17 Ağustos 2011 Çarşamba

Film/Kitap Günlüğü (Kısa Kısa #2)

(Sağırlık, Don't Worry I'm Fine ve Source Code)

Sağırlık [Samedi the Deafness]
(Jesse Ball, Everest Yayınları, Haziran 2011, 334 sayfa)
Sağırlık, Amerikan edebiyatının son yıllarda parlayan şair/romancılarından biri olan Jesse Ball'un Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Romanın geçtiği dünyada işleri "hatırlayıcı"lık olan insanlar var - örneğin kahramanımız James fotografik hafızaya sahiptir ve hayatını, ne yaptığı açık olmayan bir şirketin istediği dökümanları ezberleyerek kazanır. Arkadaşı ya da ailesi yoktur, aslında işinin de olduğu çok kesin değildir. Bir pazar sabahı parkta yerde yatan, yaralı bir adama rastlar. Göğsünden bıçaklanmış ve son nefeslerini vermektedir bu adam, yine de son anlarını James'e çok gizli, çok büyük bir komplodan kısaca bahsetmek, James'in onları durdurması gerektiğini söylemek için harcar ve birkaç isim verir. Aynı gün Beyaz Saray'ın önünde bir dizi intihar eylemi gerçekleşmeye başlamıştır. İntihar edenler bir örgütün canlı bombaları olabilecek profile pek uymaz; suya sabuna dokunmadan yaşayıp giden, orta yaşlı, eğitimli akademisyen ya da bilim adamlarıdır ve üzerlerinde, içeriğinde birkaç gün sonra gerçekleşecek büyük bir cezadan bahseden Samedi tarafından imzalanmış notlar taşırlar. Samedi, parkta ölen adamın James'e verdiği isimle aynıdır. Kahramanımız hiçbir şey yapmadan duramaz ve bildiği birkaç ismin üzerine giderek olayları araştırmaya başlar, fakat karşı taraf da James'in rahat durmamasından memnun olmaz. Önce onu bu işin peşini bırakması için üstü kapalı bir şekilde uyaracak esrarengiz bir kız salarlar üstüne, bu yetmeyince de onu kaçırıp kronik yalancıların tedavi edildiği bir nevi rehabilitasyon merkezine; bir Hakikathane'ye kapatırlar.

Sürükleyici bir polisiye gibi geliyor kulağa bu konu, ama ağızda sıkça soyut bir tat bırakan kurgusu ve postmodern yapısıyla çok geçmeden bir Lynch filmini andırmaya başlıyor Sağırlık. Pek çok yerde kitabın Kafka ve Hitchcock tadında modern bir gerilim olarak tanımlandığını duydum ancak bana başından sonuna kadar Auster'ın New York Üçlemesi'in anımsattı niyeyse. Birazcık da Fowles'ın Büyücü'sünü -ama tabii bu sadece konusuna dair uzaktan, çok hafif bir anımsatma şeklinde cereyan etti, herhangi bir alanda ikisini karşılaştırmayı aklımdan bile geçiremem. Sağırlık'ın çevirisini Berrak Göçer yapmış ki son derece duru ve berrak (!) bir çeviriydi. Yazarı Ball aynı zamanda bir şair, nitekim Sağırlık da paragraf yerine atılmış satır boşlukları ve sağa hizalanmamış satır sonlarıyla yapısal olarak bir düzyazı bir metin gibi değil de uzun şiir gibi görünüyor. Bu da hem romanı bir hayli ilginç, hem de zaten basit ve akıcı bir dille yazılmış bu kitabın okunmasını iyice kolay kılıyor. Sağırlık'ın özellikle ikinci yarıdan sonrası benim zevkime göre fazla soyut ve absürd kaçıyor, buna rağmen akıcı dili ve ilginç yapısı sayesinde çok rahat okunuyor. Umarım önümüzdeki yıllarda Jesse Ball'un diğer kitaplarını da Türkçe okuma imkanı buluruz.



Je Vais Bien, Ne T'en Fais Pas [Don't Worry, I'm Fine]
(Philippe Lioret, Fransa, 2006, 4/5)
İspanya'da geçirdiği yaz tatilinden dönen 19 yaşındaki Elise (Mélanie Laurent), o yokken ikiz kardeşi Loic'in evi terk ettiğini öğrenir anne ve babasından. Bir hafta önce Loic babasıyla odasının dağınıklığı üzerine tartışmış ve birkaç parça eşyasıyla akustik gitarını alıp, nereye gideceğini kimseye söylemeden çıkıp gitmiştir. O zamandan beri de kimse haber almamıştır ondan. Çok yakın olduğu ikizinin kendisine bir not bırakmamış olmasına şaşıran Elise Loic'i arayıp telesekreterine mesaj üstüne mesaj bırakır, ama çocuktan ses çıkmaz. Elise yine de umutludur -onun belki babasını değil ama kendisini arayacağına emindir- ve hayatını askıya alarak beklemeye başlar. Birkaç hafta geçer ve hiçbir şey olmaz. Loic'in nasıl olup da evden ayrıldığını doğru düzgün açıklamayan babasıyla oğlunun nerde olduğunu ve ne yaptığını hiç mi hiç merak etmiyormuş gibi görünen annesinin umursamaz hallerine dayanamayan, en çok da kendisiyle bir türlü iletişime geçmeyen kardeşini deliler gibi merak eden Elise, günden güne bir depresyona sürüklenir; derslerini asmaya, kimseyle konuşmamaya başlar ve yemeden içmeden kesilir. Kısa sürede o kadar zayıf düşer ki, onu iyileşmesi için bir akıl hastanesine yatırdıklarında neredeyse ölmek üzeredir.

Bu film uzun zamandır elimin altındaydı aslında ama izlemek hiç içimden gelmemişti, konusu bir filmi hakkıyla dolduramayacak kadar basit diye düşünmüştüm çünkü. Çok yanılıyormuşum; naif, tatlı, hüzünlü, insanı aynı anda hem mutlu hem de mutsuz eden, hatta ağlatan nefis bir filmmiş Don't Worry. Bu kadar sade bir senaryoya, sade oyuncu kadrosu ve performanslara sahip bu film nasıl bu kadar çok his uyandırabiliyor seyircide bilmiyorum, ama öyle işte. Bir süre etkisinden çıkamıyorsunuz bitince. Tıpkı filmin ortalarında bir yerde Lili'nin Thomas'nın ona verdiği kitapla ilgili yaptığı yorum gibi, ki o yorumu dinlerken Lili'nin aslında o an izlemekte olduğu film için de konuştuğunu hissediyor seyirci, okurken (izlerken) fark edilmese de hüzünlü, ama bir yanıyla da mutlu son. Daha fazla gevelemeden Mélanie Laurent'in bu filmde inanılmaz sade ve duru bir oyunculuk (ve güzellik!) sergilediğini, filmin müziklerinin de -özellikle Aaron'ın Lili'sinin- pek, pek güzel olduğunu söyleyip bitiriyorum. Bunu okuduktan sonra Don't Worry'yi izlemeyi planlarsanız internette hakkında hiç araştırma yapmadan izlemeye başlamanızı öneririm, çünkü çok kocaman bir spoiler var gayet rahat yiyebileceğiniz. Ben konusunu sadece üstte yazdığım kadar bilerek seyrettim filmi ve bu haliyle çok etkileyici buldum.



Source Code
(Duncan Jones, ABD, 2011, 3.5/5)
Yüzbaşı Colter Stevens (Jake Gyllenhaal) hızla giden bir trende uyanır, oraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikri yoktur, son hatırladığı Afganistan'da bir savaş uçağında olduğudur. Oysa şimdi karşısında hiçbir şekilde tanımadığı genç bir kadın, onunla sanki başka birisiymiş gibi konuşmakta, ona bilmediği bir isimle hitap etmektedir. Ne olduğunu anlamaya çalışan kahramanımızın camın aynasında aksini görmesiyle ufak çaplı bir şoka girmesi bir olur - camdan kendisine yansıyan yüz kendi yüzü değildir çünkü. Birkaç dakika sonra trende büyük bir patlama yaşanır. Colter da diğer yolcular gibi acılar içinde can verir, ancak hemen ardından karanlık bir kumanda odasında uyanır. Bombanın patlamasından sekiz dakika öncesine ve o trene tekrar gitmek, gerekirse tekrar tekrar gitmek ve bombayı yerleştiren kişiyi bulmak zorundadır. Colter aslında, hükümet destekli çok gizli bir deneyin bir parçasıdır.

Source Code'un yönetmeni Duncan Jones'un adı size David Bowie'nin oğlu olduğu için ya da belki 2009'da ilk uzun metrajlı projesi olan bilim kurgu filmi Moon'dan dolayı tanıdık gelebilir. Yine bir bilim kurgu filmi yapmış Jones, ki uzun zamandır ağız tadıyla doğru düzgün bir bilim kurgu izleyemeyen benim gibi bünyelere ilaç gibi gelecek bir film olmuş. Moon kadar iyi değil tabii ki -sessiz sedasız, kendi halinde küçük bir başyapıttı o-, çok daha çerez niteliğinde Source Code, yine de soluksuz izlenecek bir film. Çok fazla mantık hatası var ama umrunuzda bile olmuyor izlerken çünkü hem kurgusu bir harika, hem de kendini çok ciddiye alan, çok şey söylediğini iddia eden filmlerden değil, tam tersine umrunda bile değil ciddiye alınmak, gayet de kurmacayım ben diye bas bas bağırıyor her sahnesi. (İlginç bir şekilde aynı olmasa da benzer meseleleri işleyen ve sanırım gözlerden dolayı sürekli Gyllenhaal'la karıştırdığım Jared Leto'nun başrolünde olduğu Mr. Nobody'yi getirdi aklıma bu film. Onda hiçbir mantık hatası yoktu teorik olarak ama inanılmaz sıkıcı ve boş bir filmdi çünkü senaryosu sığlıktan geçilmiyordu. Bu da paralel dünyalarla ilgili bir film çekmenin kameranın karşısına geçip heyecanlı heyecanlı aptallar için quantum 101 nutukları atmak kadar kolay olmadığını gösteriyor.) Sonuç: Butterfly Effect, The Man from Earth, Retroactive, Groundhog Day, Los Cronocrímenes ve Lola Rennt gibi filmleri sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film Source Code.


6 yorumcuk:

Buket dedi ki...

Sağırlık hakkında hiç bir fikrim yoktu, burdan öğrendim tam şu an. Ama diğer ikisi hakkındaki görüşlerine tamamen katılıyorum. Özellikle "Don't worry I'm fine" konusunda. Ben de uzun zamandır hard diskimde sakladıktan sonra 2-3 hafta önce izledim ve özellikle Aaron'un Lili'sinin bu filmde ön plana çıktığını bilseydim daha önce izlerdim tüh, dedim. Şarkıyı her daim çok sevmişimdir..

barış dedi ki...

3'ü 1 arada :) Sağırlık'ı ben de duymamıştım, bi' kitapçıya ilk gittiğimde kendisine bakınıcağım. Don't Worry I'm Fine'ı ciddi ciddi merak ettim, onu da arayıp bulayım. Source Code'uysa yeni izledim sayılır, bilimkurgu türüyle pek arası olmayan birisi olmama rağmen çok sevdim.

Bay Kavun dedi ki...

Sağırlık ile ilgili görüşlerinize tamamen katılıyorum. Kısa Kısa serisinde değindiğiniz filmlerin ise hiçbirini izlemedim henüz. Şu dönem sinemadan çok uzak kaldım ama bu yazılar itici güç niteliğinde oluyor, bakalım film dolu günlere ne zaman dönebileceğim...

Unknown dedi ki...

Ben de Source Code'u izleyenlerdenim, bilim kurgu severler izlesin derim, sonu daha önceden tahmin edilebilir olsa da temposu düşmeyen bir film. Ben biraz da Deja Vu'ya benzettim filmi.

yesillimon dedi ki...

bu yaziyi okuyunca seyrettigim je vais bien ne ten fais pas hakkinda yazdiklariniza butunuyle katiliyorum... izlerken baska, bittikten sonra baska hisler icine giriyor insan ve gunlerce etkisinden cikamiyor... ikinci kez de izlemek istiyorum simdi, bir de her seyi bilerek o acidan bakmak icin.. insani mutlu eden naif sirin bir film, aynı anda da kotu eden, carpan, sarsan bir film...

Kaybolmuş Bir Denizyıldızı dedi ki...

Yazıda en ilgimi çeken kısım :je vais bien ne ten fais pas.Bu filmin lili diye tatlı mı tatlı bir şarkısı var bildiğiniz gibi.Ben ilk şarkıyı öğrendim sonra filmini izlemiştim.Bir şarkı nelere kadir.Bu arada blogunuzu yeni keşfettim Umut Ve Çavlan.Gerçekten çok ilgimi çekti ve hoşuma gitti sayenizde bir sürü film ve kitap öğrendim tam benim tarzım:))