Hasara uğramış bir grup yaralı karakterin ekonomik krizi atlatmaya çalışmalarını, kimlik arayışları, varoluşsal kaygılar ve evle aile kavramlarını irdelemek için bir yöntem olarak kullanıyor son romanında Auster. Önceden de başvurduğu tekniklerden biri olan farklı anlatıcılar, farklı bakış açıları yoluyla yapıyor bunu.
Sunset Park Miles Heller karakterinin etrafında şekilleniyor, Miles roman başladığında Florida'da, bir nevi gönüllü sürgünde yaşıyor, 28 yaşında ve yedi yıl önce, üniversiteyi yarıda bıraktığı zamandan beri ailesiyle hiç konuşmamış. New York'u, okulunu, arkadaşlarını ve ailesini bırakmasına neden olan olayla hâlâ cebelleşiyor: Üvey kardeşinin kazara ölümünde, yine kazara sayılabilecek bir rolü olmuş Miles'ın. Bu ölümün ardından çok geçmeden ailesine bir mektup yazıp okulunu bırakarak kayıplara karışan Miles, bir nevi münzevi hayatı yaşamaya başlıyor, sürekli taşınıyor, kimsenin hayatına derinlemesine girmesine izin vermiyor ve eğitim seviyesine göre tuhaf sayılabilecek işlerde çalışıyor. Roman başladığında yaptığı iş de, kredi kartı vd. borçlarından dolayı el konmuş ailelerin evlerinin temizliği, bu evlerdeki kimsesiz, bırakılmış eşyaların düzenlenmesi ve dağıtılması.
Miles'ın terk edilmiş eşyaların fotoğrafını çekmeye dair saplantılı bir tutku geliştirmesiyle başlıyor roman ve eski Auster kitaplarındakine benzer bir hava yakalandığını, rastlantılara dayalı, ironik tesadüflerle örülü nefis bir kurgunun kapıyı çaldığını hissediyor bu noktada okuyucu. Ama fos çıkıyor bu, Miles'ın bu merakı irdelenmiyor, uzun da sürmüyor ve çok geçmeden 'normal'leşiyor her şey. 17 yaşında Kübalı bir kıza aşık oluyor Miles, ama ona ailesinden; kendisi olmasa hâlâ hayatta olacak üvey abisinden, meşhur bir oyuncu olan annesinden, başarılı bir yayıncı olan babasından ve üniversitede hocalık yapan üvey annesinden bahsetmiyor, bahsedemiyor. Olaylar, şartlar Miles'ın New York'a dönmesini gerektirecek şekilde geliştiğinde, kendisi gibi 20'li yaşlarının sonunda üç kişinin oturduğu bir eve taşınıyor geçici olarak. Orada Pilar'ın, genç sevgilisinin 18'ine basmasını bekleyecek, suya sabuna da dokunmayacak. Fakat alelade bir ev değil taşındığı: Kitaba adını veren Sunset Park'ta, şehrin en yoksul mahallelerinden birinde, elden düşme yapıların olduğu bir sokakta, mezarlık manzaralı, terk edilmiş bir ev bu. Belediye bu evin boş kaldığının ve şu an işgal edildiğinin farkında değil gibi görünüyor, fark edilene kadar da kira ödemeden orada yaşayacabileceklerini düşünüyor evin sakinleri.
Bu noktada anlatıcı (kimliği değil ama odak noktası, üçüncü tekil kullanılıyor çünkü) değişiyor ve evin tek tek tüm sakinlerinin iç dünyasına giriyoruz. Bing Nathan, Miles'ın eski bir lise arkadaşı ve tıpkı Miles gibi bir antikahraman. Gürültücü, rahatsız edici, geveze, şişman Bing, kendi kendini grubun lideri olarak atayan, herkesi toplayarak işgal eyleminin başını çeken kişi. Haftasonları bir caz grubunda çalıyor, hafta içleriyse Kırık Eşyalar Hastanesi adını verdiği bir dükkanı işletiyor. Daktilolar yahut çevirmeli telefonlar gibi, artık pek kullanılmayan, üretilmeyen eski eşyaları tamir ettiği bir iş bu. Evin bir diğer sakini, emlakçılık yapan ama aslında ressam olma hayalleri kuran, psikolojik olarak zor bir dönem geçiren Ellen. Son olarak da Alice, yarı zamanlı olarak PEN'de çalışan, gecelerini ise ağırlıklı olarak tezi üzerinde çalışan, bunu da 1946 yapımı The Best Years of Our Lives/Hayatımızın En Güzel Yılları isimli klasik filmden yardım alarak yapan bir doktora öğrencisi.
20'li yaşlardaki karakterlerimizin işgal ettikleri boş evin, tıpkı Bing Nathan'ın dükkanı gibi bir başka Kırık Şeyler Hastanesi olduğunu, içindeki hasarlı karakterlerin de kendi başlarına birer Kırık Şey olduğunu görmek çok zor değil.
Roman baştan sona Odysseus göndermeleriyle bezeli. Yedi yıl sonra ilk kez yaralı halde evine, New York'a dönmüş olan, tıpkı Hayatımızın En Güzel Yılları'ndaki karakterler gibi, tıpkı Odysseus gibi bir nevi "savaş"tan dönen Miles, anne ve babasıyla da yedi yıl sonra ilk kez iletişim kurmaya hazırlanırken, Auster perspektifi yeniden değiştiriyor ve Miles'ın babası Morris Heller oturuyor merkeze bu kez. O da diğer karaklerler kadar kırık dökük. Sadece Miles'ın yıllar süren yokluğuyla değil, sallantıda olan evliliği ve ekonomik krizin vurduğu yayıneviyle de uğraşmak zorunda Morris Heller. Kırık Karakterler Kulübü'ne katılan son kişi, Miles'ın annesi, ünlü Hollywood yıldızı Mary-Lee Swann. Oğluna tekrar kavuşmanın heyecanıyla dolu Swann, ama asıl gündeminde sinema ve televizyonla geçirdiği uzun yıllar sonunda sahnelere, Broadway'e dönmek, hem de bunu çok zor bir rolle yapmak var. Belki de tüm karakterlerden daha zengin çizilebilmiş bir karakter onunki, ama diğerleri kadar ilginç olduğu söylenemez.
Kitabın sağlıklı bir toplumdan dışlanan, kendi iç düzenini sağlayana kadar tecrit edilen yozlaşmış bir kahramana göndermelerle dolu olması son derece anlaşılır. Ancak Sunset Park'ta Miles'ın içinde bulunduğu toplum, en az onun kadar yozlaşmış durumda. Düzenin sağlanması imkansız, gerçek anlamda eve dönüş de, -aslında hiçbir yere gitmediği göz önüne alınacak olunduğunda- asla gerçekleşmeyecek, en baştan gösteriyor yazar bunu okuyucuya.
Karakterlerin kafa yorduğu çağdaş sorunlar ve kaygılara zemin oluşturması ve gerekli paralellikleri vermesi için kusursuz bir teknik olarak altmış beş yıl önce çekilmiş bir filmin kullanılması sık şahit olduğum bir yöntem değil, bu nedenle -her ne kadar filmin bir türlü bitmeyen analizi ve sürekli geçen bahsinin okurların bazılarına fazla gelmesini anlasam da- modern Amerikan yaşamı anlatılırken her köşeden Hayatımızın En Güzel Yılları çıkması hoşuma gitti. Ancak aynısını yazarın neredeyse her romanında şişine şişine gösterdiği beyzbol sevgisi için söyleyemeyeceğim; baba oğul Heller'ın ilişkisinde ne kadar mühim bir yer tutsa ve bazı beyzbol tarihi trivia'ları sahiden ilginç olsa da, bilmediğim ve ilgilenmediğim (dolayısıyla sevmediğim) bir sporla ilgili hemen her Auster kitabında uzun uzun bir şeyler okumak sıkıcı gelmeye başladı bana artık.
Hikayenin ve karakterlerin gücü, kitabın sonunda, Auster'ın alışkın olduğumuz anlatım unsurlarından biri nedeniyle zayıflamış. Öyküyü toparlama, olayları bir çözüme ulaştırma, parçaları yerli yerine oturtma, yani bir nevi kapanış yapmaya çoğu zaman karşı koyuyor yazar. Bu şimdiye kadarki romanlarında hiç rahatsız etmedi beni, ancak son romanı öyle bir anda, öyle bir çot diye bitiyor ki, bu nefis karakterler daha iyisini hak ediyordu diye düşünüyor insan ister istemez. Bir başka tatsızlık da, buradaki evrenin, Auster'ın özellikle 90'lı yıllara yazdığı romanlarında kullandığı sürreal unsurlardan yoksun olması. Belki de böyle tuhaf karakterlerin çoğunlukta olarak ve normları oluşturarak normal kabul edildiği bir evren yaratarak, hayal edebileceğimizden daha rahatsız edici bir gerçeklik gösteriyor bize Auster. Sunset Park akıllıca dokuma teknikleriyle örülmüş etkileyici bir eve dönüş hikayesi anlatan, kuşkusuz iyi bir roman. Ancak Auster'ın eski kitaplarındaki tadı veremiyor.
________________ o ________________
Paul Auster'ın diğer romanlarıyla ilgili yazılar:
Leviathan
Son Şeyler Ülkesinde
Yanılsamalar Kitabı
Görünmeyen
7 yorumcuk:
sunset park'ı elimdeki kitaplar bitince alırım diye düşünüyordum ama bir yandan da acaba nasıl diye merak ediyordum bu yazıyı yazman benim için çok çok iyi oldu :)ellerine sağlık :)
yorumunuzu görünce hemen sayfanızı açtım.Okumak istemedim cunku kitapla ilgili tüyolar var diye. Koyu bir Auster hayranıyım kitabı çıkar çıkmaz ; aldım kitabın yarısına gelmek üzereyim fakat eski tadını bulamadım hatta alice'in tezi için alıntı yaptığı bölümlerde oldukça sıkıldım. zira amerikanın uydurma tarihini savaşlarını haklı göstermeye çalışan bi sürü uyduruk hollywood yapıtından bahsdiyordu. Yorumuzunuz kitap bitiminde tamamen okuyacağım. sevgiler.
ilk çıktığı günden beri okumak için can attığım bir kitap. blogda anlatımını görüncede bi heves açıp okudum ama çot diye şimdi bende kalakaldım ...kendi adıma en azından beklentiyi yüksek tutmamak gerekiyor demekki .. paylaşımın için çok teşekkürler :)
Evet, kesinlikle eski kitaplarının tadı yok. Beyzbol bölümleri de gerçekten sıkıyor, hani Amerikalı insanlara oldukça çekici gelebilir tabii ama, bizim gibi beyzbolu anlamsız, zekvsiz bulanlar için cidden her kitabında ünlü beyzbolcuları anlatması sıkıcı oluyor.
Miles, belki de gelmiş geçmiş en "yok" roman karakteri. Anlatıldığı sayfalar boyunca tek bir eylemde bulunmaz, hiçbir şey istemez ve yapmak zorunda olduklarını sadece "mecburen" yapar. Bu açıdan biraz tuhaf.
Bence kitabın en güzel yanı, (aynı evi paylaşan bu dörtlüyü / hikâyeyi bir yana bırakırsak) Auster'In Salman Rüşdü ve Liu Xiaobo'ya yolladığı samimi selam!
Yazarın öyle her kitabını okuyacak kadar sıkı bir hayranı değilim ben ama 3-4 romanını okumuşumdur. Sunset Park'ı da baya sevdim,mesela Yazı Odasına Yolculuklar diye ir kitabı vardı onu hiç sevememiş zorla okumuştum, Sunset Park'ta öyle olmadı.Ama şimdi bir Şans Müziği de deil o doğru :) "Artık içimdeki hikayeler azalıyor" gibi birşey demiş bi röportajında yazar.Düşününce çok doğal geldi bu bana, ne yapsın adam,en orjinal en yaratıcı hikayelerini başta anlattı :) Olsun yine de çok iyi, genç bir yazarın ilk romanı olsa mesela öve öve bitiremez,çok başarılı bir ilk roman derdik.
New York Trilogy zamanında Paul Auster'ı çok severdim, Can'ın bastığı ilk romanlarının da (Yükseklik Korkusu, Ay Sarayı, Leviathan) yerleri ayrıydı benim için. Fakat bir süre sonra sıkı takip etmeyi bırakmıştım, zaten eski tadının olmadığına dair duyumlar alıyordum. Bu inadımı, Görünmeyen'in çok iyi eleştiriler almasıyla kırdım geçen yıl, nitekim Görünmeyen'i çok sevdim. Sunset Park için aynısını söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Elbette çok hoş yerleri var ancak geneline bakıldığında biraz kuru bir roman gibi. Geçen hafta okudum ve internette biraz araştırdım, Sunset Park'la ilgili Türkçe incelemelere pek rastlayamadım, çok yeni olduğu için olacak. Radikal Kitap'ta bir yazı okudum yalnız ancak beni pek tatmin ettiğini söyleyemeyeceğim. Düşüncelerimi dile getiren bu güzel yazınız ilaç gibi geldi o yüzden, teşekkür ederim.
Yorum Gönder