(Incendies, Midnight in Paris, Lady Vengeance, In Time, Sleeping Beauty, Melancholia, One Day, Breaking Dawn)
Incendies
Yönetmen: Denis Villeneuve • Yazar: Denis Villeneuve, Wajdi Mouawad (tiyatro oyunu) • Oyuncular: Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin ve Maxim Gaudette • Ülke: Kanada&Fransa • Yıl: 2010 • Tür: Dram|Gizem|Savaş • IMDb Puanı: 8.2/10 • Benim puanım: 5/5
Jeanne ve Simon ismindeki ikizler, annelerinin ani ölümünün ardından vasiyeti okunduğunda ikinci bir şok yaşarlar. Anneleri ölmeden hemen önce iki mektup yazmış ve çocuklarından bu mektupları sahiplerine teslim etmelerini vasiyet etmiştir, ancak ondan sonra kendilerine yazdığı üçüncü ve son mektubu açıp okuyabileceklerdir. Mektupların biri, çocukların var olduğunu bile bilmedikleri ağabeylerine, diğeri ise kendileri doğmadan öldüğünü sandıkları babalarına yazılmıştır. Anne çocuklar bebekken Kanada'ya göç etmiş ve ülkesine bir daha hiç dönmemiştir, ama şimdi ikizler annelerinin geçmişindeki esrar perdesini aralayabilmek ve son dileğini yerine getirebilmek adına Ortadoğu'ya uzanan, isimlerini bile bilmedikleri iki kişiyi aradıkları zorlu bir yolculuğa çıkmaları gerekmektedir (bu Ortadoğu ülkesinin adı filmde hiç geçmiyor, ancak herkes Lübnan'ı düşünmüştür sanıyorum). İzlendikten sonraki günlerde yüzde tokat+boğazda yumru hisleri yaratmak Incendies'in olası yan etkilerinden. İnsanı fena çarpan bir film ama mideniz güçlüyse olağanüstü etkileyici bulacağınızı ileri gidip garanti bile edebilirim. Benim için bu yıl izlediğim en iyi filmlerden biri oldu.
Midnight in Paris
Yönetmen: Woody Allen • Yazar: Woody Allen • Oyuncular: Owen Wilson, Marion Cotillard ve Rachel McAdams • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Komedi|Fantastik|Romantik • IMDb Puanı: 7.8/10 • Benim puanım: 4/5
Başarılı eski senaryo yazarı ve henüz pek başarılı olmayan çiçeği burnunda roman yazarı Gil, nişanlısı Inez ile Paris'e seyahate gelir, bir Fransız şirketiyle işlerini birleştirmeye çalışan Inez'in cumhuriyetçi anne-babası da onlarla birliktedir. Gil Paris'i o kadar çok sever ki, Inez'le evlendikten sonra burada yaşamanın hayallerini kurar, Inez ise kısa tatilde bile etrafında Amerikalıların olmasını özleyen, Gil'in roman yazma hayallerine burun kıvıran ve Hollywood'a dönmesini isteyen, insanı kusturacak seviyedeki sığlığının yanında güzelliği bir süre sonra bir anlam ifade etmemeye başlayan bir hatundur. Dünyanın en büyük gıcığı ünvanını alabilecek özenti entel eski sevgilisi ve onun yeni sevgilisiyle karşılaştıklarında iki çift olarak birlikte takılmaya başlarlar. Bir gece onlardan fena yorulan Gil, üçlüyü dansa göndererek otele tek başına, yürüyerek dönmeye karar verir. Yağmur altında uzun yürüyüşleri çok seven nostaljik romantik Gil, tam geceyarısında önünde eski bir araba durup da içindeki şamatacı yabancılar onu bir partiye davet edince teklifi ikiletmez. Romanının belli ki kendisiyle özdeşleştirdiği baş karakteri bir nostalji dükkanı işleten, Paris'in altın çağının 1920'lerde olduğuna inanan kahramanımız geçmişe açılan sihirli bir kapıdan geçmiştir ve sonraki gecelerde F. Scott Fitzgerald'dan Ernest Hemingway'e, Pablo Picasso'dan Gertrude Stein'a, Dorothy Parker'dan Cole Porter'a, T.S. Eliot'tan Henri Matisse'e, Luis Bunuel'den Salvador Dali'ye kadar neredeyse bütün kahramanlarıyla tanışıp sohbet edeceği büyülü bir yolculuğa çıkar.
Lady Vengeance [Chinjeolhan geumjassi]
Yönetmen: Chan-wook Park • Yazar: Chan-wook Park, Seo-Gyeong Jeong • Oyuncular: Yeong-ae Lee, Min-sik Choi ve Shi-hoo Kim • Ülke: Güney Kore • Yıl: 2005 • Tür: Suç|Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 7.7/10 • Benim puanım: 4/5
Lady Vengeance, Chan-wook Park'ın intikam üçlemesindeki filmlerin sonuncusu -bir diğeri kendi başına şaheser sayılabilecek Oldboy'du hatırlarsanız-. Üçlemedeki diğer filmler gibi hem nefis müzikler, hem de görsel bir şölen sunuyor Lady Vengeance, sanırım diğerlerinden farkı şiddet, kan ve işkence sahnelerinin bir hayli az olması ve filmin genel bir şiirli rüya tadında geçmesi. Şiddet dozu az olsa da hikayesi, özellikle ikinci yarıdaki hikayesi çok çarpıcı. Konu kısaca şöyle: Altı yaşındaki bir çocuğu öldürme suçundan on üç buçuk yıl hapse mahkum edilen Guem-ja Lee, hapisten çıkınca, eski hücre arkadaşlarının da yardımıyla asıl suçlu olan İngilizce öğretmeni seri katil Baek üzerinde olağanüstü bir intikam planını uygulamaya koyulur. (Lady Vengeance ismiyle pazarlanmış film ama orijinal Korece adı çevrildiğinde İntikam Hanım değil Nazik Hanım Geum-ja oluyormuş.)
In Time
Yönetmen: Andrew Niccol • Yazar: Andrew Niccol • Oyuncular: Justin Timberlake, Amanda Seyfried ve Cillian Murphy • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Aksiyon|Bilim Kurgu • IMDb Puanı: 6.6/10 • Benim puanım: 1.5/5
In Time, Justin Timberlake faktörüne rağmen (!) Andrew Niccol yazmışsa iyi yazmıştır mutlaka diyerek izleme talihsizliğine uğradığım bir film oldu, Niccol 1997'de hem yazıp hem yönettiği Gattaca ve 98'de de senaryosunu yazdığı Truman Show filmleriyle beni çok etkilemişti çünkü. Filmimiz bir bilimkurgu, gelecekte geçiyor. Kollarında elektronik zaman sayaçlarıyla doğan insanların yaşlanması 25 yaşına geldiklerinde duruyor ve "zaman" bulabilirlerse, sonsuza kadar gencecik yaşama şansına erişiyorlar. Ama 25'te çalışmaya başlayan sayaç onlara sadece bir yıl daha veriyor, eğer gerekli zamanı başka insanlardan bulamaz ya da çalışarak kazanamazlarsa, 26 yaşında ölüyorlar. Bu distopik toplumda vakit nakittir sözü gerçek olmuş, zaman artık para yerine kullanılıyor, insanların kira, elektrik, gıda gibi ihtiyaçlarını karşılarken de, otobüse binerken ya da sinemaya giderken de yaptıkları ödeme, zaman yoluyla oluyor. Tabii ki zenginler ve fakirler arasında bir uçurum var, kollarındaki sayaçlarda binlerce yılla gezen zenginler ülkenin bir tarafında, o günü çıkarabilmek için deliler gibi çalışan fakirler diğer tarafta. Justin Timberlake fakir ama iyi kalpli kahraman gencimizi oynuyor: tesadüf eseri asla bulamayacağı bir miktara, 110 yıla konan kahramanımız, annesini son anda kollarında ölüvermekten kurtaramayınca sisteme çok kızıp, zenginlerden öç almaya, fakirlere zaman dağıtmaya falan karar verir. Tabii o arada işlemediği bir cinayetten suçlanır, çok zengin ve kötü bir adamın iyi kalpli kızıyla birlikte peşindeki zaman gözetmenlerinden kaçmaya başlar (bu arada resimde görünen Cillian Murphy bu time-watcher'lardan birini oynuyordu ki sanırım filmdeki en ve hatta tek güzel şeydi). Tek tek filmin saçmalıklarını sayacak değilim çünkü şimdiden yeterince ve hatta fazlasıyla yer ayırmış olduğumu fark ettim bu yazıda In Time'a – nitekim senaryodaki saçmalıklar, mantık hataları ve klişe ötesi diyalog ve sahneler de saymakla bitecek gibi değil. Yani konu ilgi çekici ama senaryo, karakterler, oyuncular, işin aksiyon kısmı, hiçbir şey olmamış. En kötüsü de, seyircisini her saniye aptal yerine koyması. İronik olacak ama zaman israfı In Time'ı görmek.
Sleeping Beauty
Yönetmen: Julia Leigh • Yazar: Julia Leigh • Oyuncular: Emily Browning, Rachael Blake ve Ewen Leslie • Ülke: Avustralya • Yıl: 2011 • Tür: Dram • IMDb Puanı: 5.4/10 • Benim puanım: 3.5/5
Üniversitede okuyan, yaşam masraflarını karşılamak için çeşitli işlerde çalışan ama para yetiştiremeyen Lucy, çok gizli akşam yemeği partilerinde özel iç çamaşırlarıyla garsonluk işine başlar. Bundan gelen para da yetmeyince, yine aynı yere onu daha ağır işlerde kullanabileceği bilgisini verir ve böylece "uyuyan güzel" olur. Uyuyan güzellik, Lucy'nin kendisini tamamen bayıltacak bir ilacı çayla birlikte içmesi, sonra da bilinci kapanmadan hemen önce giysilerini çıkararak bir yatağa uzanmasından oluşur, gerisini Lucy görmez ama biz görürüz, oysa bedenine neler yapıldığını bilmeden ertesi sabah uyanır sadece. Müşteriler Lucy'ye diledikleri her şeyi yapabilirler, tek kural penetrasyonun olmamasıdır. Sleeping Beauty'nin metacritic gibi ortamlarda aldığı puanlar düşük, eleştirmenlerin çoğu da yerden yere vurdu filmi. Biraz fazla haksızlık edilmiş gibi geliyor bana ama bir anlamda daha iyi bir film olabilecekken elindeki malzemeyi sonuna kadar kullanmamış olduğunu da kabul ediyorum. Pek çok seyirciye sıkıcı gelebilecek bir durağanlığı var, uçlardaki konusuyla herkese göre değil ve ana karakterine karşı bile aşırı mesafeli bir duruş sergiliyor. Olaylara bu kadar uzaktan ve soğuk bakmasa ve daha az gizli kapaklı bir anlatımı olsa çoğunluğa hitap edebilecek bir sinema deneyimi sunabilirdi, yine de seyircinin hayalgücüne ve kavrayışına bir şeyler bırakması ve her minik ayrıntının diyaloglarla seyirciye aktarma zorunluğuna uyulmamış olması yer yer hoşuma bile gitti benim. Sonunda yenileceğini bildiği halde öyle ya da böyle yaşamak isteyen genç bir kızla yitip gitmekte olan erkek seksüelliğinin altındakilere attığı fena halde tutarlı bakışla sevdiğim bir film oldu Sleeping Beauty sonuç olarak. Sadece Emily Browning'nin her sahnesinde perileri andıran bir güzellikle arz-ı endam etmesi bile filmi izlenir kılmaya yetebilir aslında.
Melancholia
Yönetmen: Lars von Trier • Yazar: Lars von Trier • Oyuncular: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg ve Kiefer Sutherland • Ülke: Danimarka • Yıl: 2011 • Tür: Dram|Bilim Kurgu • IMDb Puanı: 7.5/10 • Benim puanım: 4/5
Trier'in son filmi olan Melancholia, birbirine zıt karakterde iki kız kardeş üzerine. Filmin ilk yarısı kardeşlerden bipolar kişilik bozukluğundan muzdarip gibi görünenin düğün gecesine yoğunlaşıyor, uzun bir saat boyunca bir düğünü ve Justine'in başta anlaşılmaz görünen kaçış ve kapanışlarını izliyoruz. İkinci yarı ise duygularıyla bir türlü yüzleşemeyen (ve ikiyüzlü burjuva ahlakı yer yer mide bulandıran) ablanın, Claire'in dünyanın çok yakınından geçip gidecek olan mavi bir gezegen ya bize çarparsa da yaşam biterse çırpınışları üzerine yoğunlaşıyor. Melancholia apokaliptik bir film gibi görünüyor ama Melankoli gezegeniyle ilgili açılış sekansı dışında ikinci yarıdan önce bilgi alamıyor, dünyanın sonu anlarını da apokaliptik filmlerde alıştığımız gibi dünyanın farklı bölgelerindeki kitlelerinin gözünden değil, sadece ve sadece Claire'in evinden ve oradaki bir avuç insanın üzerinden görüyoruz. Hikaye bu gezegenle ve dünyanın sonuyla ilgili gibi görünse de Melancholia bir bilim kurgu filmi değil, iki kadının karakterleri, sevgi eksiklikleri ve anksiyeteleri üzerine, çarpan gezegen de her şeyden önce bir metafor. Başta Kirsten Dunst olmak üzere Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Charlotte Rampling, John Hurt ve Alexander Skarsgård, hepsi çok iyiler. Görsel olarak da olağanüstü güzel bir film. Breaking the Waves ya da Dancer in the Dark kadar etkileyici bulmadım ama Trier'in son yıllarda çektiği filmlere baktığımızda aralarında en iyisi kesinlikle. Genel olarak Lars von Trier'in filmlerini sevmeyenlerin ise bu filmi beğeneceğini tahmin ediyorum, Melancholia belki şimdiye dek yaptığı en mainstream iş olmuş yönetmenin çünkü. Yine de her Lars von Trier filmi gibi herkese göre değil, kuşkunuz varsa hiç izlemeyin :)
One Day
Yönetmen: Lone Scherfig • Yazar: David Nicholls (senaryo ve roman) • Oyuncular: Anne Hathaway, Jim Sturgess ve Patricia Clarkson • Ülke: İngiltere • Yıl: 2011 • Tür: Dram|Romantik • IMDb Puanı: 6.7/10 • Benim puanım: 3/5
One Day, aynı isimli romanın uyarlaması (kitapla ilgili yazımı okumak isterseniz buradan). 80'lerin sonunda, üniversiteden mezun olmak üzereyken tanışıp tek gecelik ilişkimsisi yaşayan ve ilişkileri arkadaşlığa dönüşen Dexter ve Emma'nın yirmi yıl boyunca her yıl birer gününü, 15 temmuz'larını anlatıyor. Yıldan yıla atlamak, kahramanların hayatında pek çok önemli olayı kaçırma ihtimalinden dolayı biraz riskli bir teknik gibi görünse de, kitapta yazar her köşeye ustaca minik ipuçları serpiştirmişti ve kazanılanlar, kaybedilenler, mutluluklar, üzüntüler, sevinçler ve acılar, kısaca hayat ileri sararak geçtiği, geçip giden zaman zekice kullanıldığı için de roman çok sürükleyiciydi. Aynısını film için söylemek zor - senaryo kötü değil ama daha iyi bir uyarlama olabilirdi, yine de sanırım sorun yönetimde. Kolay izlenen, hoş bir film çıkmış ortaya ama kitabın etkileyiciliğinden uzak, fazla hafif, çok sabun köpüğü olmuş. Anne Hathaway de, tatlı bir hatun ve severiz kendisini falan ama, çok alakasız bir Emma. Arada kayan aksanı sırıtıyor, kızıl renkte olmayan saçları sırıtıyor, fazla şirin hali sırıtıyor, vs. Sonuç olarak kafa dağıtıp hoş vakit geçirmek için izlenebilecek bir film olmuş ama kitabı biliyorsanız öyle aman aman memnun kalmayacaksınız yüksek ihtimal.
Breaking Dawn
Yönetmen: Bill Condon • Yazar: Melissa Rosenberg (senaryo), Stephenie Meyer (roman) • Oyuncular: Kristen Stewart, Robert Pattinson ve Taylor Lautner • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Fantastik|Romantik • IMDb Puanı: 4.7/10 • Benim puanım: 1/5
Hollywood'da roman uyarlamalarını ikiye bölme modası başladı. Harry Potter'ın son kitabı için mantıklıydı bu, çünkü çok uzun ve bol olaylı bir kitaptı o, tek filme sığdırılmaya çalışsa hiçbir şey anlaşılmazdı. Aynısı Breaking Dawn için geçerli değil, kitabın uyarlamasını iki film halinde çekme kararı da çok mantıksız o yüzden. Hemen hemen hiç olmayan bir konudan bahsediyoruz, kısaltılabilecek, hatta tamamen atılabilecek o kadar çok sahne var ki filmde. Neyse, konunun özeti şu: Vampirlerin ve kurtadamların da olaya dahil olduğu doğaüstü tuhaf bir hamilelik. Bu kadar. Uzun versiyonunu isterseniz, şöyle: Edward ve Bella bir türlü bitmeyen bir düğünle evlenir ve balayında birlikte olurlar (evlenmeden önce sevgilisiyle cinsel ilişkiye girmeyecek kadar "ahlaklı" kan içici katil vampirin hikayesini hatırlıyor musunuz? öööh). Bu birlikteliğin iki sonucu olur, birincisi Bella'nın orasında burasında morluk ve çürükler (Edward kızı o kadar istemiştir ki, yanlışlıkla kemiklerini unufak etmemek için orasını burasını morartmıştır, yani aslında kadınlar, sizi döven kocalarınız bunu sizi çok sevdikleri için yapıyorlar, biliyorsunuz bunu değil mi?!! Lütfen!) ile karnında vampir-insan kırması bir pıhtı. Evet dostlar, Bella, 100 yıldan uzun süredir buz gibi bir vücuda, çalışmayan iç oranlarına, atmayan bir kalbe ve var olmayan bir soluğa sahip yani kısaca 100 yıldan uzun süredir ölü olan Edward'ın ne hikmetse ölü olmayan spermlerinden hamile kalmıştır. Bu hamilelik Bella'yı içten içe yiyip bitirmektedir, acaba içinden çıkacak yaratık iyi midir kötü müdür vs vs, filmin kalanı bu deli saçması hikayeyle ve zayıf mı zayıf diyaloglarla büyük bir melodram havasında geçer.
Temeline indiğimizde beynin yıkanmasından başka bir şey olmayan "imprinting" hadisesi, benim zevkime göre bile (böyle konularda fazlasıyla açık görüşlü olduğumu sanıyorum) fazla tüyler ürperticiydi. Bilmeyenler için: Imprinting kurtadamlar için varolan, beşik kertmesi gibi bir hadise. Birine imprint olduklarında karşı koyamıyor, ömürleri boyunca o insanı seviyorlar. İlk üç film boyunca aşık aşık Bella'nın peşinde koşan kurtadam Jacob, Bella doğum yapınca aslında o kız bebeğe aşık olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini anlıyor. Bu kadar yıl Bella'nın peşinden koşması da, aslında Bella'ya değil, onun içindeki (henüz orada olmayan ama bir gün içinde olacak) bu cenine karşı çekilmesinden kaynaklanıyormuş. Ööööh ve öööök demek istiyorum.
Son olarak, hiçbir Twilight fanı gelip de "madem bu kadar eleştireceksin niye izliyorsun, serinin dördüncü filmi bu, böyle olacağını baştan kestiremiyor musun rererö" yapmasın rica ederim, nefret ettiğim ve yerin dibine sokmayı sevdiğim için değil, eğlenceli bulduğum için izliyorum, izliyorum çünkü o kadar kötü ki komik, bu kadar basit. Her boktan film izlenip incelenmemeli tabii ki, sorun bu kadar berbat olup da bu kadar hasılat rekorları kırmasında, saçmasapan bir fenomene dönüşmüş olmasında.
[Serinin kitaplarıyla ve ilk filmiyle ilgili iki yıl önceki fikirlerim için şuradan, film serisiyle ilgili genel bir "neler neler öğrendim" yazısı içinse buradan. Son olarak Edward'ın (yani Pattinson'ın) cazibesinin yıllar içindeki gelişim ve değişimini görmek için, öncesi ve sonrası resmi.]
Incendies
Yönetmen: Denis Villeneuve • Yazar: Denis Villeneuve, Wajdi Mouawad (tiyatro oyunu) • Oyuncular: Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin ve Maxim Gaudette • Ülke: Kanada&Fransa • Yıl: 2010 • Tür: Dram|Gizem|Savaş • IMDb Puanı: 8.2/10 • Benim puanım: 5/5
Jeanne ve Simon ismindeki ikizler, annelerinin ani ölümünün ardından vasiyeti okunduğunda ikinci bir şok yaşarlar. Anneleri ölmeden hemen önce iki mektup yazmış ve çocuklarından bu mektupları sahiplerine teslim etmelerini vasiyet etmiştir, ancak ondan sonra kendilerine yazdığı üçüncü ve son mektubu açıp okuyabileceklerdir. Mektupların biri, çocukların var olduğunu bile bilmedikleri ağabeylerine, diğeri ise kendileri doğmadan öldüğünü sandıkları babalarına yazılmıştır. Anne çocuklar bebekken Kanada'ya göç etmiş ve ülkesine bir daha hiç dönmemiştir, ama şimdi ikizler annelerinin geçmişindeki esrar perdesini aralayabilmek ve son dileğini yerine getirebilmek adına Ortadoğu'ya uzanan, isimlerini bile bilmedikleri iki kişiyi aradıkları zorlu bir yolculuğa çıkmaları gerekmektedir (bu Ortadoğu ülkesinin adı filmde hiç geçmiyor, ancak herkes Lübnan'ı düşünmüştür sanıyorum). İzlendikten sonraki günlerde yüzde tokat+boğazda yumru hisleri yaratmak Incendies'in olası yan etkilerinden. İnsanı fena çarpan bir film ama mideniz güçlüyse olağanüstü etkileyici bulacağınızı ileri gidip garanti bile edebilirim. Benim için bu yıl izlediğim en iyi filmlerden biri oldu.
Midnight in Paris
Yönetmen: Woody Allen • Yazar: Woody Allen • Oyuncular: Owen Wilson, Marion Cotillard ve Rachel McAdams • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Komedi|Fantastik|Romantik • IMDb Puanı: 7.8/10 • Benim puanım: 4/5
Başarılı eski senaryo yazarı ve henüz pek başarılı olmayan çiçeği burnunda roman yazarı Gil, nişanlısı Inez ile Paris'e seyahate gelir, bir Fransız şirketiyle işlerini birleştirmeye çalışan Inez'in cumhuriyetçi anne-babası da onlarla birliktedir. Gil Paris'i o kadar çok sever ki, Inez'le evlendikten sonra burada yaşamanın hayallerini kurar, Inez ise kısa tatilde bile etrafında Amerikalıların olmasını özleyen, Gil'in roman yazma hayallerine burun kıvıran ve Hollywood'a dönmesini isteyen, insanı kusturacak seviyedeki sığlığının yanında güzelliği bir süre sonra bir anlam ifade etmemeye başlayan bir hatundur. Dünyanın en büyük gıcığı ünvanını alabilecek özenti entel eski sevgilisi ve onun yeni sevgilisiyle karşılaştıklarında iki çift olarak birlikte takılmaya başlarlar. Bir gece onlardan fena yorulan Gil, üçlüyü dansa göndererek otele tek başına, yürüyerek dönmeye karar verir. Yağmur altında uzun yürüyüşleri çok seven nostaljik romantik Gil, tam geceyarısında önünde eski bir araba durup da içindeki şamatacı yabancılar onu bir partiye davet edince teklifi ikiletmez. Romanının belli ki kendisiyle özdeşleştirdiği baş karakteri bir nostalji dükkanı işleten, Paris'in altın çağının 1920'lerde olduğuna inanan kahramanımız geçmişe açılan sihirli bir kapıdan geçmiştir ve sonraki gecelerde F. Scott Fitzgerald'dan Ernest Hemingway'e, Pablo Picasso'dan Gertrude Stein'a, Dorothy Parker'dan Cole Porter'a, T.S. Eliot'tan Henri Matisse'e, Luis Bunuel'den Salvador Dali'ye kadar neredeyse bütün kahramanlarıyla tanışıp sohbet edeceği büyülü bir yolculuğa çıkar.
Lady Vengeance [Chinjeolhan geumjassi]
Yönetmen: Chan-wook Park • Yazar: Chan-wook Park, Seo-Gyeong Jeong • Oyuncular: Yeong-ae Lee, Min-sik Choi ve Shi-hoo Kim • Ülke: Güney Kore • Yıl: 2005 • Tür: Suç|Dram|Gerilim • IMDb Puanı: 7.7/10 • Benim puanım: 4/5
Lady Vengeance, Chan-wook Park'ın intikam üçlemesindeki filmlerin sonuncusu -bir diğeri kendi başına şaheser sayılabilecek Oldboy'du hatırlarsanız-. Üçlemedeki diğer filmler gibi hem nefis müzikler, hem de görsel bir şölen sunuyor Lady Vengeance, sanırım diğerlerinden farkı şiddet, kan ve işkence sahnelerinin bir hayli az olması ve filmin genel bir şiirli rüya tadında geçmesi. Şiddet dozu az olsa da hikayesi, özellikle ikinci yarıdaki hikayesi çok çarpıcı. Konu kısaca şöyle: Altı yaşındaki bir çocuğu öldürme suçundan on üç buçuk yıl hapse mahkum edilen Guem-ja Lee, hapisten çıkınca, eski hücre arkadaşlarının da yardımıyla asıl suçlu olan İngilizce öğretmeni seri katil Baek üzerinde olağanüstü bir intikam planını uygulamaya koyulur. (Lady Vengeance ismiyle pazarlanmış film ama orijinal Korece adı çevrildiğinde İntikam Hanım değil Nazik Hanım Geum-ja oluyormuş.)
In Time
Yönetmen: Andrew Niccol • Yazar: Andrew Niccol • Oyuncular: Justin Timberlake, Amanda Seyfried ve Cillian Murphy • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Aksiyon|Bilim Kurgu • IMDb Puanı: 6.6/10 • Benim puanım: 1.5/5
In Time, Justin Timberlake faktörüne rağmen (!) Andrew Niccol yazmışsa iyi yazmıştır mutlaka diyerek izleme talihsizliğine uğradığım bir film oldu, Niccol 1997'de hem yazıp hem yönettiği Gattaca ve 98'de de senaryosunu yazdığı Truman Show filmleriyle beni çok etkilemişti çünkü. Filmimiz bir bilimkurgu, gelecekte geçiyor. Kollarında elektronik zaman sayaçlarıyla doğan insanların yaşlanması 25 yaşına geldiklerinde duruyor ve "zaman" bulabilirlerse, sonsuza kadar gencecik yaşama şansına erişiyorlar. Ama 25'te çalışmaya başlayan sayaç onlara sadece bir yıl daha veriyor, eğer gerekli zamanı başka insanlardan bulamaz ya da çalışarak kazanamazlarsa, 26 yaşında ölüyorlar. Bu distopik toplumda vakit nakittir sözü gerçek olmuş, zaman artık para yerine kullanılıyor, insanların kira, elektrik, gıda gibi ihtiyaçlarını karşılarken de, otobüse binerken ya da sinemaya giderken de yaptıkları ödeme, zaman yoluyla oluyor. Tabii ki zenginler ve fakirler arasında bir uçurum var, kollarındaki sayaçlarda binlerce yılla gezen zenginler ülkenin bir tarafında, o günü çıkarabilmek için deliler gibi çalışan fakirler diğer tarafta. Justin Timberlake fakir ama iyi kalpli kahraman gencimizi oynuyor: tesadüf eseri asla bulamayacağı bir miktara, 110 yıla konan kahramanımız, annesini son anda kollarında ölüvermekten kurtaramayınca sisteme çok kızıp, zenginlerden öç almaya, fakirlere zaman dağıtmaya falan karar verir. Tabii o arada işlemediği bir cinayetten suçlanır, çok zengin ve kötü bir adamın iyi kalpli kızıyla birlikte peşindeki zaman gözetmenlerinden kaçmaya başlar (bu arada resimde görünen Cillian Murphy bu time-watcher'lardan birini oynuyordu ki sanırım filmdeki en ve hatta tek güzel şeydi). Tek tek filmin saçmalıklarını sayacak değilim çünkü şimdiden yeterince ve hatta fazlasıyla yer ayırmış olduğumu fark ettim bu yazıda In Time'a – nitekim senaryodaki saçmalıklar, mantık hataları ve klişe ötesi diyalog ve sahneler de saymakla bitecek gibi değil. Yani konu ilgi çekici ama senaryo, karakterler, oyuncular, işin aksiyon kısmı, hiçbir şey olmamış. En kötüsü de, seyircisini her saniye aptal yerine koyması. İronik olacak ama zaman israfı In Time'ı görmek.
Sleeping Beauty
Yönetmen: Julia Leigh • Yazar: Julia Leigh • Oyuncular: Emily Browning, Rachael Blake ve Ewen Leslie • Ülke: Avustralya • Yıl: 2011 • Tür: Dram • IMDb Puanı: 5.4/10 • Benim puanım: 3.5/5
Üniversitede okuyan, yaşam masraflarını karşılamak için çeşitli işlerde çalışan ama para yetiştiremeyen Lucy, çok gizli akşam yemeği partilerinde özel iç çamaşırlarıyla garsonluk işine başlar. Bundan gelen para da yetmeyince, yine aynı yere onu daha ağır işlerde kullanabileceği bilgisini verir ve böylece "uyuyan güzel" olur. Uyuyan güzellik, Lucy'nin kendisini tamamen bayıltacak bir ilacı çayla birlikte içmesi, sonra da bilinci kapanmadan hemen önce giysilerini çıkararak bir yatağa uzanmasından oluşur, gerisini Lucy görmez ama biz görürüz, oysa bedenine neler yapıldığını bilmeden ertesi sabah uyanır sadece. Müşteriler Lucy'ye diledikleri her şeyi yapabilirler, tek kural penetrasyonun olmamasıdır. Sleeping Beauty'nin metacritic gibi ortamlarda aldığı puanlar düşük, eleştirmenlerin çoğu da yerden yere vurdu filmi. Biraz fazla haksızlık edilmiş gibi geliyor bana ama bir anlamda daha iyi bir film olabilecekken elindeki malzemeyi sonuna kadar kullanmamış olduğunu da kabul ediyorum. Pek çok seyirciye sıkıcı gelebilecek bir durağanlığı var, uçlardaki konusuyla herkese göre değil ve ana karakterine karşı bile aşırı mesafeli bir duruş sergiliyor. Olaylara bu kadar uzaktan ve soğuk bakmasa ve daha az gizli kapaklı bir anlatımı olsa çoğunluğa hitap edebilecek bir sinema deneyimi sunabilirdi, yine de seyircinin hayalgücüne ve kavrayışına bir şeyler bırakması ve her minik ayrıntının diyaloglarla seyirciye aktarma zorunluğuna uyulmamış olması yer yer hoşuma bile gitti benim. Sonunda yenileceğini bildiği halde öyle ya da böyle yaşamak isteyen genç bir kızla yitip gitmekte olan erkek seksüelliğinin altındakilere attığı fena halde tutarlı bakışla sevdiğim bir film oldu Sleeping Beauty sonuç olarak. Sadece Emily Browning'nin her sahnesinde perileri andıran bir güzellikle arz-ı endam etmesi bile filmi izlenir kılmaya yetebilir aslında.
Melancholia
Yönetmen: Lars von Trier • Yazar: Lars von Trier • Oyuncular: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg ve Kiefer Sutherland • Ülke: Danimarka • Yıl: 2011 • Tür: Dram|Bilim Kurgu • IMDb Puanı: 7.5/10 • Benim puanım: 4/5
Trier'in son filmi olan Melancholia, birbirine zıt karakterde iki kız kardeş üzerine. Filmin ilk yarısı kardeşlerden bipolar kişilik bozukluğundan muzdarip gibi görünenin düğün gecesine yoğunlaşıyor, uzun bir saat boyunca bir düğünü ve Justine'in başta anlaşılmaz görünen kaçış ve kapanışlarını izliyoruz. İkinci yarı ise duygularıyla bir türlü yüzleşemeyen (ve ikiyüzlü burjuva ahlakı yer yer mide bulandıran) ablanın, Claire'in dünyanın çok yakınından geçip gidecek olan mavi bir gezegen ya bize çarparsa da yaşam biterse çırpınışları üzerine yoğunlaşıyor. Melancholia apokaliptik bir film gibi görünüyor ama Melankoli gezegeniyle ilgili açılış sekansı dışında ikinci yarıdan önce bilgi alamıyor, dünyanın sonu anlarını da apokaliptik filmlerde alıştığımız gibi dünyanın farklı bölgelerindeki kitlelerinin gözünden değil, sadece ve sadece Claire'in evinden ve oradaki bir avuç insanın üzerinden görüyoruz. Hikaye bu gezegenle ve dünyanın sonuyla ilgili gibi görünse de Melancholia bir bilim kurgu filmi değil, iki kadının karakterleri, sevgi eksiklikleri ve anksiyeteleri üzerine, çarpan gezegen de her şeyden önce bir metafor. Başta Kirsten Dunst olmak üzere Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Charlotte Rampling, John Hurt ve Alexander Skarsgård, hepsi çok iyiler. Görsel olarak da olağanüstü güzel bir film. Breaking the Waves ya da Dancer in the Dark kadar etkileyici bulmadım ama Trier'in son yıllarda çektiği filmlere baktığımızda aralarında en iyisi kesinlikle. Genel olarak Lars von Trier'in filmlerini sevmeyenlerin ise bu filmi beğeneceğini tahmin ediyorum, Melancholia belki şimdiye dek yaptığı en mainstream iş olmuş yönetmenin çünkü. Yine de her Lars von Trier filmi gibi herkese göre değil, kuşkunuz varsa hiç izlemeyin :)
One Day
Yönetmen: Lone Scherfig • Yazar: David Nicholls (senaryo ve roman) • Oyuncular: Anne Hathaway, Jim Sturgess ve Patricia Clarkson • Ülke: İngiltere • Yıl: 2011 • Tür: Dram|Romantik • IMDb Puanı: 6.7/10 • Benim puanım: 3/5
One Day, aynı isimli romanın uyarlaması (kitapla ilgili yazımı okumak isterseniz buradan). 80'lerin sonunda, üniversiteden mezun olmak üzereyken tanışıp tek gecelik ilişkimsisi yaşayan ve ilişkileri arkadaşlığa dönüşen Dexter ve Emma'nın yirmi yıl boyunca her yıl birer gününü, 15 temmuz'larını anlatıyor. Yıldan yıla atlamak, kahramanların hayatında pek çok önemli olayı kaçırma ihtimalinden dolayı biraz riskli bir teknik gibi görünse de, kitapta yazar her köşeye ustaca minik ipuçları serpiştirmişti ve kazanılanlar, kaybedilenler, mutluluklar, üzüntüler, sevinçler ve acılar, kısaca hayat ileri sararak geçtiği, geçip giden zaman zekice kullanıldığı için de roman çok sürükleyiciydi. Aynısını film için söylemek zor - senaryo kötü değil ama daha iyi bir uyarlama olabilirdi, yine de sanırım sorun yönetimde. Kolay izlenen, hoş bir film çıkmış ortaya ama kitabın etkileyiciliğinden uzak, fazla hafif, çok sabun köpüğü olmuş. Anne Hathaway de, tatlı bir hatun ve severiz kendisini falan ama, çok alakasız bir Emma. Arada kayan aksanı sırıtıyor, kızıl renkte olmayan saçları sırıtıyor, fazla şirin hali sırıtıyor, vs. Sonuç olarak kafa dağıtıp hoş vakit geçirmek için izlenebilecek bir film olmuş ama kitabı biliyorsanız öyle aman aman memnun kalmayacaksınız yüksek ihtimal.
Breaking Dawn
Yönetmen: Bill Condon • Yazar: Melissa Rosenberg (senaryo), Stephenie Meyer (roman) • Oyuncular: Kristen Stewart, Robert Pattinson ve Taylor Lautner • Ülke: ABD • Yıl: 2011 • Tür: Fantastik|Romantik • IMDb Puanı: 4.7/10 • Benim puanım: 1/5
Hollywood'da roman uyarlamalarını ikiye bölme modası başladı. Harry Potter'ın son kitabı için mantıklıydı bu, çünkü çok uzun ve bol olaylı bir kitaptı o, tek filme sığdırılmaya çalışsa hiçbir şey anlaşılmazdı. Aynısı Breaking Dawn için geçerli değil, kitabın uyarlamasını iki film halinde çekme kararı da çok mantıksız o yüzden. Hemen hemen hiç olmayan bir konudan bahsediyoruz, kısaltılabilecek, hatta tamamen atılabilecek o kadar çok sahne var ki filmde. Neyse, konunun özeti şu: Vampirlerin ve kurtadamların da olaya dahil olduğu doğaüstü tuhaf bir hamilelik. Bu kadar. Uzun versiyonunu isterseniz, şöyle: Edward ve Bella bir türlü bitmeyen bir düğünle evlenir ve balayında birlikte olurlar (evlenmeden önce sevgilisiyle cinsel ilişkiye girmeyecek kadar "ahlaklı" kan içici katil vampirin hikayesini hatırlıyor musunuz? öööh). Bu birlikteliğin iki sonucu olur, birincisi Bella'nın orasında burasında morluk ve çürükler (Edward kızı o kadar istemiştir ki, yanlışlıkla kemiklerini unufak etmemek için orasını burasını morartmıştır, yani aslında kadınlar, sizi döven kocalarınız bunu sizi çok sevdikleri için yapıyorlar, biliyorsunuz bunu değil mi?!! Lütfen!) ile karnında vampir-insan kırması bir pıhtı. Evet dostlar, Bella, 100 yıldan uzun süredir buz gibi bir vücuda, çalışmayan iç oranlarına, atmayan bir kalbe ve var olmayan bir soluğa sahip yani kısaca 100 yıldan uzun süredir ölü olan Edward'ın ne hikmetse ölü olmayan spermlerinden hamile kalmıştır. Bu hamilelik Bella'yı içten içe yiyip bitirmektedir, acaba içinden çıkacak yaratık iyi midir kötü müdür vs vs, filmin kalanı bu deli saçması hikayeyle ve zayıf mı zayıf diyaloglarla büyük bir melodram havasında geçer.
Temeline indiğimizde beynin yıkanmasından başka bir şey olmayan "imprinting" hadisesi, benim zevkime göre bile (böyle konularda fazlasıyla açık görüşlü olduğumu sanıyorum) fazla tüyler ürperticiydi. Bilmeyenler için: Imprinting kurtadamlar için varolan, beşik kertmesi gibi bir hadise. Birine imprint olduklarında karşı koyamıyor, ömürleri boyunca o insanı seviyorlar. İlk üç film boyunca aşık aşık Bella'nın peşinde koşan kurtadam Jacob, Bella doğum yapınca aslında o kız bebeğe aşık olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini anlıyor. Bu kadar yıl Bella'nın peşinden koşması da, aslında Bella'ya değil, onun içindeki (henüz orada olmayan ama bir gün içinde olacak) bu cenine karşı çekilmesinden kaynaklanıyormuş. Ööööh ve öööök demek istiyorum.
Son olarak, hiçbir Twilight fanı gelip de "madem bu kadar eleştireceksin niye izliyorsun, serinin dördüncü filmi bu, böyle olacağını baştan kestiremiyor musun rererö" yapmasın rica ederim, nefret ettiğim ve yerin dibine sokmayı sevdiğim için değil, eğlenceli bulduğum için izliyorum, izliyorum çünkü o kadar kötü ki komik, bu kadar basit. Her boktan film izlenip incelenmemeli tabii ki, sorun bu kadar berbat olup da bu kadar hasılat rekorları kırmasında, saçmasapan bir fenomene dönüşmüş olmasında.
[Serinin kitaplarıyla ve ilk filmiyle ilgili iki yıl önceki fikirlerim için şuradan, film serisiyle ilgili genel bir "neler neler öğrendim" yazısı içinse buradan. Son olarak Edward'ın (yani Pattinson'ın) cazibesinin yıllar içindeki gelişim ve değişimini görmek için, öncesi ve sonrası resmi.]
19 yorumcuk:
etkilenmemek için şimdilik okumadım. şimdilik. birazcık kıskanıyor da olabilirim sizi.
sevgiler.
Aman aman Breaking Dawn ömrümde izlediğim en sıkıcı filmdi, hatırlayınca içim daraldı yafu.
One Day'in kitabını tabii ki senden görüp okumuş ve çok sevmiştim, filmi izlemedim. Sleeping Beauty'i merak ediyorum...
Şu an 'One Day'in kitabını okuyorum, ilk sayfalarda kendimi çok kaptıramadım kitaba ama ortalarına geldim ve şimdi çok daha zevkle okuyorum. Filmin kitap kadar olamayacağını tahmin etmiştim ama bitirir bitirmez hemen film izlicem.
Melancholia'yı çok ama çok merak ettim.
incendies'i nicin gormemisin diye kizdim kendime okuyuncu kritiginizi. in time'i izleme talihsizligine ben de dustum malesef epic fail diye tanimliyorum filmi. midnight in paris benim gibi w.allen'in filmlrini pek sevmeyen sinemaseverleri bile buyuleyen bir film oldu. sleeping beauty ve lady vengeance'i epey merak ettim, izleyecegim.
her zamanki gibi harika yorumlar olmuş..2011 sinema açısından ne verimli bir yıl oldu di mi,özellikle son çeyreği.. melancholia, midnight, incendies, hepsi çok çok iyiydi... şimdi hugo ve shame var benim için sırada ama shame'i bir kaç aydan önce göremiycez sanırım. breaking dawn yazısına baya güldüm:))
Konu dışı ancak site ile ilgili bir talebim var:
partial summary feed yerine, full feed desteği verebilir misiniz?
Teşekkürler
Melancholia bence çok etkileyici bir filmdi. İsminden müsemma, bu filmin esas konusu depresyon. Bu depresyon somut bir şekilde Justine'in durumunda sunulmuş. Yaklaşan gezegen ise ölümü simgeliyor. Ölüm bize giderek yaklaşan, görmezden gelsek de inkar da etsek eninde sonunda karşılaşacağımız bir olgu. Ölüm kaçınılmaz. Justine ölüm fikrinden pek korkmadığı gibi, çekici de buluyor (gezegenin soluk ışığındaki "melancholia" banyosu).
“Ölümün olduğu yerde hiçbirşey ciddi değildir” demiş düşünür. Depresifler ölümün mevcudiyetini ve herşeyin anlamsızlığını sürekli hissederler. Diğer insanlar ise yokmuşçasına yaşamaya devam ederler. Sanki varlıkta en önemli mekan ve zaman kendilerinin içinde bulunduğu zaman ve mekan gibi. Bir nevi kendini aldatma (bkz. Depresif Realizm).
Bu makro – depresif bakış açısına göre hayatımızın – bırakın günlük yaşamın ufak tefek olaylarını, düğün gibi en önemli sayılan anların bile bir manası yoktur aslında. Filmin ilk yarısı bu anlamsızlık duygusu üzerinden gidiyor. Justine’i kınayan kardeşi ve onun kocası onu kınıyorlar bu durumundan dolayı, ancak öleceklerini anladıkları zaman ondan da daha dehşetli tepkiler veriyorlar. Oysa zaten bir gün öleceklerdi. Justine’in farkı bu gerçeği her zaman hissetmesi, kafasından atamamasıydı. Justine o yüzden kızkardeşine kızıyor, bu zaten kaçınılmaz bir gerçek değil miydi? Melodramın ne anlamı var? Elinde şarap Beethoven eşliğinde ölmenin, dünya yokolduktan sonra anlamı boşlukta mı süzülecek?
Bizim olağan yaşamlarımız başımızın üstündeki bu gezegen yokmuşçasına yaşama çabamız üzerine kurulu, Lars von Trier bu düşünceyi çok güzel görüntüler ve müzikler eşliğinde işlemiş. Herkese şiddetle tavsiye ederim.
fatih birinci: süper anlatmışsın filmi, çok yerinde tespitler.
gokhan: yazılara devam linki (jump link) koyunca otomatikman kısalıyor feed de sanırım. böylesini (yani insanların yazıları gelip siteden okumalarını) tercih de ederiz açıkçası, rss reader'larda fontlardan görsellerin konumu ve boyutuna kadar yazı düzeni bozuk görünüyor çünkü.
Melancholia'yı göresel olarak etkileyici bulmuştum, bazı bölümlerinden çok hoşlanmıştım, korkak baba Keith'den nefret etmiştim. Ancak filmi anlayamamıştım. Bu nedenle yazınızı ve yorumlarınızı beğendim.
Sleeping Beauty'yi çok merak ediyorum, One Day'in de kitaptan daha zayıf olduğunu bile bile izleyeceğim sanırım.
Bu listede en çok zevk alarak izlediğim film Midnight oldu, hayran olduğum yazarlar ve güzel espriler beni çok mutlu etti.
Ben Bu Filmlerden İzlediklerime Notlarım:
Incendies 5/5
In Time 5/3
Sleeping Beauty 5/2
One day 5/4
Midnight İn Paris ve Melancholia'yı Bir An Evvel Görmek İstedim Şimdi! Lady Vengeance'ıda İzlerdim Korece Olmasaydı :P
incendies hakkaten muhtesem bir filmdi. etkisinden haftalarca cikamadim desem yeri.. breaking dawn yorumunuzada sonuna kadar katiliyorum, kalitesiz bir soap opare havasinda ite kaka gecti iki saat..
harika neden çünkü resmen hani gülmekten kendimden geçtim şu cümleler beni benden aldı ", 100 yıldan uzun süredir buz gibi bir vücuda, çalışmayan iç oranlarına, atmayan bir kalbe ve var olmayan bir soluğa sahip yani kısaca 100 yıldan uzun süredir ölü olan Edward'ın ne hikmetse ölü olmayan spermlerinden hamile kalmıştır" harika tek kelimeyle o filmle ilgili tek güzel söylenecek son sahnede ki Bella'nın renginin kendine değişmesi, giitikçe şişmesi olabilir sanırım ki o bile daha ii olabilirdi belki de
gel gelelim one day'a kitabın hastası biri olarak beni haniufacık etkilemedi Em hayalimdeki Em değildi Anne'yi severim ama olmamıştı zaman geçişleri çok çok daha iyi olabilrdi izlemeyenler izlemesin kitabı okusun ve o o güzellikle kalması taraftarıyım.
divxplanette Melancholia için ne yorumlar yapılmış bir bakayım dedim ki gene anlaşıldı yorumlara kanmamak gerekiyor gayatte izlenir ama senin de dediğin gibi herkeze göre değil :) gene uzadı kaptırdım kendimi.. beynine ve parmaklarına sağlık... devamını bekliyoruz (çoğul konuştum; bekleyen benden başka eminim vardır):)
Bu secimleri cok begendim.. Benim birkac aydir pek film izlemeye ayiracak vaktim olmadi, aylardir bekledigim A Dangerous Method'u anca izleyebildim o da benim icin hayalkirikligi oldu. Simdi merak ettigim filmler biriksin Christmas tatilinde izleyelim diyorum. Bu yazidan da cok yardim alacagim, Twilight haricinde tum filmleri bulmaya calisacagim. In Time'in da konusu ilgimi cekmisti izlerim diyordum ama yaziyi okuduktan sonra ondan da vazgectim ve sanirim ki yasamimi uzatarak iki saatlik degerli bir "zaman" kazandim ^__^
one day'i okumak için filmi hep erteledim ama artık pes ettim, izleyeceğim. kitabı da okumayıveririm ;)
midnight in paris hariç hiç birini izlemedim
incendies'i listenin başına aldım
eline sağlık, sevgiler
bu "kisa kisa" postalarini cok sevmeye basladim :) 3,5 ve ustu yildiz verdiginiz filmleri listeme ekledim.. breaking dawn part1 de komedi filmi niyetine gidebilir :)
gerçekten çok güzel filmler seçip etkileyici yorumlar yapmışsınız.
gerçekten çok güzel filmler seçip etkileyici yorumlar yapmışsınız.
O One Day'in filmini izledim,izlemez olaydım zaten depresyonda salya sümük hastalıklı perişan bigündü ve bu iyce keyfimin içine etmişti .
Öncelikle sleeping Beauty'i bana tanıttığın için teşekkürler. Incendies i de sağdan soldan duymuştum ama son kertede gerekli gazı burdan aldım :)
Diğer izlediklerim Midnight in Paris ve Melencholia da da yorumlarınıza katılıyorum. Bu arada Chan Wook Park'ı henüz izlemeyenler intikam üçlüsünü mümkünse beraber izlesinler, ya da efsanevi Oldboy ayrı, diğer ikisi bir arada gibi.
Bu arada One Day hiç bi yerde bahsedilmese de aslında bayağı arak. İşte linki burada:
http://www.imdb.com/title/tt0078199/
One Dayi yazarı kendi(!) kitabından uyarlamış, mevzubahis filmin de senaristi kendi oyunundan adapte etmiş. Tabii One Day'in oldukça sığ kotarılmasına karşın Same Time, Next Year hem karakterleri hemde arka planda yıllar boyu toplumsal değişimleri yansıtmasıyla çok daha başarılı.
Yorum Gönder