Six Feet Under'la ilk tanışmam, birkaç ay önce, Umut sayesinde oldu. Benim ne tür dizilerden hoşlandığımı bilen Umut, bu diziye bayılacağıma yemin ediyordu, ama ben aksiyon, macera, bilim kurgu, fantastik, gizem, şu bu olmayan -kısaca sadece dram türüne giren, sadece ilişkiler üstüne olan- dizileri hiçbir şekilde çekemeyeceğimi, zaten o tür dizilerin bana hitap etmediğini, istesem de kendimi kaptırıp izleyemeyeceğimi falan söylüyor, çok isteksiz davranıyordum. Bir şekilde birkaç bölümlük deneme yapmaya ikna oldum, geçtik ilk bölümün başına. Geçiş o geçiş, ciddi anlamda bağımlısı oldum Six Feet Under'ın. Her bölümü 50 küsur dakikadan, her sezonu da 12 küsur bölümden oluşan toplam 5 sezonluk dizi hayatımızın net 60 saatini götürerek birkaç ayda bitti, son birkaç bölümde hiç bitmeyen bir ağlama krizine girince (ki ne filmler diziler beni kolay ağlatır, ne de gerçek hayatta sulugözümdür, valla), Umut'un da yanıbaşımdan -ikinci kez izlediği halde- burnunu çekip durmasını, titreyen sesini falan fark edince, üzerimizde böyle bir etki bırakabilen bir dizi hakkında yazmak gerektiğine karar verdim, çoktan bitip gitmiş bir dizi de olsa o. Ama ofori'nin verdiği gaz olmasaydı, aylarca erteleyebilirdim bu yazıyı. Önce Six Feet Under'ı bilmeyen izleyici için iyice bir reklamını yapacağım dizinin. Sonra ortalarda yazı diziyi bilenlere hitap eder bir şekle dönüşecek, ama spoiler vermeden önce gerekli uyarıyı yapacağım (!). Bir de bu yazıda kullandığım görseller, karakterlerimizden Claire Fisher'ın dizi boyunca yaptığı çalışmalardan oluşuyor. Genelde Six Feet Under'ın karakterlerinden oluşan fotoğraflar kullanmaya özen gösterdim ama bazıları da (tabutun içindeki adam, kanlı lavabo vs.) eleyemeyeceğim kadar güzeldi.
Yayınlandığı 2001-2005 yılları arasında sürüyle Altın Küre ve Emmy ödülü kazanan Six Feet Under, American Beauty'nin yazarı (ve sanırım şimdilerde True Blood'ın yapımcısı) Alan Ball tarafından yaratılmış. Dizinin merkezindeki Fisher ailesi cenaze işleri yapıyor (ölüleri yıkamaktan kanlarını boşaltmaya, makyajlarını yapmaktan tabuta yerleştirmeye, cenaze törenini düzenlemekten onları gömmeye/yakmaya kadar) ve bir baba, bir anne, iki oğul, bir de kızdan oluşuyor. Ölümle ilgili bir dizi bu, her bölümde birisi ölüyor, komediye ne kadar yakın durduğu anlar olsa da, sizi ne kadar güldürse de, aslında her şey ölüm üzerine. Nitekim daha ilk bölümden babayı öldürerek bu konuda yanlış fikirlere kapılmanızı önlüyor senaristler. Dizinin sonlarında, karakterlerin biriktirdiği deneyimler bizi bir dizi yıkıcı olaya götürdüğünde ve son görüntüler bizi zamanın dışına çıkardığında anlıyoruz ki (yani bu yaşımıza kadar anlamadıysak tabii) her şey biter, bilincimiz de bir gün şıp diye kapanıp gidiverecek, ama önce yaşamamız lazım.
Six Feet Under, 2000'li yıllardaki orta sınıfın gündelik yaşamında bir anlam arayışını irdeliyor beş sezon boyunca. Bunu, ve karakter çalışmasını olağanüstü bir başarı göstererek yapıyor. Tüm karakterler bir anlam, hayatlarına bir amaç katacak bir yol arıyor. Herhangi bir şeye inanmanın zor olduğu günümüz dünyasında, uzaklıkların ve mesafenin başrolde olduğu bu yüzyılda Six Feet Under karakterlerini gerçek benlikleriyle yüzleşmeye zorluyor. Mükemmel karakterizasyon ve müthiş başarılı performanslar, televizyon tarihinin en inanılır, en gerçekçi, en insana yakın karakterlerini yaratıyor.
Fisher ailesi bir cenaze evinde, birarada yaşıyor, ama birbirlerinden çok uzaklar. En büyük oğul, Nate (Peter Krause), sadece bir bayram için (şükran günü ya da yılbaşıydı galiba) geliyor L.A.'ye dizinin başında, Seattle'da yaşıyor aslında. Fakat babası ölünce ve cenaze şirketi kardeşi David'le kendisine kalınca, Los Angeles'da, Fisher'larla kalmaya karar veriyor. Ona artık yabancı gelen bu evde, ona yabancılaşmış "aile"siyle yeni baştan iletişim kurmayı öğreniyor. Nate'in bir küçüğü David -ki Dexter'dan tanıdığımız Micheal C. Hall var bu rolde, tıpkı Dexter'daki gibi olağanüstü bir performans sergiliyor-, her Pazar kiliseye giden bir gay. Eşcinselliğini etrafındakilerden saklıyor, yüzleşmesi gereken bir sürü sorun var kendi içinde. En küçük çocuk Claire (Lauren Ambrose), liseye giden artsy bir kız, kendini bulma derdinde, dış dünyaya fazlasıyla karamsar, şüpheci ve alaycı bakıyor, yasalarla başı da azıcık dertte. Buradaki rolüyle TV tarihinin en iyi oyunculuklarından birini sergileyen Frances Conroy'un canlandırdığı Ruth, kocası olmadan bir yaşama ayak uydurmaya, 40 sene sonra yeni baştan bekar olmayı ve hayatta tek başına durmayı öğrenmeye, bu arada da çocuklarını az buçuk tanımaya çalışıyor. Bir de daha ilk bölümden ölüp giden baba var ki o da sürekli aile bireylerine hayalet şeklinde görünerek, Richard Jenkins'in leziz oyunculuğuyla diziye tat katıyor. Kast sadece Fisher'lardan oluşmuyor: Nate'in kız arkadaşı olarak diziye başlayan, sonra da bir şekilde sonuna kadar dizide kalan Brenda (Rachel Griffiths), David'in erkek arkadaşı olarak başlayan, sonra yine o ya da bu şekilde (!) dizide kalan Keith (Mathew St. Patrick), Fisher'ların yanında çalışan Rico (Freddy Rodríguez) da ana karakterler arasında. Sürekli gelip giden, genelde meşhur oyuncuların canlandırdığı şahane yan karakterler de var; Brenda'nın erkek kardeşi ve annesi (ki ne muhteşem bir ikilidir onlar! TV dizilerinde, içlerinde oldukları her sahneyi ilginç hale getiren karakterler vardır genelde, baş karakterler de olmaz bu hiçbir zaman; Buffy'deki Spike gibi. Six Feet'te o karakter Billy Chenowitz'di bana kalırsa. Herkesi diken üstünde tutarak, son derece garip etkileşimlere neden oluyordu her zaman), Ruth'un erkek arkadaşları ve kız kardeşi, vd. Beş sezon boyunca bu karakterlerin nasıl büyüdüğünü, değiştiğini, birbirini tanıdığını ve yaşamlarında nasıl umutsuzca bir anlam aradığını görüyoruz.
Six Feet Under kablolu bir kanalın dizisi olduğu için pek sansüre uğramıyor, bolca küfre ve çıplaklığa rastlamak mümkün, bunlar da diziyi tam olması gerektiği gibi yapıyor, gerçek yaşamlara biraz daha yaklaştırıyor. Acı ve ölümü göstermekten utanmıyor ama bunu bir kara mizahla yapıyor, zekâ yoksunu değil hiçbir sahne, diyalog, karakter vb. Hepsinden önemlisi karakterler o kadar gerçekçi ki, genelde TV dizilerinde karşılaştığımız tek boyutlu, derinleştirilememiş, çelişkilerle dolu, tutarsız ya da fazlasıyla heroic karakterler Six Feet Under'ınkilerinin yanında büzülüp yok oluyor.
Müziklerine değinmemek olmaz, Six Feet Under'ı mükemmel yapan etkenlerden biri de soundtrack'i çünkü. American Beauty, WALL-E gibi filmlerin müziklerinin bestecisi Thomas Newman yapmış jenerik müziğini. Ayrıca kullanılan -hali hazırda var olan- şarkılar da "yeme de yanında yat"lık: P.J. Harvey, The Dandy Warhols, Coldplay, Sia, Radiohead, Interpol ve Arcade Fire ilk anda akla gelenler.
Kıssadan hisse: Bu diziyi izleyin. Belki biraz içiniz kararır ve yüreğinize bir ölüm korkusu gelip yerleşir ama, hayat bu, ölümün er ya da geç sizin de başınıza geleceğini şimdiye dek idrak etmiş olmanız gerekirdi. Etmediyseniz bile Six Feet Under'a bırakın bu işi, aslında kimsenin üzerine almak istemeyeceği, sevimsiz, ama uzun vadede gerekli bir görevi hiç gocunmadan üstlenecek: Siz dahil etrafınızdaki herkesin öleceğini size anlatmak.
Yazının bundan sonraki kısmını, Six Feet Under'ı izlemeyip de izlemeyi düşünenler, ya da şu an izlemekte olup da son bölüme gelmemiş olanlar okumasın. Son uyarı! Ciddi spoiler vermeye, son bölümlerden bahsetmeye, gereksiz karakter analizlerine girişmeye falan hazırlanıyorum, haberiniz ola. Hâlâ bir şansınız var! Tarayıcıyı kapatın, Six Feet Under'ı izleyin. Hadi hop.
SPOILER'DAN ÖNCE SON ÇIKIŞ! DİZİYİ TAMAMLAMADIYSANIZ BUNDAN SONRASINI OKUMAYIN!
Nate, benim zaman zaman da olsa sempati duyamadığım tek karakter. Her Six Feet Under karakterine, tıpkı gerçek hayattaki insanlar gibi dönem dönem sinir oluyor, dönem dönem yakınlık duyuyorsunuz, hiçbiri tamamen kötücül olmadığı gibi, hiçbiri iyilik meleği de değil. Bu, benim için, Nate dışındaki tüm karakterlerde geçerli oldu. Nate çok korkunç bir adam olduğundan ya da aktör iyi oynayamadığından değil, tam tersine, Nate son derece derinlikli ve gerçek hayattan fırlamış gibi duran bir karakterdi, Krause de gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyordu. Belki sadece Krause'nin favorileri, boş bakan gözleri, ya da sürekli üstsüz dolaşarak ayıyavrusuvari kıllarını, beyaz tenini ve yağlarını bize göstermesidir bir türlü Nate'i sevemememin tek nedeni. Bunun ne kadar absürd ve mantıksız bir sebep olduğunun farkındayım, ama bazen anlamsız bir neden belirliyor işte her şeyi.
Nate'ten girmişken onunla devam edeyim öyleyse: Nate, hiçbir zaman Brenda'dan umudu kesmedi. İlk seferinde işleri batıran Brenda'ydı, ama Nate'in Lisa'yla evli kaldığı tüm o zaman boyunca Brenda bir köşede bekliyordu onu Nate'e göre. Lisa'yı bırakmaya niyetlenmiş miydi bilinmez, ama bu düşünce (Brenda'nın orda onu beklediği) Nate'e güç veriyordu, bu kesin. Son sezonda, Brenda'yla evlendiler ve her şey -birkaç aylığına da olsa- iyi gitti. Bu seferki sorun, Nate'in onu mutlu etmesi gereken her şeye sahip olmasına rağmen hâlâ bir boşluk hissetmesiydi. Brenda, ta en başlarda Nate'i kendisine çeken şu vahşi ruhunun büyük kısmını kaybetmişti ve Nate artık, Brenda'nın bir zamanlar dünyaya karşı takındığı alaycı tavrı yerine, sakin sessiz Maggie'nin "ruhaniyet"inden hoşlanıyordu. Bir zamanlar Brenda neyse Maggie ona dönüşmüştü, Nate'in hayatına bir anlam kazandırabilecek, tüm yaralarını sarabilecek mucizevi ilaç. Nate her daim arayışta olan, her zaman daha fazlasını isteyen, ve bana kalırsa hiçbir zaman tek kadınla yetinemeyecek bir karakterdi. Asla mutlu olamayacak, her zaman daha fazlasını isteyecek.
Nate ölmeseydi, Maggie'yle mutlu olur muydu? Büyük ihtimal olmazdı, Maggie'nin bastırdığı, gizlediği karanlık tarafı er ya da geç su yüzüne çıkıp huzuru bozacaktı, Nate de direkt "daha iyi"nin arayışına çıkacaktı. Ama Maggie'nin telefonda Ruth'a söylediği gibi, o anda ("My arm is numb... Numb arm... Narm!.. Narm!") mutluydu Nate son anlarda. Huzurluydu.
Nate, Maggie'yle yatarken bunu hamile karısını aldatmak gibi değil, iki ruhun huzurla birleşmesi olarak görüyordu. Buna rağmen, Maggie'yle yatması, sorunlarından kaçışına bir başka örnek olarak görülebilir rahatlıkla. Brenda Quaker'ları ne kadar küçümsese de, bunun Nate için önemini gördükten sonra fedakarlıkta bulunmaya, o aptal ayine katılmaya hazırdı. Oysa benzer bir fedakarlığı Nate Brenda için yapmaktan acizdi, tamamen kendi bencil dürtülerine göre hareket etti, hiçbir zaman elindekinden memnun olmadı ve her zaman başka bir hayatın peşinden gitti.
AVM'sinin nüksetme anı çok ilginç bence. İki buçuk yıldır hiçbir sorunla karşılaşmamışken, tam da zina yaptığı (!) zaman beyin kanaması geçirmesi, sanki yaptığı şeyden dolayı cezalandırılıyormuş gibi görünmesine neden olmuş.
Hastanede kuşlarla ilgili bir belgesel izleyen Nate ve David'in ortak rüyasıyla başlayan, Nate'in ölümüyle biten sahne, Six Feet Under'ın 5 sezonluk tarihinin en etkileyici sahnesi benim için. Kara, şu an sürdükleri yaşamken, deniz "köpekbalıklarının olabileceği" büyük bilinmeyeni, yani ölümü sembolize ediyor bence. Nate gerçekliğe dönemiyor ve tüm yaşamları boyunca bekledikleri şeye doğru ilerliyor. Elbette ölüyor olmaktan memnun değil, ama bilinçli bir şekilde acıya tutunmamayı seçiyor bence, huzurlu o an.
Niçin bu kadar karakter varken (ve açıkçası bir David, Ruth ya da Brenda bana çok daha ilgi çekici -ve sevilesi- karakterler gibi gelirken) oturdum Nate'i masaya yatırdım, neden özellikle son sezonun son bölümlerine takıldım kaldım bilmiyorum. Aslında gayet açık, o bölümleri yeni izledim, hâlâ Nate'in ölümünün (ve ölüm şeklinin) etkisi altındayım. Claire'in arabasına atladığı son sahnede dikiz aynasından birkaç saniyeliğine görünen koşan Nate'in de beni fena halde etkilediğini yazayım da tam olsun, böyle de duygusallaştırır sizi bu dizi -en gıcık olduğunuz karakterler için oturup gözyaşı dökersiniz. Ya da ben dökerim. Öhöm. Neyse devam edelim.
Claire, bu onu diğer insanlardan koparıp çoğunluğa yabancılaştırsa da, mainstream'den uzak kalmak için sürekli çabalayan ve bazı durumlarda sırf başka olabilmek adına kendi dürtülerini bastıran bir karakter olageldi hep. Yine de ilk sezonlarda hayatını belirleyen sinizmi üzerinden çıkarıp atıyor yavaş yavaş. Son bölümlerde önce etrafındaki herkesi küçümserken kendini bütün gün evde oturup tek başına TV izler bulduğunda sıkıcı ve aptalca da olsa bir şey yapmanın hiçbir şey yapmamaktan daha iyi olduğunun farkına varışını, sanat dünyasının şişirilmiş, içi boş baloncuğundan çıkıp "sıradan insanlar"ın arasına karışmasını gördük. Yüksek standartlar sizi hiçbir yere götürmüyorsa o standartları biraz düşürebilirsiniz, hatta bolca düşürebilirsiniz, dünyanın sonu gelmez bunu yaparsanız gibi hoş, şirin bir mesaj çıkardım ben ki böyle bir mesaja TV'de rastlamak çok güç, özellikle bize sürekli Ivy League öğrencilerini ve kusursuz hayatlarını gösteren Amerikan dizilerinde.
Son bölümden (ve tabii ki son 5 dakikasından) bahsetmeden bir Six Feet Under yazısı yazılmaz, o zaman bahsedelim: beyazın hakim olduğu tuhaf çekim tekniği hoşuma gitti. Sia'nın Breathe'i cuk oturmuştu, üstelik tüm bu ölüm sahnelerinin Claire'in araba sürüşüne entegre edilmiş olması, hele en sondaki 102 yaşındaki Claire'in katarakt inmiş gözlerinden 22 yaşındaki Claire'in gözlerine yakın plan geçiş mükemmeldi. Yaşlandırma makyajlarının bir kısmı tam olarak ikna edici sayılmazdı, ama bunu görmezden gelebiliriz sanki. Keith'in ölümü en şok edici (ve pisi pisine) ölümlerden biriydi, ama trajedi de değildi, ne de olsa genç sayılmazdı ve anladığımız kadarıyla oldukça başarılı bir iş kurmuştu. Ruth'un ölümünde George'un yanında olması bize duygusal açıdan Ruth'un mutlu gittiğini göstermesi açısından pek şık olmuş. Brenda yeni birisiyle evleniyordu (HBO'nun sitesine göre yeni kocasının soyadı Nathanson, şaka gibi, hatun kurtulamıyor bu isimden) ama en sonunda yanında (tabii ki) Billy vardı ve Billy'nin, bır bır Brenda'nın başının etini yiyerek kadıncağızı öldürdüğünü söyleyebiliriz bence :) Ted, avukatlıktan cumhuriyetçiliğe yüzlerce itici şeyi temsil ediyor olsa da kabul etmek lazım ki Claire'e çok iyi geliyordu ve en sonunda Claire'le birlikte olması bir hayli 'mutlu son' gibi geldi bana. Nitekim bu 2025 yılına kadar olmadığına göre, Claire'in 22-42 yaşları arasında gönlünce yaşadığını, Ruth'un özgürlük hayalinin dibine vurduğunu varsayıp sevinebiliriz.
Six Feet'in finali, özellikle son dakikaları harikaydı, aklınızda hiçbir soru, hiçbir yarım kalmışlık hissi bırakmayan türdendi. Kendi adıma çok az dizinin finali için "hah tam olması gerektiği gibi olmuş," diyebiliyorum, Six Feet bunlardan biri. Tek bir soru: Maggie'ye n'oldu? Niçin son sahnesinde doktordaydı? Nate tüm dünyaya minik Nate'cikler mi bıraktı yani ölmeden? :)
Bir de Brenda ve Billy (ve şu sonlardaki rüya sahnesi) üzerine yazmak lazım, ama apayrı bir yazı olur artık ondan.
Kısa kısa...
- Alan Ball, kız kardeşi öldükten sonra Six Feet Under'ı yazmaya karar vermiş.
- İlk bölüm yayınlandıktan sonraki 1 hafta içinde, HBO diziyi ikinci sezona uzatma kararı almış.
- Frances Conroy (Ruth), dizide Peter Krause'nin (Nate) annesini canlandırıyor, oysa aralarında sadece 12 yaş fark var.
- Misery'deki rolüyle Oscar alan Kathy Bates, birinci sezonda iki bölüm yönetmiş, üçüncü sezondan itibaren de Ruth'un arkadaşı Bettina rolüyle kalıcı konuk oyunculardan olmuş.
- Peter Krause (Nate), rolün verdiği politik ve insan hakları mesajları ona etkileyici geldiği için başta David rolü için seçmelere katılmış. Ama dizinin yaratıcısı Alan Ball, Nate Fisher rolünü oynayacak adamı bir türlü bulamıyormuş, Krause'nin oyunculuğu ve Rachel Griffiths (Brenda) ile arasındaki kimya da hoşuna gidince, Krause'ye Nate rolünü vermiş. İyi de olmuş, David'i Michael C. Hall'dan daha iyi oynayabilecek adam var mıdır?
- David, tiyatro kökenli Michael C. Hall'un ilk televizyon işi. Kamera karşısındaki ilk sahnesi de, ilk bölümde David'in babasının cesedini almak için morga gittiği sahneymiş.
- Brenda karakteri için Juliette Lewis seçmelere katılmış ama rolü alamamış. Avustralyalı Rachel Griffiths (ki tip olarak Lewis'e bir hayli benziyor sanki) senaryoyu okumuş ve Brenda'yı canlandırmayı çok isteyeceğini ima etmiş yapımcılara. Yapımcıların tek endişesi, Griffiths'in inandırıcı bir Amerikan aksanı yapıp yapamayacağıymış. Griffiths daha rolün okumalarını yapmadan, yapımcılarla ilk buluşmasında kusursuz bir Amerikan aksanıyla konuşmaya başlamışmış bile. Böylece rolü kapmış.
Yayınlandığı 2001-2005 yılları arasında sürüyle Altın Küre ve Emmy ödülü kazanan Six Feet Under, American Beauty'nin yazarı (ve sanırım şimdilerde True Blood'ın yapımcısı) Alan Ball tarafından yaratılmış. Dizinin merkezindeki Fisher ailesi cenaze işleri yapıyor (ölüleri yıkamaktan kanlarını boşaltmaya, makyajlarını yapmaktan tabuta yerleştirmeye, cenaze törenini düzenlemekten onları gömmeye/yakmaya kadar) ve bir baba, bir anne, iki oğul, bir de kızdan oluşuyor. Ölümle ilgili bir dizi bu, her bölümde birisi ölüyor, komediye ne kadar yakın durduğu anlar olsa da, sizi ne kadar güldürse de, aslında her şey ölüm üzerine. Nitekim daha ilk bölümden babayı öldürerek bu konuda yanlış fikirlere kapılmanızı önlüyor senaristler. Dizinin sonlarında, karakterlerin biriktirdiği deneyimler bizi bir dizi yıkıcı olaya götürdüğünde ve son görüntüler bizi zamanın dışına çıkardığında anlıyoruz ki (yani bu yaşımıza kadar anlamadıysak tabii) her şey biter, bilincimiz de bir gün şıp diye kapanıp gidiverecek, ama önce yaşamamız lazım.
Six Feet Under, 2000'li yıllardaki orta sınıfın gündelik yaşamında bir anlam arayışını irdeliyor beş sezon boyunca. Bunu, ve karakter çalışmasını olağanüstü bir başarı göstererek yapıyor. Tüm karakterler bir anlam, hayatlarına bir amaç katacak bir yol arıyor. Herhangi bir şeye inanmanın zor olduğu günümüz dünyasında, uzaklıkların ve mesafenin başrolde olduğu bu yüzyılda Six Feet Under karakterlerini gerçek benlikleriyle yüzleşmeye zorluyor. Mükemmel karakterizasyon ve müthiş başarılı performanslar, televizyon tarihinin en inanılır, en gerçekçi, en insana yakın karakterlerini yaratıyor.
Fisher ailesi bir cenaze evinde, birarada yaşıyor, ama birbirlerinden çok uzaklar. En büyük oğul, Nate (Peter Krause), sadece bir bayram için (şükran günü ya da yılbaşıydı galiba) geliyor L.A.'ye dizinin başında, Seattle'da yaşıyor aslında. Fakat babası ölünce ve cenaze şirketi kardeşi David'le kendisine kalınca, Los Angeles'da, Fisher'larla kalmaya karar veriyor. Ona artık yabancı gelen bu evde, ona yabancılaşmış "aile"siyle yeni baştan iletişim kurmayı öğreniyor. Nate'in bir küçüğü David -ki Dexter'dan tanıdığımız Micheal C. Hall var bu rolde, tıpkı Dexter'daki gibi olağanüstü bir performans sergiliyor-, her Pazar kiliseye giden bir gay. Eşcinselliğini etrafındakilerden saklıyor, yüzleşmesi gereken bir sürü sorun var kendi içinde. En küçük çocuk Claire (Lauren Ambrose), liseye giden artsy bir kız, kendini bulma derdinde, dış dünyaya fazlasıyla karamsar, şüpheci ve alaycı bakıyor, yasalarla başı da azıcık dertte. Buradaki rolüyle TV tarihinin en iyi oyunculuklarından birini sergileyen Frances Conroy'un canlandırdığı Ruth, kocası olmadan bir yaşama ayak uydurmaya, 40 sene sonra yeni baştan bekar olmayı ve hayatta tek başına durmayı öğrenmeye, bu arada da çocuklarını az buçuk tanımaya çalışıyor. Bir de daha ilk bölümden ölüp giden baba var ki o da sürekli aile bireylerine hayalet şeklinde görünerek, Richard Jenkins'in leziz oyunculuğuyla diziye tat katıyor. Kast sadece Fisher'lardan oluşmuyor: Nate'in kız arkadaşı olarak diziye başlayan, sonra da bir şekilde sonuna kadar dizide kalan Brenda (Rachel Griffiths), David'in erkek arkadaşı olarak başlayan, sonra yine o ya da bu şekilde (!) dizide kalan Keith (Mathew St. Patrick), Fisher'ların yanında çalışan Rico (Freddy Rodríguez) da ana karakterler arasında. Sürekli gelip giden, genelde meşhur oyuncuların canlandırdığı şahane yan karakterler de var; Brenda'nın erkek kardeşi ve annesi (ki ne muhteşem bir ikilidir onlar! TV dizilerinde, içlerinde oldukları her sahneyi ilginç hale getiren karakterler vardır genelde, baş karakterler de olmaz bu hiçbir zaman; Buffy'deki Spike gibi. Six Feet'te o karakter Billy Chenowitz'di bana kalırsa. Herkesi diken üstünde tutarak, son derece garip etkileşimlere neden oluyordu her zaman), Ruth'un erkek arkadaşları ve kız kardeşi, vd. Beş sezon boyunca bu karakterlerin nasıl büyüdüğünü, değiştiğini, birbirini tanıdığını ve yaşamlarında nasıl umutsuzca bir anlam aradığını görüyoruz.
Six Feet Under kablolu bir kanalın dizisi olduğu için pek sansüre uğramıyor, bolca küfre ve çıplaklığa rastlamak mümkün, bunlar da diziyi tam olması gerektiği gibi yapıyor, gerçek yaşamlara biraz daha yaklaştırıyor. Acı ve ölümü göstermekten utanmıyor ama bunu bir kara mizahla yapıyor, zekâ yoksunu değil hiçbir sahne, diyalog, karakter vb. Hepsinden önemlisi karakterler o kadar gerçekçi ki, genelde TV dizilerinde karşılaştığımız tek boyutlu, derinleştirilememiş, çelişkilerle dolu, tutarsız ya da fazlasıyla heroic karakterler Six Feet Under'ınkilerinin yanında büzülüp yok oluyor.
Müziklerine değinmemek olmaz, Six Feet Under'ı mükemmel yapan etkenlerden biri de soundtrack'i çünkü. American Beauty, WALL-E gibi filmlerin müziklerinin bestecisi Thomas Newman yapmış jenerik müziğini. Ayrıca kullanılan -hali hazırda var olan- şarkılar da "yeme de yanında yat"lık: P.J. Harvey, The Dandy Warhols, Coldplay, Sia, Radiohead, Interpol ve Arcade Fire ilk anda akla gelenler.
Kıssadan hisse: Bu diziyi izleyin. Belki biraz içiniz kararır ve yüreğinize bir ölüm korkusu gelip yerleşir ama, hayat bu, ölümün er ya da geç sizin de başınıza geleceğini şimdiye dek idrak etmiş olmanız gerekirdi. Etmediyseniz bile Six Feet Under'a bırakın bu işi, aslında kimsenin üzerine almak istemeyeceği, sevimsiz, ama uzun vadede gerekli bir görevi hiç gocunmadan üstlenecek: Siz dahil etrafınızdaki herkesin öleceğini size anlatmak.
Yazının bundan sonraki kısmını, Six Feet Under'ı izlemeyip de izlemeyi düşünenler, ya da şu an izlemekte olup da son bölüme gelmemiş olanlar okumasın. Son uyarı! Ciddi spoiler vermeye, son bölümlerden bahsetmeye, gereksiz karakter analizlerine girişmeye falan hazırlanıyorum, haberiniz ola. Hâlâ bir şansınız var! Tarayıcıyı kapatın, Six Feet Under'ı izleyin. Hadi hop.
SPOILER'DAN ÖNCE SON ÇIKIŞ! DİZİYİ TAMAMLAMADIYSANIZ BUNDAN SONRASINI OKUMAYIN!
Nate, benim zaman zaman da olsa sempati duyamadığım tek karakter. Her Six Feet Under karakterine, tıpkı gerçek hayattaki insanlar gibi dönem dönem sinir oluyor, dönem dönem yakınlık duyuyorsunuz, hiçbiri tamamen kötücül olmadığı gibi, hiçbiri iyilik meleği de değil. Bu, benim için, Nate dışındaki tüm karakterlerde geçerli oldu. Nate çok korkunç bir adam olduğundan ya da aktör iyi oynayamadığından değil, tam tersine, Nate son derece derinlikli ve gerçek hayattan fırlamış gibi duran bir karakterdi, Krause de gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyordu. Belki sadece Krause'nin favorileri, boş bakan gözleri, ya da sürekli üstsüz dolaşarak ayıyavrusuvari kıllarını, beyaz tenini ve yağlarını bize göstermesidir bir türlü Nate'i sevemememin tek nedeni. Bunun ne kadar absürd ve mantıksız bir sebep olduğunun farkındayım, ama bazen anlamsız bir neden belirliyor işte her şeyi.
Nate'ten girmişken onunla devam edeyim öyleyse: Nate, hiçbir zaman Brenda'dan umudu kesmedi. İlk seferinde işleri batıran Brenda'ydı, ama Nate'in Lisa'yla evli kaldığı tüm o zaman boyunca Brenda bir köşede bekliyordu onu Nate'e göre. Lisa'yı bırakmaya niyetlenmiş miydi bilinmez, ama bu düşünce (Brenda'nın orda onu beklediği) Nate'e güç veriyordu, bu kesin. Son sezonda, Brenda'yla evlendiler ve her şey -birkaç aylığına da olsa- iyi gitti. Bu seferki sorun, Nate'in onu mutlu etmesi gereken her şeye sahip olmasına rağmen hâlâ bir boşluk hissetmesiydi. Brenda, ta en başlarda Nate'i kendisine çeken şu vahşi ruhunun büyük kısmını kaybetmişti ve Nate artık, Brenda'nın bir zamanlar dünyaya karşı takındığı alaycı tavrı yerine, sakin sessiz Maggie'nin "ruhaniyet"inden hoşlanıyordu. Bir zamanlar Brenda neyse Maggie ona dönüşmüştü, Nate'in hayatına bir anlam kazandırabilecek, tüm yaralarını sarabilecek mucizevi ilaç. Nate her daim arayışta olan, her zaman daha fazlasını isteyen, ve bana kalırsa hiçbir zaman tek kadınla yetinemeyecek bir karakterdi. Asla mutlu olamayacak, her zaman daha fazlasını isteyecek.
Nate ölmeseydi, Maggie'yle mutlu olur muydu? Büyük ihtimal olmazdı, Maggie'nin bastırdığı, gizlediği karanlık tarafı er ya da geç su yüzüne çıkıp huzuru bozacaktı, Nate de direkt "daha iyi"nin arayışına çıkacaktı. Ama Maggie'nin telefonda Ruth'a söylediği gibi, o anda ("My arm is numb... Numb arm... Narm!.. Narm!") mutluydu Nate son anlarda. Huzurluydu.
Nate, Maggie'yle yatarken bunu hamile karısını aldatmak gibi değil, iki ruhun huzurla birleşmesi olarak görüyordu. Buna rağmen, Maggie'yle yatması, sorunlarından kaçışına bir başka örnek olarak görülebilir rahatlıkla. Brenda Quaker'ları ne kadar küçümsese de, bunun Nate için önemini gördükten sonra fedakarlıkta bulunmaya, o aptal ayine katılmaya hazırdı. Oysa benzer bir fedakarlığı Nate Brenda için yapmaktan acizdi, tamamen kendi bencil dürtülerine göre hareket etti, hiçbir zaman elindekinden memnun olmadı ve her zaman başka bir hayatın peşinden gitti.
AVM'sinin nüksetme anı çok ilginç bence. İki buçuk yıldır hiçbir sorunla karşılaşmamışken, tam da zina yaptığı (!) zaman beyin kanaması geçirmesi, sanki yaptığı şeyden dolayı cezalandırılıyormuş gibi görünmesine neden olmuş.
Hastanede kuşlarla ilgili bir belgesel izleyen Nate ve David'in ortak rüyasıyla başlayan, Nate'in ölümüyle biten sahne, Six Feet Under'ın 5 sezonluk tarihinin en etkileyici sahnesi benim için. Kara, şu an sürdükleri yaşamken, deniz "köpekbalıklarının olabileceği" büyük bilinmeyeni, yani ölümü sembolize ediyor bence. Nate gerçekliğe dönemiyor ve tüm yaşamları boyunca bekledikleri şeye doğru ilerliyor. Elbette ölüyor olmaktan memnun değil, ama bilinçli bir şekilde acıya tutunmamayı seçiyor bence, huzurlu o an.
Niçin bu kadar karakter varken (ve açıkçası bir David, Ruth ya da Brenda bana çok daha ilgi çekici -ve sevilesi- karakterler gibi gelirken) oturdum Nate'i masaya yatırdım, neden özellikle son sezonun son bölümlerine takıldım kaldım bilmiyorum. Aslında gayet açık, o bölümleri yeni izledim, hâlâ Nate'in ölümünün (ve ölüm şeklinin) etkisi altındayım. Claire'in arabasına atladığı son sahnede dikiz aynasından birkaç saniyeliğine görünen koşan Nate'in de beni fena halde etkilediğini yazayım da tam olsun, böyle de duygusallaştırır sizi bu dizi -en gıcık olduğunuz karakterler için oturup gözyaşı dökersiniz. Ya da ben dökerim. Öhöm. Neyse devam edelim.
Claire, bu onu diğer insanlardan koparıp çoğunluğa yabancılaştırsa da, mainstream'den uzak kalmak için sürekli çabalayan ve bazı durumlarda sırf başka olabilmek adına kendi dürtülerini bastıran bir karakter olageldi hep. Yine de ilk sezonlarda hayatını belirleyen sinizmi üzerinden çıkarıp atıyor yavaş yavaş. Son bölümlerde önce etrafındaki herkesi küçümserken kendini bütün gün evde oturup tek başına TV izler bulduğunda sıkıcı ve aptalca da olsa bir şey yapmanın hiçbir şey yapmamaktan daha iyi olduğunun farkına varışını, sanat dünyasının şişirilmiş, içi boş baloncuğundan çıkıp "sıradan insanlar"ın arasına karışmasını gördük. Yüksek standartlar sizi hiçbir yere götürmüyorsa o standartları biraz düşürebilirsiniz, hatta bolca düşürebilirsiniz, dünyanın sonu gelmez bunu yaparsanız gibi hoş, şirin bir mesaj çıkardım ben ki böyle bir mesaja TV'de rastlamak çok güç, özellikle bize sürekli Ivy League öğrencilerini ve kusursuz hayatlarını gösteren Amerikan dizilerinde.
Son bölümden (ve tabii ki son 5 dakikasından) bahsetmeden bir Six Feet Under yazısı yazılmaz, o zaman bahsedelim: beyazın hakim olduğu tuhaf çekim tekniği hoşuma gitti. Sia'nın Breathe'i cuk oturmuştu, üstelik tüm bu ölüm sahnelerinin Claire'in araba sürüşüne entegre edilmiş olması, hele en sondaki 102 yaşındaki Claire'in katarakt inmiş gözlerinden 22 yaşındaki Claire'in gözlerine yakın plan geçiş mükemmeldi. Yaşlandırma makyajlarının bir kısmı tam olarak ikna edici sayılmazdı, ama bunu görmezden gelebiliriz sanki. Keith'in ölümü en şok edici (ve pisi pisine) ölümlerden biriydi, ama trajedi de değildi, ne de olsa genç sayılmazdı ve anladığımız kadarıyla oldukça başarılı bir iş kurmuştu. Ruth'un ölümünde George'un yanında olması bize duygusal açıdan Ruth'un mutlu gittiğini göstermesi açısından pek şık olmuş. Brenda yeni birisiyle evleniyordu (HBO'nun sitesine göre yeni kocasının soyadı Nathanson, şaka gibi, hatun kurtulamıyor bu isimden) ama en sonunda yanında (tabii ki) Billy vardı ve Billy'nin, bır bır Brenda'nın başının etini yiyerek kadıncağızı öldürdüğünü söyleyebiliriz bence :) Ted, avukatlıktan cumhuriyetçiliğe yüzlerce itici şeyi temsil ediyor olsa da kabul etmek lazım ki Claire'e çok iyi geliyordu ve en sonunda Claire'le birlikte olması bir hayli 'mutlu son' gibi geldi bana. Nitekim bu 2025 yılına kadar olmadığına göre, Claire'in 22-42 yaşları arasında gönlünce yaşadığını, Ruth'un özgürlük hayalinin dibine vurduğunu varsayıp sevinebiliriz.
Six Feet'in finali, özellikle son dakikaları harikaydı, aklınızda hiçbir soru, hiçbir yarım kalmışlık hissi bırakmayan türdendi. Kendi adıma çok az dizinin finali için "hah tam olması gerektiği gibi olmuş," diyebiliyorum, Six Feet bunlardan biri. Tek bir soru: Maggie'ye n'oldu? Niçin son sahnesinde doktordaydı? Nate tüm dünyaya minik Nate'cikler mi bıraktı yani ölmeden? :)
Bir de Brenda ve Billy (ve şu sonlardaki rüya sahnesi) üzerine yazmak lazım, ama apayrı bir yazı olur artık ondan.
Kısa kısa...
- Alan Ball, kız kardeşi öldükten sonra Six Feet Under'ı yazmaya karar vermiş.
- İlk bölüm yayınlandıktan sonraki 1 hafta içinde, HBO diziyi ikinci sezona uzatma kararı almış.
- Frances Conroy (Ruth), dizide Peter Krause'nin (Nate) annesini canlandırıyor, oysa aralarında sadece 12 yaş fark var.
- Misery'deki rolüyle Oscar alan Kathy Bates, birinci sezonda iki bölüm yönetmiş, üçüncü sezondan itibaren de Ruth'un arkadaşı Bettina rolüyle kalıcı konuk oyunculardan olmuş.
- Peter Krause (Nate), rolün verdiği politik ve insan hakları mesajları ona etkileyici geldiği için başta David rolü için seçmelere katılmış. Ama dizinin yaratıcısı Alan Ball, Nate Fisher rolünü oynayacak adamı bir türlü bulamıyormuş, Krause'nin oyunculuğu ve Rachel Griffiths (Brenda) ile arasındaki kimya da hoşuna gidince, Krause'ye Nate rolünü vermiş. İyi de olmuş, David'i Michael C. Hall'dan daha iyi oynayabilecek adam var mıdır?
- David, tiyatro kökenli Michael C. Hall'un ilk televizyon işi. Kamera karşısındaki ilk sahnesi de, ilk bölümde David'in babasının cesedini almak için morga gittiği sahneymiş.
- Brenda karakteri için Juliette Lewis seçmelere katılmış ama rolü alamamış. Avustralyalı Rachel Griffiths (ki tip olarak Lewis'e bir hayli benziyor sanki) senaryoyu okumuş ve Brenda'yı canlandırmayı çok isteyeceğini ima etmiş yapımcılara. Yapımcıların tek endişesi, Griffiths'in inandırıcı bir Amerikan aksanı yapıp yapamayacağıymış. Griffiths daha rolün okumalarını yapmadan, yapımcılarla ilk buluşmasında kusursuz bir Amerikan aksanıyla konuşmaya başlamışmış bile. Böylece rolü kapmış.
21 yorumcuk:
bir yazı ki, bir blog bulvarı efsanesi olan 'uzun okunmaz' ı yerle bir eden. çünkü iyi olan okunur...
ve acizane bir tebrik daha: görsel olarak yalnızca claire' in işlerini seçmeniz.
ardından bir soru: yangın sahnesinde çektiği fotoğraflar nerede?
*
'six feet under' yerine 'dokuz tahta altı' desek.
*
'kısa süren heroes macerasını saymazsak hiç dizim olmadı benim.ona da çizgi roman kültürüne yakınlığından dolayı şans vermiştim. ama sinema çalışanları grevinin ardından gelen bölümlerde çuvalladılar' dediğim bir arkadaşım 'six feet under' dedi ve dvdlerini elime tutuşturdu. alan ball' ı american beauty' den tanıyordum sadece o kadar.
söylediklerinize itirazım yok. (öyle güzel söylemişsiniz ki) belki bendeki etkisini ekleyebilirim: her ölümün erken olduğu muhakkak ama bu dizi benim ölüm duygusuyla barışmamı sağlamıştı. ölümün her an her yerde gelebilceğini öğretmişti. korkmanın bir manası yoktu ve ölüm de hayatın bir parçasıydı. bunun beni ne kadar rahatlattığını inkar edemem.
sonrasında bu yönüyle six feet under bana çok iyi geldi.
*
frances conroy, freddy rodriguez ve elbette michael c. hall' in oyunculuklarına bayılırken (üstelik michael c. hall' ın eşcinsel olmadığını öğrenince ve üzerine dexter gelince adını philip seymour hoffman' ın yanına yazıverdim.. frances conroy broken flowers'ta, freddy rodrigez de planet terror' de yanılmadığımı gösterdi.) peter krause ve lauren ambrose' nin hele de rachel griffits' in oyunculuklarından( peter karause' yı we don't live here anymore' da, rachel griffits' i ned kelly' de izledim, yine sevmedim) hiç hazzetmemiştim. brenda' nın erkek kardeşi ve annesi bende daha çok iz bırakmıştır. arada diziye konuk olan zaten başarılı isimleri saymaya gerek bile yok.
*
esyaları yaktıkları sahne ve kurt cobain' in öldüğü gün nate' in 'o öldü' diyerek ağladığı sahneyi sanırım ömrümün sonuna kadar unutmam.
final sahnesine gelince: hep nefret ettiğim ama kendimi bir türlü kurtaramadığım biten şeylerin verdiği hüzün duygusu yüzünden sadece neden araba reklamı gibi çekmişler bu sahneyi, diye kendimden kendime sorduğum soruyla hatırlıyorum.
*
hepsi de gittikleri yerlerde mutlu olsunlar.
Diziyi bitirenlerdenim.Gerçekten çok iyi bir ekiptiler.Ben dram türünde bir daha bu kadar kaliteli dizi izleyebileceğimi ummuyorum.Müziklerini,karakterlerin karakteristik özelliklerini,minik evin bodrum katını ve özellikle finali hayatım boyunca unutmayacağım.
sevgili verbumnonfacta,
ölüm ve attığım başlık konusunda: aslında çok haklısınız. six feet under aslında her an nedensiz gidebileceğimizi, ama aynen dediğiniz gibi ölümün korkulacak bir şey olmadığını ve hayatın ne büyük bir parçası olduğunu anlatıyor. ama beni ölüm duygusuyla barıştırmak ne kelime, içime daha çok ölüm korkusu salmış bile olabilir bu dizi :) yani bir anlamda "her ölüm erken ölümdür" eskisinden de çok geçerli hale geldi benim için. ama geçici olduğunu umuyorum bunun, ben son bölümlerin etkisinden çıkana kadar..
bir de gerçekten, nerde yangın sahnesindeki fotoğraflar? hbo'nun sitesinden aldım kullandığım görselleri, şimdi fark ettim o fotoğrafların olmadığını, keşke olsalarmış.
Çok güzel bir yazı olmuş, bak ben duymuştum bu diziyi ama izlememiştim, hemen bu akşam çekmeye başlıyacam reklam kampanyan gayet başarılı yani (: Kullandığın fotoğraflara da bayıldım. Spoiler ibaresinin altındaki kısımı çok merak ettim ama kendimi tutup okumadım, 5 sezonun tamamını izleyip okuycam, yapıcam bunu.
Ben en çok David'i severdim. Kendimle özdeşleştirdiğimden mi yoksa Mİcheal C.Hall çok iyi oynadığı için mi bilmiyorum :) Nate hakkındaki gözlemlerinize sonuna kadar katılıyorum, Nate ve Brenda nefret ettiğim iki karakterdi, öyle böyle değil ciddi ciddi nefret ederdim ama bu, son bölümlerdeki malum olayın beni üzmesini engellemedi. Ruth, Keith, Federico, Claire, hepsi harika karakterler ve harika oyunculardı.
Çok güzel bir yazı, 1 yılı geçti ben diziyi izleyeli ama yazıyı okuyunca dizi hala yayınlanıyor bende izliyormuşum gibi hissettim, bütün anılar çuuf geri geldi, Six Feet gerçekten de yaşamlarına anlam katmak isteyen, bizden hiç bir farkı olmayan insanları anlatıyor. Ölümle, tam da bu nedenle hayatla ilgili bir dizi.
Son bölümün son 10 dakikasında ağlamayan insan değildir demek istiyorum son olarak :)
öncelikle six feet under sizin deyiminizle tüm zamanların en iyi dizilerinden biridir bence :)
sonralıkla, ruth'u canlandıran frances conroy nip/tuck'da konuk oyuncuydu geçen hafta. kadına bir şeyler olmuş. dizi için yapılan özel bir makyaj filan değildiyse eğer, gözlerinden bir tanesini kaybetmiş olabilir.
bir de diziden tatlı bir detay; the office'in dwight'ı rainn wilson da ruth'un eksantrik sevgilisi rolünde görünmüştü kısa bir süre.
5 sezon boyunca her karaktere yaptıkları aptalca (ve insani) şeylerden dolayı en az bir kere sinir olabileceğiniz, fakat yine aynı sebepten genel olarak hepsini pek sevdiğiniz bir dizidir SFU. Ayrıca kısaltmasının "shut the fuck up" ile karıştırılabileceğini şu an farkettim. :)
Ayrıca sesim titremedi benim! :)
Çavlan, bu nasıl bir yazıdır böyle; okurken kendimi kaybettim resmen.Hani dedim ya bir daha izleyeceğim diye, bu "izleme" olayını daha fazla bekletemeyeceğim artık; içimde bir an önce tekrar başlama isteği belirdi valla..Bir de yazıyı okurken bir çok şeyi tekrar hatırladım; mesela ben ilk başlarda o ölüler ortaya çıktıklarında rahatsız olurdum..
Dikkat edersen "korkardım" demiyorum, bunu şu an kendime yediremiyorum çünkü..Sonra her bir kardeşim kendi hayat arkadaşını bulma yolları; ki o nasıl bir çakıllı yoldur..Benim favorim David'di, ne bileyim onun olduğu sahneleri ayrı bir severdim..
Zaten bende herkes gibi bu diziden sonra kendisini Dexter'da gördüğümde bir "höh" olmuştum..Claire'in sağı solu belli olmayan yapısına karşı her zaman temkinli yaklaşmak lazım tabi; ben en çok onun yapacaklarından tırsardım.Öyle masum görünümlü ama uçuk bir kızdı işte kendileri..
Çok güzel bir yazı olmuş gerçekten, eline sağlık..Bir an önce bir daha izlemek lazım; orası kesin...
short skirt'le kurşun kalem, sağolun var olun :) ss izle mutlaka, tv tarihinin en iyi dizilerinden olmaya aday six feet, kurşun son 10 dakikada ağlamayanlarla ilgili yazdıklarına katılıyorum :)
aslı, ya nette aratayım dedim, bir screenshot gördüm, içim fena oldu. gitmiş gerçekten kadının gözü herhalde. office'i izlemedim ama sanırım arthur'dan bahsediyorsun, müthiş bir karakterdi, müthiş! :)
umut, sevgilim, hadi ordan :)
ofori, teşekkür ederim, sayende çıktı bu yazı bir bakıma :) bende david/dexter süreci tersine işledi, adamı önce dexter'la tanıdım (ve hayran oldum), sonra six feet'te gördüm, bir kez daha hayran oldum. favori karakterim zaman zaman değişiyordu; claire, ruth, brenda, billy, baba nathaniel, ama sanırım en çok david'i severdim, yorumlardan anladığım kadarıyla david herkesin gözdesi :)
evet, arthur :)
Şu ana kadar izlediğim dizilerin haddi hesabı yok. Genelde absürd dizileri sevmekle meşgulüm. Bir de uzun ve kompleks bir hikayesi olacak, konsepti olacak. 20-25 dakikalık, bağımsız bölümlere sahip olan komedi dizilerini pek sevmem ve takip etmem mesela bing bang theory misali. SFU dediğimiz zaman benim için akan sular durur. Şu ana kadar izlediğim sayısız dizi arasında en başa koyduğum dizidir.
Bir, bir buçuk yıl kadar önce Babylon 5, SFU gibi iki diziyi aynı dönem peş peşe izlemiştim. Her iki dizi beni darmadağın etmişti. Hatta Battlestar Galactica da o esnalarda oyunculukları ile yardırıcı bir etkiye sahipti. O dönem bu üç dizi beni benden almış, eski yazı yazma ilhamlarına sahip olmadığım için hayıflanmıştım. Çünkü bu üç diziyi izlerken öyle fikirler geliyordu ki aklıma o dönemler ilhamlı olsaydım buna dair mükemmel bir kitap yazabileceğimi düşünüyordum. Yoğun ve stresli hayat buna engel oldu maalesef. Hoş, biz daha 5 yıl önce yazdığımız eseri kitaplaştırmak için bir şey yapmamışız, buna mu yapacaktım onu da bilmiyorum. :)
Bu yazı spoiler içerebilir diyip yazıma başlayayım.Öncelikle,yazı için eline sağlık. Yazında en beğendiğim nokta senin de benim gibi Nate'ten çok David'i sevenlerden olman :) Bence çoğu kişinin düşündüğünün aksine en sağlam karaktere sahip birey David. 2 sorunlu çocuğu cesurca evlat ednip onlara güzel bir hayat sunması,en zor dönemlerinde dahi Keith'ten umudu kesmeyip onu törpülemesi,ailesi için kendi avukatlık idealinden vazgeçmesi,kiliseye koyduğu tavır,kendilerini satın almak isteyen züppe firmaya koyduğu tavır... Hepsiyle David Fisher muhteşem olmasa da ailedeki en insan karakterdir bence. David'den sonra sevdiğim diğer karakter Claire. Masumluğu,coolluğu,umursamaz görünse de sevdiği insanlara olan dostluğu herşeyiyle etkileyici. 3. olarak da Federico'yu çok seviyorum. Verdiği kararlar,tepkilerle bizim insanlarımıza da çok benziyor.
Geriye kalan karakterlerden bir tane seç deseler Nate derim ama bu onun bir "loser" olduğunu düşünmeme engel değil açıkcası. Cool ayaklarına yatmasına rağmen Brenda tarafından aldatılması, hiç aklında yokken evliliğin içinde kendisi bulması ve en önemlisi aile işinden nefret ederken o işe saplanıp kalması Nate'i benim gözümde bir "loser" yapıyor. Ayrıca etrafındaki insanları mutlu etmek için sürekli olarak kendinden verdiği tavizlerin sonucunu kaldıramayıp sürekli onlara öfke duyması(ölmeden önce Brenda'ya yaptığı denyoluk,bunaldığı bir bölümde zavallı Ruth'a "herşey senin yüzünden. kal demesen böyle olmazdı." diye suç atması vb.) ona kızmamı gerektirse de tek başına ölecek olan gencin yanından ayrılmaması gibi detaylar da ona sempati duyduruyor.Zaten bu dizinin en güzel yanı karakterlerin hepimiz gibi iyi ve kötü yanları aynı anda içermesi ve bunun gerçekçi bir biçimde verilmesi. Son olarak Nate'in son rüyasında gördüğü hippi David figürünü Nate'in bilinçaltında David'in gay ve işkolik olmasını kabullenememesi ve dolayısıyla Nate'in bencilliğine veriyorum.
Nefret ediyorum bu diziden. Bu kadar gerçek olmamalı bir dizi. Bu kadar ağlatmamalı bir dizi. Son bölümünde çok uzun yıllardır dökmediğim kadar gözyaşı döktüm resmen (çok yanlış zamanda izlemiş olmamın da bir etkisi var tabii). Ki hala aklıma geldikçe başlıyorum ağlamaya. Fisher'ları resmen kendi ailem gibi benimsemişim, o kadar üzüyor ki bir daha göremeyecek olmak. Claire'i çok iyi anlıyorum, Nate'ten Brenda'ya çektirdikleri için nefret ediyorum, David sonunda mutlu bir aile kurduğu için çok seviniyorum, Ruth'a katlanamasam da yalnızlığını anlıyorum, off diziyi çok seviyorum!
Hele müzikler... Breathe Me o sahneye o kadar cuk oturmuş ki. Şarkının anlamı, melodisi, başındaki iç çekiş. Mahvetti beni. Ayrıca evin önünde geçmişlerini yakarken çalan Radiohead'in Lucky'si ve tabii ki Transatlanticism.
Nefis yazı ayrıca, daha güzel yazamazdım, anlatamazdım.
persephone, çok sağol. yorumunu okuyunca özlediğimi fark ettim diziyi. son bölümlerde ben de az ağlamamıştım ayrıca :)
şimdiye kadar izlediğim en muhteşem yapıttır six feet under.. yıllar önce izlemiştim.. daha sonra tekrar izledim.. bir kez daha izlerim sanırım.. yazı da fevkalade..
Çok güzel yazmışsınız gerçekten. Diziyi bugün bitirdim ve bir tür boşlukta gibiyim.
Sanki dizi izlemiyor da günlük yaşantıma devam ediyordum bu diziyi takip ederken. İlişkiler olsun, karakterler olsun o kadar gerçek ki. Dizi değil, bildiğin hayatın kendisi işte...
Ayrıca çok güzel gruplarla ve şarkılarla da tanıştırdı beni.
Şimdi Dexter'ı izlemeye başlarım diye düşünüyordum ama sanırım kendime David'i sindirmem için biraz zaman tanısam iyi olacak. :)
Şahane yazmışınız.Benim için başyapıttır bu dizi,hala özlerim,Ruth'un mutfağında bir fincan kahve içmek isterim.
Ölümü bu dizi ile sevdim bir çok insanın aksine.
Ellerinize sağlık.
ne zamandır erteliyordum final bölümünü izlemeyi. bugün bu yazıya denk gelmem çok iyi oldu, yazıyı okuyabilmek için hemen açtım finali izledim :)
bir de Maggie ilaç mümessiliydi diye hatırlıyorum, son bölümde doktorda bulunmasının sebebi de o diye düşündüm ben.
Bu diziyi hatırlamam, nefis yazıyı okumam, yorumlarla bir daha düşünmem çok iyi oldu.
Bu diziyi hatırlamam, nefis yazıyı okumam, yorumlarla bir daha düşünmem çok iyi oldu.
Yorum Gönder