14 Nisan 2010 Çarşamba

Kıskanmak

Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Yazar: Nahit Sırrı Örik (roman), Zeki Demirkubuz (senaryo)
Oyuncular: Nergis Öztürk, Berrak Tüzünataç, Serhat Tutumluer
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: Türkiye
Dil: Türkçe
IMDB puanı: 7.5/10
Çavlan'ın puanı: 2/5
Umut'un puanı: 0/5

Çavlan’a “festivalde Türk filmleri varsa bir de Türk filmi izlesek" deme gafletinde bulunan kişi ben olduğum için, bu filmin yazısını yazmak da bana kaldı.

Kıskanmak, bir kitap uyarlaması ve daha önce çektiği filmlerle belli bir hayran kitlesi oluşturmuş Zeki Demirkubuz tarafından yönetilmiş. Ben kitabı okumadığım gibi, yönetmenin diğer filmlerini de izlemedim, bu yüzden özellikle bu yönetmenin eski işlerini de göz önüne alarak kıyaslamalar veya derin sanatsal açılımlar okumak isteyenler, bu yazıdan bunları beklemesin. Ben sıradan bir seyirci olarak, sadece ekranda gördüğüm bir buçuk saatlik deneyim üzerine naçizane fikirlerimi sunacağım.

Filmin konusu 1930’larda geçiyor: Temel olarak bir güzel kız, onun kocası ve bu kocanın çirkin kız kardeşinin etrafında gelişen olaylar zincirini izliyoruz. Filme, o döneme ait bir baloyla giriş yapıyoruz: Atatürk’ün gönderdiği mesaj okunuyor ve ardından baloyu dolduran alafranga giyimli insanlar, sözüm ona şıklıklarıyla tezat bir şekilde detone olarak İstiklal Marşı’nı okuyorlar. Filmin en gerçekçi sahnesi bu diyebilirim çünkü dünya üzerinde şu ana kadar detone şekilde en çok icra edilmiş beste olan İstiklal Marşı’nın tanıdık çilesini bir kez de böyle görünce insan kendisini bildik sularda hissediyor.

Baloda zengin olma ve erkek bulma hasretiyle yandıklarını belli etmekte gecikmeyen dedikoducu stereotip teyzelerin oluşturduğu grubun içindeki ayrıksı tavrıyla tanıyoruz başroldeki güzel kızı [adını unuttum, bu karaktere GK (Güzel Kız) diyeceğim bundan böyle]. Balonun esas beklenen zengin erkeğinin ise çapkın ve sübyan bir çocuk olduğunu öğreniriz teyzelerden [Bu çocuğa da ÇS (Çapkın Sübyan) diyeceğim]. GK teyzelerin muhabbetinden sıkılıp başka masaya geçerken ÇS’nin gözlerinin GK’ya takıldığını fark ederiz. Başta GK pek bir saf ana kuzusu gözükse de, o da çok zaman geçmeden ÇS’ye abayı yakar, zaten gördüğümüz kadarıyla evliliği de pek renkli değildir. Bu şekilde başlayan ilişkinin etkileri, tabii ki bu kişilerin etraflarındaki insanlara da yansıyacaktır.

Bu insanların başında tabii ki GK’nın kocası ve bu adamın çirkin kızkardeşi gelmektedir. Bu ikisi GK ile beraber aynı evde yaşamakta, genelde kahyalarıyla zerre umrumuzda olmayan anlamsız diyaloglara girmek dışında (Nasısın Dursun efendi? Ha? Hm? Hah iyi iyi..) atraksiyon yaratmamaktadırlar. Koca [ki kendisine bu noktadan itibaren GA (Gereksiz Adam) diyeceğim] film boyunca minimal hareket sarf etmek adına sergilediği oyunculukla genelde lobotomi yapılmış akıl hastası izlenimi verse de esasında saygın bir mühendistir, yaşamakta oldukları Zonguldak’ın maden ocaklarında yaklaşık 17 dakika boyunca sabit durup, havayı koklayıp, sonrasında “gaz yok, çalışabilirsiniz arkadaşlar” demek gibi teknik ve önemli işlerle tüm gününü doldurduğundan, akşam eve geldiğinde daha bir minimal, daha bir bauhaus olmaktadır. Hayattaki en büyük keyfi ise, savaşı kazanabilmek adına askerlerini son bir intihar görevine göndermek zorunda olduğunu kavrayan bir generalin ciddiyetini takınarak akşam yemeğindeki tatlının ne olduğunu sormaktır. Çirkin kızkardeş ise [ki kendisine bundan sonra ÇK diyeceğim], akşam yemeklerinde genelde anlamsız diyalogları başlatan, konunun ucu kendisine döndüğü zaman “aman efendim benim gibi çirkin bir mahlukat ne bilir” kabilinde cümleler kuran, kendinin farkında olmaktan kaynaklanan bir mütevazilikten ziyade antipatiklik uyandıracak düzeyde bir eziklik sergileyen karakterdir. Bu açıdan GA’dan daha ilginç ve konu adına gerekli bir karakter olduğunu inceden hissederiz.



Neyse efendim, gel zaman git zaman muhterem GK ile ÇS muhtelif cinsel münasebetlerde bulunurlar, gel gör ki ÇS duhül olduğu GK’nın seks sonrası hanımsal isteklerini sallamamakta, GK hanımı derin kederlere gark etmektedir. Bu noktada ÇS’nin diğer karakterlerden farklı olarak yirmibirinci yüzyıldan çıkıp gelmiş bir ergenin telefon mesajlaşmasını andıran repliklerle konuştuğunu fark ederiz (diğer karakterlerimiz ise içlerine gerçekçi olmaları adına Osmanlıca/Arapça/Farsça kelimeler serpiştirilmiş repliklerini 23 Nisanda müsamereye çıkan çocukların kağıttan okuduğu şiirler gibi, gerek aralarda takılarak gerek sesleri kayarak icra etmektedirler.) Bu noktada filmin çizgisel ilerlemediğini ve zaman mevhumuna da pek sanatsal yaklaşımlar getirdiğini fark ederiz, sadece farklı yüzyıllardan garip karakterler bir araya gelmekle kalmaz, aynı zamanda filmde de izlediğimiz sahneden hemen sonra o sahneden önce neler olduğunu anlatan sahnelerin girdiğini fark ederiz. Esasında fark etmeyiz. Çünkü bu geçişlerde herhangi bir farklılık yoktur, her şey düz bir zaman çizgisinde ilerliyormuş gibidir, ta ki biz diyaloglarda bir gariplik olduğunu fark edinceye kadar. Gerçi gerçekte olan zaman çizgisi dahilinde düşünüldüğünde de diyaloglar çok gariptir ama aaaaaaaaaah çıldırcam geçiyorum neyse.

Bu noktada filmin gidişatına ve karakterlere ara verelim, zaten bu konuda daha fazla söylenecek bir şey de yok. Uzun, durağan, anlamsız ve sıkıcı sahneleriyle Türk entelijansının “sanatsal” olarak kurumlaştırdığı ve anlatıcının anlatacak şey bulamadığında kolay yoldan duruşunu göstermek için seçtiği (a.k.a “ben sanatçıyım”) garip ve ucubeleşmiş sunum tarzının gerekliliklerini yerine getriyor film, haliyle bu kadar klişeyi tekrar sahneye sığdırmakla uğraşırken söyleyecek yeni bir şeyleri varsa bile buna yer kalmıyor. Oyunculuk, karakterler, diyaloglar, senaryo arasında gidip gelirken hatırlayabildiğim tek iyi şey filmin sonlarına doğru çıkan avukatın oyunculuğu.

Film başta dediğim gibi bir kitap uyarlaması. Bunu izlerken anlamak da mümkün çünkü yönetmen tüm düşünce seslerini muhtemelen düşünce olarak bırakmış ve bu kısımları boş bakan karakterlerin eşlik ettiği sessiz sahneler olarak ekrana aktarmayı tercih etmiş. Kısacası filmin senaryosu bu haliyle temel alınarak tekrar bir kitap yazılmak istense, o kitabın ikinci sayfadan sonrası boş sayfalardan ibaret olurdu. Uzun uzun bakardık öyle sayfalara, sanatsal falan. İlk iki sayfayı ise hayal edemiyorum, çünkü filmin gereksiz ve konuyla alakası olmayan uzun sahnelerini attığınızda geriye 3. sınıf oyunculuk eşliğinde canlandırılmış bir ortaokul piyesi kalıyor.

Bunun yanında filmin dekorları için çok uğraşılmış olduğuna dair bir şeyler görmüştüm nette ama dekorları görmeye de vakıf olamadık çünkü sanatsal olmak adına yapılan görüntü yönetimi sonucu filmin çoğu zifiri karanlığa bakmakla geçiyor. Her şey karanlık. Evet çok karizmatik ama bir şey göremiyoruz. Alo? Ayrıca profesyonel diye lanse edilen filmlerden adamakıllı ses işi bekliyor insan artık. Yıl 2010, inat edip umutlanıp izleyeceğim dediğim tüm Türk filmlerinde hala kim ne diyor anlaşılmıyor, frekanslar patlıyor, sesler dengesiz yükseliyor. İşin bileni ne der bilmem, ben seyirci olarak katlanamıyorum. Kimse bana “aman efendim seyirci de filmin içine girmek için kendini biraz zorlayacak, zorlamayan seyirci kafası boş seyirci” mavrası yapmasın, bunlar teknik gereklilikleri bilmemenin sonucu ortaya çıkan hatalar, bilinçli olarak yapıldıklarını sanmıyorum, bilinçliyse zaten durum daha vahim.

Son olarak, ikide bir çok bilinen ve telif hakkı düşmüş olduğu için kullanılan klasik müzik bestelerini kullanmaktan da vazgeçilsin. Çok çok özel sahneler olmadıkça kabak tadı etkisi yaratıyor, sırıtıyor, orijinal müziğe zaman ve bütçe ayırmak bu kadar kaçılası bir yük mü gerçekten?



Film, festivalin Ulusal Yarışma bölümünde gösteriliyor.

5 yorumcuk:

xiksvelie dedi ki...

konuyla alakasız ama ben de bal'ı seyrettim. sanat filmleri bana göre değil gibi. içim sıkılıyor, boğuluyorum. kim ne derse desin, uzun uzun karanlıkları çekmek, izleyiciyi bıkacak kadar yavaş akan sahneler ben de kötü etkiler bırakıyor. uzun lafın kısası seniş anlayabiliyorum =))

moonchile dedi ki...

hehe yazık çok sıkılmışsın, ben de kitabını çeyrekde bırakmıştım.. yazarın soyisminden kıllanmalıydım oysa :-)

ahmet dedi ki...

filmi izleyemedim.dönem filmi çekmek zor. hele psikolojik tahliller içeren bir kitabı uyarlayabilmek,
karakterlerin niye öyle davrandığını aktarabilmek daha da zor.ama kitap gerçekten okumaya değer.zamanının ötesinde başarılı bir roman.
http://eae4fun.blogspot.com/2010/02/kskanmak.html

nc dedi ki...

ben kitaba başladım 2 gün biraz okudum ve üçüncü gün elimden bırakamayarak bir gecede bitirdim.bi çok kelimeyi anlamadım çünkü farsça kelimeler vardı ama beğendim.filmde ise sonu hiç umduğum gibi değildi kitapdaki son çok çok farklıydı.

Unknown dedi ki...

Filmi izleyeli çok oldu. Ancak hatırlarımda Zeki Demirkubuz'un yaptığı en iyi iş olarak kalmadı. Ancak şunu söylemeliyim. En çok hoşuma giden detayların önemi olmuştu. Takık bir adam Zeki. Her filminin kıyısında köşesinde bir dostoyevski ve beşiktaş geçiyor. filmi yönetmenin diğer filmleriyle birlikte bir zihin haritası olarak görürsek ve avrupa kültürü üzerine amerikan kültürü kadar kafa yorarsak daha da anlamlandırabiliriz diyorum.