağını bekleyip görmek gerek :)



Distopik roman kavramını oluşturan/tanımlayan Biz, Rus yazar Zamyatin'in elinden çıkma bir başyapıt. Roman, bireyselliğin yok olduğu uzak gelecekteki bir toplumu anlatır; artık insanlar isim bile kullanmamakta, sayılarla (daha doğrusu ürün kodlarıyla, N-270 gibi) çağrılmaktadır. Vatandaşlar cam evlerde yaşar, her saniye gözlem altındadırlar. Sadece sistemin uygun gördüğü zamanlarda bir perdenin arkasına geçmelerine izin vardır, bunun da tek amacı çiftleşmektir. Elbette bilim ilerlemiş, teknoloji gelişmiş, ama sanat kaybolmuştur. Biz, Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'üne de ilham vermiş, hatta çıkış noktası olmuştur, bunu Orwell de kabul etmiştir. Orwell daha da ileriye giderek, Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sının da Biz'den esinlendiğini iddia etmiştir, fakat Huxley bunu reddetmiş, Cesur Yeni Dünya'yı yazmadan önce Biz'den haberdar dahi olmadığını söylemiştir. Sonra Orwell, Huxley'e "yalancı" demiştir. Falan filan.



Roman, 26. yüzyılda, Lodra'da geçer, son derece ütopik başlar aslında: İnsanlar Alpha, Beta, Gamma, Delta ve Epsilon olmak üzere beş sınıfa ayrılır, bunlar da kendi içinde artı ve eksi olarak daha küçük gruplara dağıtılır. Kast sisteminin en tepesinde olan Alpha'lar dışında kimse için doğal doğum yoktur artık, insanlar seri üretimle tüplerde yaratılırlar. Bireysellikten kaçınılır, uyuşturucu ve duygusuz seks, takım zihniyetiyle birlikte, insanların küçük yaşlarından itibaren teşvik edilir. İnsanların sıhhati yerindedir, teknolojik açıdan aşmışlardır (uykuda bile bir şeyler öğrenebilirler), ne savaş, ne ırkçılık ne fakirlik kalmıştır ortada. Ancak birçok değer de yok olmuştur; sanat, felsefe ve edebiyat yoktur artık mesela. Hedonizm öyle bir boyuta taşınmış ki, tamamen barış ve huzurdan ibaret olan baştaki ütopya, bir kültürü tanımlayan her şeyin yitimi ve insanların empati duygusundan yoksun hale gelmesiyle bir distopyaya dönüşmüş. Cesur Yeni Dünya, distopik edebiyatın üç büyükleri kabul edilen Fahreneit 451 ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört arasından sıyrılıp tepeye kuruluyor bana kalırsa (aslında Fahrenheit 451'in konusunu daha çok sevmeme rağmen), nedeni de gayet basit: Huxley'nin dili.



Orwell'in totaliter bir rejimi anlattığı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, pek çok distopik öykü için temel olmuştur. Anlatımı onlar kadar güçlü olmasa da, Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya ile birlikte distopik edebiyatın üç büyüklerinden kabul edilir, hatta içlerinde en meşhur olanı bile olabilir (benimse üçü arasında en az sevdiğimdir). Kitapta dünya, halkın üzerinde olağanüstü bir kontrol sağlama amacında olan üç adet süper güç arasında bölünmüş, mahremiyet, köhne, çağdışı bir kavram haline gelmiş, sahibinin her hareketini izleyen tele ekranlar var her evde. Romanın kahramanı olan Winston'ın devleti (Okyanusya), vatandaşlarına sürekli geçmişi baştan yazdırarak tarihi değiştiriyor. Bir devlet, gerçekleri ve haberleri manipüle ederek nasıl halkını manipüle eder, bunu detaylı bir şekilde gösteriyor roman. Hem Bin Dokuz Yüz Seksen Dört olmasaydı, Büyük Birader, çiftdüşün ("savaş barıştır", "kölelik özgürlüktür" gibi) ve Düşünce Polisi gibi kavramlarımız olmayacaktı.

14 yorumcuk:

Aslısın dedi ki...

Şahane paylaşım olmuş. Yevgeni'yi okuyacağım demiş ve unutmuştum, bana iyi hatırlatma oldu. Eline sağlık.

fer nia dedi ki...

Çok faydalı bir paylaşım olmuş, yararlandım:)

pharaoh dedi ki...

cidden süper.. devam yazılarını bekliyoruz :)

Persephone dedi ki...

Distopyalar, distopik romanlar candır, bayılırız. Şahane de yazı olmuş, eline sağlık valla. :) Demir Ökçe'yi okumamıştım, merak ettim. :D

even better than the real thing dedi ki...

Nefis bir yazı, gülümsetti sabah sabah. Serinin tamamı şahane olucak eminim. Ben de distopyayı çok severim, edebiyatta, çizgiromanda, sinemada, oyun dünyasında her yerde. Watchmen var benim listeye ekleyebelieceğim Alan Moore'un. Bir de son yıllarda yazılmış James Dashner'ın Maze Runner'ı ve David Mitchell'ın Cloud Atlas'ı. Ayrıca Doctor Who, Avatar (last airbender), Jericho, Dollhouse, Firefly ve Twilight Zone da distopik tv dizilerinden sayılabilir, alakasız belki dizi falan ama söyleyeyim dedim bir distopya manyağı olarak :) Diğer yazılarını hevesle bekliyorum :)

closet monkey dedi ki...

süper bi fikir, uygulama da keza :)

otomatik portakal'ı severim ben bunların arasında en çok
tabi çoğunu okumamışım o ayrı :d

bayılıyorum sizin bloga ben, nolcak böyle :p

Çavlan dedi ki...

sağolun çok :)

Fatih Birinci dedi ki...

Distopik romanların (ve filmlerin) büyük bir kısmı politik göndermelerle dolu aslında. Bu şekilde bir göndermesi olmayan en güzel roman bence "The Road". İki kere okudum. Çok sarsıcı, siyah, kara, depresif, afallatan bir atmosferi var bu kitabın. Dili de çok güzel. Kitabın atmosferiyle uyum sağlamış. İnceleme için teşekkürler...

thalassapolis dedi ki...

benimde çok sevdiğim bir tür...felsefe de tam olmasada karşılığı korku ütopia'sı olarak adlandırılıyor. İdeal devlet düzeni karşısında olması istenmeyen devlet düzeni anlayışı. Muhteşem bir paylaşım olmuş listenin epeyce kısmını okumuştum diğerlerini de not ediyorum.

Manxcat / KuyruksuzKedi dedi ki...

çok güzel bir mini incelemeler yazısı olmuş:) devamını sabırsızlıkla bekliyorum:)

evvah dedi ki...

nefis bir seri olacak bu yazılar, takdir ettim ve bloga ilgim on kat arttı :) eline sağlık diyorum

ve hmmm bir gün post apokaliptik bi film yapma hayalim gerçek olacak, evet bir gün olacak bu :):)

The Girl From Pluto dedi ki...

Yazınız çok faydalı oldu..
Fahrenheit 451 ve 1984'ü okuduktan sonra okuyacak başka bir ditopya arıyordum. Ama hem internette hemde sosyal hayatta türkler bu konuda çok bilgisiz..
Sonunda düzgün bir kaynak bulabildiğime sevindim..
Çok çok teşekkür ederim :)

maria lopez garcia dedi ki...

Yeni kesfettim blogunuzu. Azimle ve heyecanla da okuyorum. Tebrik ederim hakikaten bıtın konular dahil en iyi 3-5 blogtan biri. Neyse konuya gelelim, yine harika bir inceleme olmakla birlikte Orwell'in dilinin Huxley'den daha iyi oldugunu dusunmusumdur hep. Fakat Huxley ki sayet Biz'i gercekten bilmiyorduysa bence de birinci siradadir. Butun bunlara muteakiben ayni sonuca varmamiza ragmen dilleri konusunda ne kadar farkli dusundugumuzu gorunce cok sasirdim. Bir dah okumaya karar verdim karsilastirma icin : )

Çavlan dedi ki...

çok teşekkürler :) ben huxley'yi orijinalinden ama orwell'i hep türkçe çevirilerinden okumuştum, bu nedenle çok da duramıyorum fikrimin arkasında açıkçası.