Hem amiga serisinin hem de çocukluk oyunlarım (daha iyi ad bulamadım) serisinin sonuna geldik sevgili okurlar. İlk iki Amiga yazısını okumak isteyenler buraya ve buraya tıklasın. Acı var mı? Korkmayın, bu kısa sürecek.
Syndicate
Bilenleriniz olabilir, günümüzdeki Fable 1 ve 2’nin tasarımcısı olan Peter Molyneux’un eskiden çalıştığı firmanın ismi Bullfrog’du. Bize ne derseniz bilemem tabi, ama Bullfrog’un oyun dünyasına kattığı cevherlerden biridir Syndicate (Aynı firmadan çıkmış diğer favorim Dungeon Keeper’dır).
Syndicate yine amiga’ya has o karanlık havayı içeren güzel oyunlardan biriydi (kötü olsa neden yazayım di mi? Bin tane oyunu 3 yazıya sıkıştırmaya çalışınca böyle oluyor insan). Dünyayı ilerde şirketler yönetmeye başlamıştır ve güç savaşı devletlerden çok onlar arasında olmaya başlamıştır. Biz de oyuna şirketimizin ismine ve logosuna karar vererek başlarız oyunda. Amaç dünyayı ele geçirmektir (daha yaratıcı başka bir amaç vardıysa bile ben hatırlamıyorum) ve bunu bölgelere ayrılmış dünya haritasındaki görevleri temizleyerek yapmamız gerekmektedir. Görevlere 4 kişilik bir ekiple çıkarız ve bu ekibin elemanları, kafalarına çip takarak benliklerine el koyduğumuz zavallı sıradan insanlardır. Onları alıp ellerine silah tutuşturup sahaya süreriz, para kazandıkça vücutlarına güçlendirici parçalar takarız, daha hızlı hareket etmelerini, daha güçlü ve becerikli olmalarını sağlarız. Kısacası genelde alıştığımızın tersine, dünyayı kurtarmaya çalışan doğruluk savaşcısı değilizdir (Molyneux’un tüm oyunlarında bir şekilde iyi-kötü üzerine sıradışı bir vurgu vardır zaten, ya tamamen kötüyüzdür ve iyilere karşı savaş veririz (dungeon keeper), ya da iyi veya kötü olduğumuzu tamamen bizim davranışlarımız belirlemektedir (black&white, fable).
Syndicate’ı en bağımlılık yapıcı kılan şey, bir sürü insanın dolaştığı cyberpunk havası esen sokaklarda kullanmanın tadına vardığımız fantastik silahlardı. Mesela Persuadetron yaklaştığımız sivillerin beynini ele geçirip onları silah gücü olarak kullanmamızı sağlardı. Gauss Gun orayı burayı havaya uçuran bir nevi roket atar gibi bir şeydi. Bunun dışında makineli tüfekler ve alev makinaları vardı, bunlarla kalabalığa dalıp ortalığı patlatmak inanılmaz eğlenceliydi (Bu kadar kalabalık savaş sahnelerini 3d oyunların kaldırabilmesi için epeyce zaman geçmesi gerekti). Bunların yanında, görevler vur kırdan ibaret değildi, bilimadamı kaçırmak, bir şeyleri çalmak gibi görevler de oluyordu ve bazı mekanlara girebilmeniz için arabaları ele geçirip ekibi onlara bindirmeniz gerekirdi.
Universal Warrior
Bu oyunu pek bilen var mı bilmiyorum, robotumuzu modifiye eder yarışmalara katılırdık.(yarışma dediğim girişi ve çıkışı olan bir level’ı en kısa sürede bitirme yarışı). Level bitince, diğer şirketlerin robotlarının yaptığı sıralamayı görürdük (onlar bizimle aynı ekranda yarışmazdı, herkes ayrı yarışırdı yani) Levellar üstten görünürdü alien breed gibi, robotumuz hasar aldığında zor ilerlemeye başlar, eğer communication ünitesi bozulmuşsa ekranda cızırdamalar olmaya ve robotla bağlantımız kesilmeye başlardı. Levellar arasında neo-tokyo görüntüsü üzerine yaslanmış bir menü sisteminde bir sonraki level için kendimize bahis oynayabilir, robot için kaliteli parçalar alabilir (ya da ikinci el satan heriften kaçak robot parçaları alabilir), robotumuz bozulduysa tamire verebilir ya da repair shop’ta zaman için para ödeyip mekanı kiralayıp manual olarak kendimiz robotu tamir etmeye çalışabilirdik (Yani manual tamir kısmı da bir nevi mini-game’di).
Flash oyunları arasında benzerleri bulunabilecek bu oyunu neden sevdiğime gelirsek: 1) O zamanlar flash oyunları yoktu 2) Oyunun karanlık bir havası vardı ve detaylar insanı heyecanlandırıyordu. İkinci elciden aldığınız kaçak silahın bozulması ve haliyle garanti kapsamında olmaması gibi detaylar sıradan flash oyunlarında rastlanılan şeyler değil pek.
Walker
Bu oyunda iki ayağı üzerinde yürüyen ve ağzından makineli tüfek sarkan kocaman bir robotla, küçücük askerleri ve üzerimize bomba yağdıran bir sürü aracı delicesine tarıyorduk. Daha ne olsun? Bir kısmı II. Dünya Savaşı'nda (ama hiç olmadığı kadar karanlık tasvir edilmiş arka planlar eşliğinde), bir kısmı günümüzde, bir kısmı gelecekte geçen oyunda, oraya buraya zaman makinesiyle gidip savaşları gidişatını değiştirmeyi misyon edinmiş bir robottuk anladığım kadarıyla. Bir shooter için çok güzel fikirler (hedef aldığımız şeye sağ tıkla kilitlenebilme, sırtımıza ip atıp çıkan serserileri sallayarak düşürme gibi..) içermesinin ötesinde, ekranda küçücük gözüken adamları o kadar kanlı ve gerçekçi bir şekilde ölürken gösterebilme başarısına da nail olmuştu bu oyun.
Evet, bu yazı serisinin de sonuna geldik. Kimse sormadan anlatmaya alışmadığım için benim için garip bir süreç olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Bu bilgiler kime ne fayda sağlar bilmiyorum ama geçmişime baktığımda beni bu kadar etkileyen bir dönemi, en azından kendi açımdan belgelemiş oldum. Daha düşünsem bir sürü başka oyun da bulurum herhalde, hatta sonrasında yazmadıklarım için de üzülürüm muhtemelen ama n’apalım. Şimdilik bu kadar.
Syndicate
Bilenleriniz olabilir, günümüzdeki Fable 1 ve 2’nin tasarımcısı olan Peter Molyneux’un eskiden çalıştığı firmanın ismi Bullfrog’du. Bize ne derseniz bilemem tabi, ama Bullfrog’un oyun dünyasına kattığı cevherlerden biridir Syndicate (Aynı firmadan çıkmış diğer favorim Dungeon Keeper’dır).
Syndicate yine amiga’ya has o karanlık havayı içeren güzel oyunlardan biriydi (kötü olsa neden yazayım di mi? Bin tane oyunu 3 yazıya sıkıştırmaya çalışınca böyle oluyor insan). Dünyayı ilerde şirketler yönetmeye başlamıştır ve güç savaşı devletlerden çok onlar arasında olmaya başlamıştır. Biz de oyuna şirketimizin ismine ve logosuna karar vererek başlarız oyunda. Amaç dünyayı ele geçirmektir (daha yaratıcı başka bir amaç vardıysa bile ben hatırlamıyorum) ve bunu bölgelere ayrılmış dünya haritasındaki görevleri temizleyerek yapmamız gerekmektedir. Görevlere 4 kişilik bir ekiple çıkarız ve bu ekibin elemanları, kafalarına çip takarak benliklerine el koyduğumuz zavallı sıradan insanlardır. Onları alıp ellerine silah tutuşturup sahaya süreriz, para kazandıkça vücutlarına güçlendirici parçalar takarız, daha hızlı hareket etmelerini, daha güçlü ve becerikli olmalarını sağlarız. Kısacası genelde alıştığımızın tersine, dünyayı kurtarmaya çalışan doğruluk savaşcısı değilizdir (Molyneux’un tüm oyunlarında bir şekilde iyi-kötü üzerine sıradışı bir vurgu vardır zaten, ya tamamen kötüyüzdür ve iyilere karşı savaş veririz (dungeon keeper), ya da iyi veya kötü olduğumuzu tamamen bizim davranışlarımız belirlemektedir (black&white, fable).
Syndicate’ı en bağımlılık yapıcı kılan şey, bir sürü insanın dolaştığı cyberpunk havası esen sokaklarda kullanmanın tadına vardığımız fantastik silahlardı. Mesela Persuadetron yaklaştığımız sivillerin beynini ele geçirip onları silah gücü olarak kullanmamızı sağlardı. Gauss Gun orayı burayı havaya uçuran bir nevi roket atar gibi bir şeydi. Bunun dışında makineli tüfekler ve alev makinaları vardı, bunlarla kalabalığa dalıp ortalığı patlatmak inanılmaz eğlenceliydi (Bu kadar kalabalık savaş sahnelerini 3d oyunların kaldırabilmesi için epeyce zaman geçmesi gerekti). Bunların yanında, görevler vur kırdan ibaret değildi, bilimadamı kaçırmak, bir şeyleri çalmak gibi görevler de oluyordu ve bazı mekanlara girebilmeniz için arabaları ele geçirip ekibi onlara bindirmeniz gerekirdi.
Universal Warrior
Bu oyunu pek bilen var mı bilmiyorum, robotumuzu modifiye eder yarışmalara katılırdık.(yarışma dediğim girişi ve çıkışı olan bir level’ı en kısa sürede bitirme yarışı). Level bitince, diğer şirketlerin robotlarının yaptığı sıralamayı görürdük (onlar bizimle aynı ekranda yarışmazdı, herkes ayrı yarışırdı yani) Levellar üstten görünürdü alien breed gibi, robotumuz hasar aldığında zor ilerlemeye başlar, eğer communication ünitesi bozulmuşsa ekranda cızırdamalar olmaya ve robotla bağlantımız kesilmeye başlardı. Levellar arasında neo-tokyo görüntüsü üzerine yaslanmış bir menü sisteminde bir sonraki level için kendimize bahis oynayabilir, robot için kaliteli parçalar alabilir (ya da ikinci el satan heriften kaçak robot parçaları alabilir), robotumuz bozulduysa tamire verebilir ya da repair shop’ta zaman için para ödeyip mekanı kiralayıp manual olarak kendimiz robotu tamir etmeye çalışabilirdik (Yani manual tamir kısmı da bir nevi mini-game’di).
Flash oyunları arasında benzerleri bulunabilecek bu oyunu neden sevdiğime gelirsek: 1) O zamanlar flash oyunları yoktu 2) Oyunun karanlık bir havası vardı ve detaylar insanı heyecanlandırıyordu. İkinci elciden aldığınız kaçak silahın bozulması ve haliyle garanti kapsamında olmaması gibi detaylar sıradan flash oyunlarında rastlanılan şeyler değil pek.
Walker
Bu oyunda iki ayağı üzerinde yürüyen ve ağzından makineli tüfek sarkan kocaman bir robotla, küçücük askerleri ve üzerimize bomba yağdıran bir sürü aracı delicesine tarıyorduk. Daha ne olsun? Bir kısmı II. Dünya Savaşı'nda (ama hiç olmadığı kadar karanlık tasvir edilmiş arka planlar eşliğinde), bir kısmı günümüzde, bir kısmı gelecekte geçen oyunda, oraya buraya zaman makinesiyle gidip savaşları gidişatını değiştirmeyi misyon edinmiş bir robottuk anladığım kadarıyla. Bir shooter için çok güzel fikirler (hedef aldığımız şeye sağ tıkla kilitlenebilme, sırtımıza ip atıp çıkan serserileri sallayarak düşürme gibi..) içermesinin ötesinde, ekranda küçücük gözüken adamları o kadar kanlı ve gerçekçi bir şekilde ölürken gösterebilme başarısına da nail olmuştu bu oyun.
Evet, bu yazı serisinin de sonuna geldik. Kimse sormadan anlatmaya alışmadığım için benim için garip bir süreç olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Bu bilgiler kime ne fayda sağlar bilmiyorum ama geçmişime baktığımda beni bu kadar etkileyen bir dönemi, en azından kendi açımdan belgelemiş oldum. Daha düşünsem bir sürü başka oyun da bulurum herhalde, hatta sonrasında yazmadıklarım için de üzülürüm muhtemelen ama n’apalım. Şimdilik bu kadar.
3 yorumcuk:
Syndicate ve Walker en çok oynadığım oyunlardandı, beni o günlere döndürdünüz.
Derviş bey, derviş bey bu oyunlara asıl tat katan arkadaş ortamıydı; oyun oynarken yediğimiz kek, börek, poğaça bilimum abur cubur ve hasta olana kadar içilen kola-fantaydı.
Tabi bir de sınırsız mavraydı.
Görkem'in "bu oyun istenileni verememiş" demesi, ismi lazım değil bir vatandaşın "biraz da biz oynasaydık" cümleleriydi.
Dervo bey az mı sensible soccer oynadık amiga'da? Hoş sen fazla sevmezdin. Az mı Morşıl Kambet'te fatality yaptık.
Ne günlerdi değil mi dervişim. Bulursam Amiga 500 veya 600 alacağım dervo, aklında bulunsun.
Kal sağlıcakla. Yengeye selam. Takipçinizim.
NP: Skyclad - Words Upon The Street
liu kang'in ejderhali fatalitisi icin kac disket degistirildi, butun amerika kitasi kac turn'de demir aglarla oruldu, daggerfall dev farelerden nasil temizlendi. gencler bilmez.
eline saglik.
Koray senin bi pentium vardi, x10 hizli cd okuyucusu da vardi koc gibi, amiga'yi naapcan ki?
Yorum Gönder