Yazar: Mike Flanagan & Jeff Howard
Oyuncular: Karen Gillan, Brenton Thwaites ve Katee Sackhoff
Tür: Korku
Yapım yılı: 2013
Süre: 104 dk.
Ülke: ABD
IMDb puanı: 6.6/10
Umut'un puanı: 8/10
Çavlan'ın puanı: 8/10
Dostane uyarı: Uzun süredir yazmayan yazarın açılma sürecini atlayıp direkt filme dair yazılanları okumak için alt başlığa kadar olan kısmı geçmek isteyebilirsiniz.
Korku filmleri. Asla herkesi aynı anda mutlu edemeyecek olan sinemanın o kadersiz alt kümesi.
Gerçi aynı şey her tür için söylenebilir, ama diğerlerinde nedense beklentileri karşılamak daha kolay olsa gerek gibi gelmiştir bana hep. Aksiyon, drama, komedi veya aşk filmlerine giderken az çok beklentiniz bellidir ve herkesin beğendiği bir filmi sevmeseniz bile, beğenmediğiniz şeyleri kendinizce açıklamak nispeten kolaydır. Belki karakterleri sevmemişsinizdir, belki senaryodaki mantık hataları sizi rahatsız etmiştir, belki türün tanımında yer alan ve vaadedilen şey her neyse ondan yeterince bulamamışsınız filmde.
Korku filmleri de, seyirciye kağıt üstünde basit bir şey vaadeder aslında; korkutmak. Ama bu basit tanıma bile dikkatli bakınca türün farklılığını görmek mümkündür esasında. Hiçbir aşk filmi bizi gerçek anlamda aşık etmeye veya ayrılık acısını birebir hissettirmeye çalışmaz. Hiçbir aksiyon filminde kendimiz adına endişe duymayız. Bu duyguları hissetmeyiz demek istemiyorum, ama çoğu zaman kaygılarımız ve heyecanlarımız karakterlerle kurduğumuz empati üstünden belirlenir. Oysa korku filmerine bizzat korkmak için gideriz (en azından bir kısmımız). Karakterlerin yaşadığı korku ne kadar büyük olursa olsun, bizim o saf duyguyu hissedebilmemiz için bu tek başına yeterli değildir genelde. Bize karşı bir tehdit unsuru içermediğini bildiğimiz filmin bir parçası olarak içine girebilmemiz gerekir. Bunun önemini bilenler her zaman ışıkları kapatırlar, mümkünse yağmurlu bir günün gecesinde evde uygun ortamı hazırlayıp filmlerini izlerler. Tabii kötü bir korku filmini arkadaşlarla konuşarak izlemenin de ayrı bir keyfi olabilir ama kurşun kalemi kürdan olarak kullanmak gibi esas amacın ve konumuzun dışında kalıyor.
Üstüne üstlük herkes aynı şeylerden korkmaz ve bu korkuların bazılarını tanımlamak bile bazen çok zordur, hatta belki korkunun kendisinin önemli bir kısmı buradan kaynaklanıyor olabilir. Sanırım benim için izleyip beğendiğim (veya beğenmediğim) bir korku filmi hakkında hissettiklerimi aktarmayı zorlaştıran şey de bu.
Sözün özü, Oculus’un size için korkutucu gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. Ama beni korktuttu bu film. Normalde Çavlan’ın çığlıkları eşliğinde “haha şimdi sarılcak bana” diyerek keyifle film izlemeye alışmış olan biri olarak, bu sefer betimin benzimin biraz attığını ve sürekli ona sarılarak izlediğimi kabul etmek durumundayım. Bunun nedenlerinin analizini başarılı olarak yapabileceğime dair inancım da yukarıda anlattığım etmenlerden ötürü pek yüksek değil. Sonuçta korkular çeşit çeşit, sizin damak tadınıza göre olup olmadığını anlamanız için şans verip gidip görmenizi tavsiye ederim.
Filme gelirsek...
Oculus, çocukken (günümüzden 10 sene önce) akıl sağlığı koğuşunda gözetim altına alınan Tim’in serbest bırakılmasıyla başlıyor. Bu noktada, 10 sene önce Tim’in ailesinin başına felaket bir şeyler geldiğini ve anne-babasının ölümünden dolayı Tim’in sorumlu tutulduğunu öğreniyoruz.
Gel gör ki, Tim’in kız kardeşi Kaylie, bu olayların sorumlusunun tamamen doğa üstü bir varlık olduğuna inanıyor ve kardeşi çıkar çıkmaz onun masumiyetini ispatlamak üzere onu da kurduğu planın içine çekiyor: Kaylie’nin amacı zamanında evlerinde babalarının çalışma odasında asılı olan antika aynayı terkedilmiş evlerine tekrar götürüp duvara astıktan sonra, olacak olayların hepsini kardeşiyle beraber kameralara kaydetmek, hatta mümkünse bu süreç içinde aynayı da etkisiz hale getirmek. Tabii ki önceki kurbanlardan ve kendi yaşadıklarından ders almış bir şekilde olabildiğince iyi bir hazırlık eşliğinde.
(Kameralar demişken, yanlış anlaşılma olmasın, film Paranormal Activity gibi found footage türünde değil, yani olanları shaky handycam’den izlemiyoruz)
Oculus’a bu haliyle dışardan bakıldığında çok yeni bir şey sunuyor gibi gözükmeyebilir, keza hayaletli ayna/cam/obje hikayesi çok tüketilmiş bir konu, bu doğrultuda olacaklar da az çok tahmin edilebilir. Fakat Tim ve Kaylie anılarla dolu eski evlerinde bu deneyi başlattıktan sonra, belli zamanlarda belli belirsiz şekilde geçmişe de dönüp o zaman olan olayları deneyimleyerek öğreniyoruz. Hikaye ilerledikçe, geçmiş ve şu an olan olaylar da birbirine giriyor iyice, ve bununla beraber ne gerçek ne değil onu da sorgulamaya başlıyoruz. Bu da insanı her saniye merak ve korku içinde bırakan güzel bir deneyim yaratıyor.
Film, aksiyondan çok diyaloglara ve yavaş yavaş hikayenin açılmasına dayanan sahnelere dayanıyor. Her an yerimizden sıçramıyoruz ve adrenalin salgılamıyoruz belki ama özellikle sonlara doğru birikmiş gerilimden dolayı her sahne giderek daha ürkütücü ve tedirgin edici bir hal alıyor. Bu bence anlatılan hikaye için doğru bir seçim olmuş ama herkesin hoşuna gitmeyebilir. Ayrıca film kendi konusunu çok başarılı bir şekilde toparlıyor.
Ben oldukça keyifle izledim bu filmi dediğim gibi. The Conjuring’le beraber bakıldığında, korku türünün tekrar canlanabileceğine dair umutlarımı yeşertti. Bunu yaparken de biraz ürküttü, ama sanırım onun için söylenmeye pek hakkım yok. Battlestar Galactica’nın Starbuck’ını anne rolünde görmek isteyenler ayrıca kaçırmasın.
Korku filmleri. Asla herkesi aynı anda mutlu edemeyecek olan sinemanın o kadersiz alt kümesi.
Gerçi aynı şey her tür için söylenebilir, ama diğerlerinde nedense beklentileri karşılamak daha kolay olsa gerek gibi gelmiştir bana hep. Aksiyon, drama, komedi veya aşk filmlerine giderken az çok beklentiniz bellidir ve herkesin beğendiği bir filmi sevmeseniz bile, beğenmediğiniz şeyleri kendinizce açıklamak nispeten kolaydır. Belki karakterleri sevmemişsinizdir, belki senaryodaki mantık hataları sizi rahatsız etmiştir, belki türün tanımında yer alan ve vaadedilen şey her neyse ondan yeterince bulamamışsınız filmde.
Korku filmleri de, seyirciye kağıt üstünde basit bir şey vaadeder aslında; korkutmak. Ama bu basit tanıma bile dikkatli bakınca türün farklılığını görmek mümkündür esasında. Hiçbir aşk filmi bizi gerçek anlamda aşık etmeye veya ayrılık acısını birebir hissettirmeye çalışmaz. Hiçbir aksiyon filminde kendimiz adına endişe duymayız. Bu duyguları hissetmeyiz demek istemiyorum, ama çoğu zaman kaygılarımız ve heyecanlarımız karakterlerle kurduğumuz empati üstünden belirlenir. Oysa korku filmerine bizzat korkmak için gideriz (en azından bir kısmımız). Karakterlerin yaşadığı korku ne kadar büyük olursa olsun, bizim o saf duyguyu hissedebilmemiz için bu tek başına yeterli değildir genelde. Bize karşı bir tehdit unsuru içermediğini bildiğimiz filmin bir parçası olarak içine girebilmemiz gerekir. Bunun önemini bilenler her zaman ışıkları kapatırlar, mümkünse yağmurlu bir günün gecesinde evde uygun ortamı hazırlayıp filmlerini izlerler. Tabii kötü bir korku filmini arkadaşlarla konuşarak izlemenin de ayrı bir keyfi olabilir ama kurşun kalemi kürdan olarak kullanmak gibi esas amacın ve konumuzun dışında kalıyor.
Üstüne üstlük herkes aynı şeylerden korkmaz ve bu korkuların bazılarını tanımlamak bile bazen çok zordur, hatta belki korkunun kendisinin önemli bir kısmı buradan kaynaklanıyor olabilir. Sanırım benim için izleyip beğendiğim (veya beğenmediğim) bir korku filmi hakkında hissettiklerimi aktarmayı zorlaştıran şey de bu.
Sözün özü, Oculus’un size için korkutucu gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. Ama beni korktuttu bu film. Normalde Çavlan’ın çığlıkları eşliğinde “haha şimdi sarılcak bana” diyerek keyifle film izlemeye alışmış olan biri olarak, bu sefer betimin benzimin biraz attığını ve sürekli ona sarılarak izlediğimi kabul etmek durumundayım. Bunun nedenlerinin analizini başarılı olarak yapabileceğime dair inancım da yukarıda anlattığım etmenlerden ötürü pek yüksek değil. Sonuçta korkular çeşit çeşit, sizin damak tadınıza göre olup olmadığını anlamanız için şans verip gidip görmenizi tavsiye ederim.
Filme gelirsek...
Oculus, çocukken (günümüzden 10 sene önce) akıl sağlığı koğuşunda gözetim altına alınan Tim’in serbest bırakılmasıyla başlıyor. Bu noktada, 10 sene önce Tim’in ailesinin başına felaket bir şeyler geldiğini ve anne-babasının ölümünden dolayı Tim’in sorumlu tutulduğunu öğreniyoruz.
Gel gör ki, Tim’in kız kardeşi Kaylie, bu olayların sorumlusunun tamamen doğa üstü bir varlık olduğuna inanıyor ve kardeşi çıkar çıkmaz onun masumiyetini ispatlamak üzere onu da kurduğu planın içine çekiyor: Kaylie’nin amacı zamanında evlerinde babalarının çalışma odasında asılı olan antika aynayı terkedilmiş evlerine tekrar götürüp duvara astıktan sonra, olacak olayların hepsini kardeşiyle beraber kameralara kaydetmek, hatta mümkünse bu süreç içinde aynayı da etkisiz hale getirmek. Tabii ki önceki kurbanlardan ve kendi yaşadıklarından ders almış bir şekilde olabildiğince iyi bir hazırlık eşliğinde.
(Kameralar demişken, yanlış anlaşılma olmasın, film Paranormal Activity gibi found footage türünde değil, yani olanları shaky handycam’den izlemiyoruz)
Oculus’a bu haliyle dışardan bakıldığında çok yeni bir şey sunuyor gibi gözükmeyebilir, keza hayaletli ayna/cam/obje hikayesi çok tüketilmiş bir konu, bu doğrultuda olacaklar da az çok tahmin edilebilir. Fakat Tim ve Kaylie anılarla dolu eski evlerinde bu deneyi başlattıktan sonra, belli zamanlarda belli belirsiz şekilde geçmişe de dönüp o zaman olan olayları deneyimleyerek öğreniyoruz. Hikaye ilerledikçe, geçmiş ve şu an olan olaylar da birbirine giriyor iyice, ve bununla beraber ne gerçek ne değil onu da sorgulamaya başlıyoruz. Bu da insanı her saniye merak ve korku içinde bırakan güzel bir deneyim yaratıyor.
Film, aksiyondan çok diyaloglara ve yavaş yavaş hikayenin açılmasına dayanan sahnelere dayanıyor. Her an yerimizden sıçramıyoruz ve adrenalin salgılamıyoruz belki ama özellikle sonlara doğru birikmiş gerilimden dolayı her sahne giderek daha ürkütücü ve tedirgin edici bir hal alıyor. Bu bence anlatılan hikaye için doğru bir seçim olmuş ama herkesin hoşuna gitmeyebilir. Ayrıca film kendi konusunu çok başarılı bir şekilde toparlıyor.
Ben oldukça keyifle izledim bu filmi dediğim gibi. The Conjuring’le beraber bakıldığında, korku türünün tekrar canlanabileceğine dair umutlarımı yeşertti. Bunu yaparken de biraz ürküttü, ama sanırım onun için söylenmeye pek hakkım yok. Battlestar Galactica’nın Starbuck’ını anne rolünde görmek isteyenler ayrıca kaçırmasın.
5 yorumcuk:
Bu yazi cok iyi oldu. Su aralar fena halde seyredip korkutacak eli yuzu duzgun korku filmi arayisindaydim. Yeni filmlerin buyuk kismini takip ederim ama Oculus birsekilde gozumden kacmis. Oneri icin cok tesekkur ederim.
Söylerken hiç utanmıyorum tüylerimin ürperdiği, korkudan altıma etme noktasına bıdım bıdım yaklaştığım ve zannederim ki bir noktada çığlık bile attığım film. Bu arada yeni yazılar geliyor seviniyoruz:)
Umut, öldüğünü düşünmeye başlamıştım gerçekten... Harika bir yayın olmuş. Senin anlatımın olmasaydı beğenmezdim.
vee Paylaşım sayısını arttırmalısın.
@Batu, teşekkürler sevindim beğenmene :)
nerelerdesiniz umut abi artık sahalara dönün .)
Yorum Gönder