30 Temmuz 2010 Cuma

Damages

Şu anda üçüncü sezonu yayınlanmış ve bitmiş olan Damages'ı izlemeyenler hâlâ varsa onlara spoiler vermeden ve lafı uzatmadan nasıl anlatırım diye düşündüm bu yazıya başlarken, ama diziyi sevmiş olmamın bunu gerçekten zorlaştırdığını fark ettim. (Bir ara benzer bir geyik Lost için türemişti, "bilmeyen birine nasıl anlatılır ki" diye konuşuyordu herkes ilk sezonlarda, neyse ki Damages yapısı gereği sezonlar ilerledikçe önceki sezonlarının güzelliğini anlamsızlaştıracak bir dizi değil, bir sonraki sezona sarkan karakterler ve olaylar doğal olarak olsa da, her sezon kendi içinde tek bir hikayeyi işleyip bitiriyor)

Damages, birkaç avukatın etrafında geçen bir dizi. Ama dizinin yüzde beşi bile mahkeme salonunda geçmiyor, hani öyle avukatın uzun, ajite edici kapanış konuşması sırasında jüri ve yargıca dönüp bakışlarını süzerek duygu sömürüsü yaptığı, yargıcın duygulanan izleyiciyi susturmak için "sessizlik!" diye bağırdığı bir senaryo yapısına sahip değil. Sezonun tamamına yayılmış olan tek bir davanın taraflarının mahkeme dışında sürdürdükleri mücadeleyi izliyoruz genelde, silahlar patlamasa da, sahneler bazen sadece konuşmadan ibaret olsa da, insan aksiyon izlermişcesine heyecanlanıyor bu dizide. Bunun yanında Damages'i benim için farklı yapan şeylerden biri de, senaryo adına olup biten olaylar gelişirken karakterlerin de asla iki boyutlu kalmaması; sadece senaryoya uysun diye yazılmış klişe diyaloglara rastlanmıyor dizide. Çoğu kişi için bir diziye başlama sebebi olacak kadar kuvvetli bir neden gibi gözükmese de, başladıktan sonra izlemeyi sürdürmek açısından çok etkili olduğu kesin.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nikita

La Femme Nikita (ya da kısaca Nikita), bilmem kaçıncı yeniden çevrimiyle, Eylül'de ABD'nin büyük network'lerinden birinde yayınlanmaya başlayacak. Bu, bir açıdan çok da gerek var mıydı diye düşünerek, bir açıdan da sevinerek karşıladığım bir haber oldu benim; ortaya çıkacak yapım ne kadar kaliteli olur, ne kadar tutar, ilk sezonunun ortasında iptal mi edilir yoksa yıllar mı sürer hiçbir fikrim yok, ama heyecanla izleyeceğim kesin -ki daha başlamadan izlemeye karar verdiğim dizi yok gibi bir şey normalde. Benim gibi Nikita delisi olmayıp da filmine ya da dizisine aşina olmayanlar için bunlarla ilgili bir şeyler yazmak istedim o yüzden, yeni diziyi izleyecekler için bir nevi Nikita 101 babında. 1990 yılında Luc Besson'ın yazıp yönettiği bir Fransız filmi aslında La Femme Nikita, pek bir tutunca Amerikalılar yeniden çevrimini yapıyor Point of No Return adıyla, ama Gabriel Byrne ve Harvey Keitel gibi isimlere rağmen orta halli bir film olmaktan öteye gidemiyor ortaya çıkan şey, zaten doğru anımsıyorsam birebir alıyorlar her şeyi. Bir de kendi halinde bir Kanada kanalında yayınlanan, düşük bütçeli bir dizi çekiliyor 1997-2001 yılları arasında, yine La Femme Nikita adıyla. Filmin konusuna birkaç ufak değişiklik dışında sadık kalıyor ve orijinal hikayeyi sağlam bir başlangıç noktası olarak alıp, tam beş sezonluk bir dizi çıkarıyorlar ortaya. Benim çok sevdiğim, hatta Alias'a pek çok açıdan ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm (o yazıyı da şuraya tıklayarak okuyabilirsiniz) bir dizi oluyor o da.


26 Temmuz 2010 Pazartesi

Twilight'tan Öğrendiklerim

  • Bir vampir ilk göz göze gelişinizde kusacakmışçasına yüzünü buruşturuyor ve ağzını kapıyorsa, bilin ki size aşık olmuştur.
  • Birkaç halüsinasyon görmek uğruna yaşamınızı tehlikeye atmak, eğer o halüsinasyonlar vampir sevgilinizi içerecekse son derece mantıklıdır.
  • Vampirlere güven olmaz. Ama vampir sevgilinize sonuna kadar güvenebilirsiniz, kokunuzun karnını acıktırdığını ve sürekli sizi öldürüp kanınızı içme arzusuyla savaştığını bildiğiniz halde.
  • İnsan kokunuzu kapatmanın yolu saçınızı açmaktan geçer.
  • Erkek arkadaşınızın geceleri gizlice evinize girip sizi uyurken seyretmesi -üstelik bunu daha siz tanışmadan önce yapmaya başlaması, hiçbir şekilde hastalıklı ya da sapıkça değil, tersine, şirindir.
  • Vampirler diğer vampirler ve kurtadamlar tarafından rahatlıkla öldürülebildikleri halde kendilerini öldüremez. Kendilerini öldürtmek istiyorlarsa, yapmaları gereken bir hayli karışık ve uzun bir işlemdir (başka bir ülkeye uçmak, orada tüm insanlara vampirlerin var olduğunu göstermek yani parıl parıl parlamak, bu arada insanların bunu bilmesini istemeyen vampirlerin gelip kendisini mahkemeye çıkartmalarını ve idam cezası vermelerini beklemek).
  • Sarımsak, haç, tahta kazık, bunlar vampirlere işlemez. Aynada gayet görünürler. Tabuta ihtiyaçları da yoktur. Vampirler asla uyumaz. Vampirler hızlı araba kullanmayı sever. Vampirler güneş ışığında yanmaz. Parlarlar.

23 Temmuz 2010 Cuma

Pınar Kür'ün Romanları

Uzun yıllardır özellikle romanlarını büyük keyifle, hatta bazılarını tekrar tekrar okuduğum bir yazar Pınar Kür. Her romanından kısaca bahsedeceğim bir yazı, yazarı bilmeyenler için başlangıç rehberi niteliğinde olur diye düşündüm. Benim elimde eski kitaplarının ya Bilgi'den ya da Can'dan çıkmış baskıları var, ama son yıllarda Kür'ün tüm eserleri Everest Yayınları'ndan çıkmış, yeni başlayanlar için gıcır gıcır taze baskıları da mevcut yani. Bu yazıda Kür'ün tüm romanlarına değineceğim ki kronolojik olarak şu şekildeler: Yarın Yarın (1976), Küçük Oyuncu (1977), Asılacak Kadın (1979), Bitmeyen Aşk (1986), Bir Cinayet Romanı (1989), Sonuncu Sonbahar (1992) ve Cinayet Fakültesi (2006).

Yazarın ilk romanı olan Yarın Yarın, 1982 yılında toplatılmış ve ancak iki sene sonra "suçsuz" bulunarak serbest bırakılmış. Benim de okuduğum ilk Pınar Kür romanıydı. Yarın Yarın'ı bir "12 mart romanı" olarak sınıflamak mümkün, ama aslında romanın temelinde aile unsuru, aile bireylerinin birbirleriyle ilişkileri var ve küçük burjuvadan devrimciye, emekçiden fahişeye çeşitli karakterler üzerinden gidiyor öykü, özellikle ilk yarı boyunca. Küçük burjuva evli bir hatun, bir devrimci gence aşık olur, hatunun zengin kocası ve onun fahişe sevgilisinin de işin içine girmesiyle olaylar gelişir.

Yarın Yarın'dan bir yıl sonra, 1977'de basılan Küçük Oyuncu, yazarın içinde bulunduğu fakat sevmediği tiyatro çevresinde dönen hırs ve aşk oyunlarıyla ilgili, ilk romanından çok farklı bir konu etrafında dönen bir kitap. Açıkçası daha 'hafif' sayılabilecek bu tema bana okurken çok daha hitap etmiş, olasılıkla okuduğum zamanlarda ucundan kıyısından o çevrede -gözlemci olarak- bulunduğum ve aynı şekilde hiç haz etmediğim için, Yarın Yarın'a kıyasla çok daha etkileyici gelmişti. Özellikle Beyhan Barlas ve Özer karakterlerinin gerçeğe yakınlığına ve romanın kurgusuna hayran olmamak elde değil. Aslında Semra, Cem, Koca Ka, tümü de fena halde gerçekçi ve etkileyici karakterler. 80 darbesinin hemen öncesinde geçiyor olaylar, ama özellikle başlarda romana bir arkaplan bile olamıyor bu, çünkü her şeyden habersiz, sadece sahnede yaşayan, oyunculuk hırslarından başka hiçbir şeyi takmayan, feci halde kendilerine dönük tiyatrocular romanın kahramanları. Sadece Özer, kahramınımız Semra'nın Fransa'ya giden sevgilisinin ardından daha önce arkasından dalga geçtiği Beyhan Barlas'a bir nevi tutku geliştirip uyanmasından sonra gerçekten aşık olduğu kişi olduğunu anladığı, sevgilisinin en iyi arkadaşı Özer, bu romandaki soylu 'oyuncu'.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Tape

Yönetmen: Richard Linklater
Yazar: Stephen Belber
Oyuncular: Ethan Hawke, Robert Sean Leonard, Uma Thurman
Tür: Dram
Yapım yılı: 2001
Süre: 86 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDb puanı: 7.2/10
Çavlan'ın puanı: 7.5/10

Tape, Stephen Belber'ın tiyatro oyunundan, yine Belber'ın kendisi tarafından sinemaya uyarlanmış. Bir buçuk saatlik süresi boyunca sadece bir motel odasında, eş zamanlı olarak geçiyor ve Ethan Hawke, Robert Sean Leonard ve Uma Thurman dışında tek bir oyuncusu bile yok. Bunlara rağmen film hiç mi hiç durağan gelmiyor, nitekim Tape'i dijital kamerayla çeken yönetmen Richard Linklater, -bir anda her yerde olabiliyormuş hissi veren ve konuşmalarda bir oyuncudan diğerine sanki kirli sırlarını yakalamak istermişçesine uçarak geçen- kamerasının hareketleriyle, doğaçlama hissi veren eş zamanlı doğal diyaloglarıyla ve diyaloglardaki zeka oyunlarıyla sıkılmanıza izin vermiyor.

Filmde, Ethan Hawke'ın içinde bir yerlerde çıkmak için bekleyen gerçek oyuncuyu serbest bırakışına şahit oluyoruz. 20'lerinin sonunda, geveze uyuşturucu satıcısı Vince rolündeki Hawke, 88 dakikalık filmi bira, ot ve kokainden kafayı bulmuş vaziyette küçük, adi bir motel odasının her köşesinde zıplayarak ve lise günlerinden beri en yakın dostu olan Jon'u (Robert Sean Leonard) geçmişlerine dair korkunç bir sırrı itiraf etmesi için ikna etmeye çalışarak geçiriyor. Tape'i izleyene kadar Hawke'ın oyunculuğunu pek ciddiye aldığım söylenemezdi, oysa bu filmde gerçekten çok başarılı bir performans sergiliyor.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

En Sevilesi Dizi Karakterleri Anketi

Bir saati aşkın süredir En Sevilesi 50 Dizi Karakteri'ne yorum bırakmak isteyenler Blogger'ın hata mesajıyla karşılaşıyor, Blogger'ı tanıyıp bildiğim kadarıyla çözülmez bu sorun herhalde artık diye yorumlar için yeni post id'si alayım dedim. Buyrunuz bu yazının altına bırakınız favori TV karakterlerinizi :)

En Sevilesi 50 Dizi Karakteri

Yazarların bir karakteri yaratıp geliştirmekteki ustalığı oyuncunun başarısıyla birleşince, seyircide iz bırakan karakterler çıkıyor ortaya bazen. Dizinin baş kahramanı da olabiliyorlar, kötü adamı da, sadece yan karakterlerinden biri de. Derinleştirilmiş, gerçekçi (ya da karikatürizeyse bile cidden çok komik) ve karakter gelişiminden bir dizide değil de filmde olsa asla olmayacak kadar nasibini almış olmalarına baktım bu listeye alırken. Bir de sempatikliklerine tabii ki. Favori karakterlerim arasında ayrım yapamadım, o yüzden belli bir sırada değiller, dizileri alfabetik olarak sıraladım o kadar -ki biçimsel tedirginlikler devreye girince onlar da arada karıştı biraz. Sadece şöyle minik bir ayrım gözettim; şapşahane karakterlerin büyük resimlerini, sadece şahane karakterlerin ise nispeten küçük resimlerini (yanyana iki tane olanlar) koydum, bu kadar. Altlarına açıklama yazdıklarım da tamamen tesadüfî oldu, açıklaması olanlar en sevdiklerim demek değil. Aslında amacım her karakterle ilgili iki cümle de olsa bilgi verebilmekti başta, ama Blogger'ın iğrenç görsel yönetimiyle başa çıkarak elli tane fotoğrafla uğraştıktan ve baştaki karakterlerle ilgili birkaç açıklama yazdıktan sonra pek halim kalmadı nedense :)

Chloe O'Brian ve Charles Logan (24)

Her daim somurtuk yüzü, dik dik bakışları ve sarkıttığı alt dudağıyla Chloe'yi sevmemek mümkün mü? Sosyal konulardaki hantallığı beni dizinin 8. sezonunda bile eğlendirmeye devam etti (ki pek fazla eğlenecek şey bulduğumu söyleyemem son sezonda). Charles Logan'sa acayip komik ve bence çıkarcılığı ve bencilliğiyle gerçek dünyada her gün tanıştığımız insanlara çok yakın bir karakter. Onun sezonu yani 5. sezon 24'teki favori sezonum zaten, son sezondaki dönüşünü de çok eğlenceli buldum açıkçası -bu da son sezona dair sevdiğim ikinci ve son şey galiba-. (Buraya Almeida'yı da alırdım normalde ama 7. sezonda Tony'mi ölüler diyarından getirip karakterini de bir güzel değiştirip güzelim adamı ucuz reyting numaralarıyla çok kötü harcadılar.)

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Kediler ve Kitaplar

Artık zamanı gelmişti.


16 Temmuz 2010 Cuma

Kocamı Niçin Öldürdüm?

Ta 2001 yılı baskısı elimdeki. Yeniden basıldı mı, bu baskısı tükendi mi, hâlâ bulunur mu kitapçılarda, bilemiyorum. Ama benim çok eğlenerek tekrar tekrar okumaktan bıkmadığım bir kitap bu, o yüzden kısa da olsa bir şeyler yazayım dedim hakkında. Zaten 150 sayfalık incecik bir şey, dili çok akıcı, konusu da çok ilginç olduğu için, bir şekilde bulur da okursanız aynı gün içinde bitirme ihtimaliniz yüksek.

İnanılmaz güzel bir delilik hikayesi bu. Kadın (bir adı vardıysa bile hatırlayamıyorum) adama öylesine saplantılı ve hastalıklı bir aşk duyuyor ki, işyerindeki kadınlara kocasının gay olduğunu söylentisini yaymaktan adamın sadakatini ölçmek için bir hatun kiralamaya, kocasının ilgisinin tamamını kendisine vermesini istediği için arkadaşını sakatlamak, ablasını evlendirmek suretiyle kendi kızı da dahil olmak üzere hemen herkesi çevresinden uzaklaştırmaya (doğru anımsıyorsam kızın odasına alerjisi olan bir maddeden bolca yerleştirip, sağlığını mahvediyor, uzakta dağ tepe orman bir yerde yatılı okula gönderilmesini sağlıyordu) kadar vardırıyor işi. En sonunda geldiği noktayı da, romanın adından biliyoruz zaten.

Yazarın adı, kitabın kapağında göründüğü gibi Laurre Buisson değil yalnız; Laure Buisson. Şaka gibi bir durum, ama yayınevi yazarın adını yanlış yazmış -sadece bir yerdeki imlâ hatası da değil söz konusu olan, tamamen yanlış biliyorlarmış herhalde, çünkü kitabın kapağında, ilk sayfasında, ikinci sayfasında, her yerde fazladan bir adet 'R' var. Yayınevi de Gendaş Kültür (Bridget Jones'un günlüklerinin çıktığı yayınevi yani). Daha önce hiç böyle bir şeye rastlamamıştım, çok şaşırtıcı. Aşağıda en solda duran Türkçe basımı, diğer iki kapak ise yazarın ana dili olan Fransızca basımlarının kapakları (ve yazarın adının doğru yazılmış hali):


14 Temmuz 2010 Çarşamba

The Crazies

Yönetmen: Breck Eisner
Yazar: Scott Kosar ve Ray Wright (senaryo), George A. Romero (1973'teki ilk çevrimin senaryosu)
Oyuncular: Timothy Olyphant, Radha Mitchell, Joe Anderson
Tür: Korku|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 2010
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 6.8/10
Çavlan'ın puanı: 7.5/10
Umut'un puanı: 7.5/10

Film, Iowa'nın sessiz sakin kasabalarından birinde geçiyor. Huzurlu, tipik bir Amerikan kasabası gibi görünen Ogden Marsh'ta filmin başlamasıyla garip şeyler olmaya başlıyor. Sakinlerden biri, lisenin stadyumuna elinde bir tüfekle giriveriyor, oynanmakta olan beyzbol maçı kesiliyor, o sırada orada bulunan kasaba şerifi David Dutton (Timothy Olyphant) tüfekli adamı mantığa davet ediyor, fakat tüfekli elindekini şerife doğrultunca, şerif silahının tetiğini çekiyor. Adamı öldürmüş bulunan David vicdan azabıyla kıvranırken [bu arada kendisi kasabanın doktoru Judy (Radha Mitchell) ile evli, kadın hamile, bu olaya kadar çok mutlu parlak bir çiftler falan], kasabanın diğer sakinleri de bir tuhaf davranmaya başlıyor. Anlaşılıyor ki hükümetin çuvallamasından oluyor bunlar; biyolojik silah taşıyan uçakları düşünce içindeki virüs kasabanın suyuna yayılıyor, insanlar da birer birer enfekte olmaya ve birilerini vurmaya, bir yerleri yakmaya falan başlıyorlar. Hükümet işe el atıp felaketi frenlemek için bir operasyona, bir nevi "hayata dönüş operasyonu"na girişiyor (ki bunun ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz).

Bu arada parlak çiftimiz ve birinin yardımcısı, diğerinin de asistanı, hem enfekte olmuş kasaba halkından, hem de ölüm makinesi askerlerden kaçmaya çalışıyor. Falan filan. Hikaye tipik biyolojik-silah-insanları-zombiye-dönüştürdü hikayesi, pek orijinal sayılamaz. Zaten bu Romero'nun 70'li yıllarda aynı adla çektiği filmin yeniden çevrimiymiş -herhalde o zamanlar orijinaldi bu konu-. Ben ilk filmi izlemedim, o yüzden karşılaştırmasını yapamam. Ama The Crazies'in, basmakalıp konusuna (ve tekniklerine) rağmen, çok etkileyici bir korku/gerilim olduğunu söyleyebilirim. Bu türün kötü örnekleriyle o kadar sık karşılaşıyorum ki, beni yerimden hoplatırken görsel bir zevk yaşatabilen, beynimi az da olsa çalıştırabilen, iyi oyunculuklarla dolu korku filmlerine rastladığımda pek bir mutlu oluyorum.

13 Temmuz 2010 Salı

From Paris With Love

Yönetmen: Pierre Morel
Yazar: Adi Hasak (senaryo), Luc Besson (öykü)
Oyuncular: John Travolta, Jonathan Rhys Meyers, Kasia Smutniak
Tür: Aksiyon|Suç
Yapım yılı: 2010
Ülke: Fransa
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 6.4/10
Çavlan'ın puanı: 6.5/10
Umut'un puanı: 7.5/10

From Paris With Love'ın pek bir konusu yok aslında, yine de incelemenin hatrına kısaca bahsedeyim: Paris'teki Amerikan konsolosluğunda çalışan James (Jonathan Rhys Meyers), aynı anda CIA'de gizli ajan olmak için eğitim almakta, ülkesi için casusluk yapmaktadır. Ancak günümüze dek hep basit görevler, kolay işler vermişlerdir ona, eline silah almamış bir çömezdir henüz. Bir gece, havaalanında gümrükte takılı kalmış bir ajanı kurtarma ve ona Paris'teki çok gizli görevinde yardımcı olma görevi verilir kendisine. Böylece James, marjinal ajan Wax'le (John Travolta) tanışır ve onunla birlikte Paris'in altını üstüne getireceği, bir silahlı çatışmadan bir diğerine koşacağı 24 saat başlamış olur. Başta dışişleri bakanının uyuşturucuya bulaşıp bir şekilde yaşamını yitiren kızıyla ilgili küçük ve tehlikesiz bir görev gibi görünen işin, aslında teröristlerle, şehre yayılmış bir suç örgütüyle ve bir şekilde James'in kendisiyle ilgili olduğu ortaya çıkar.

Bazen ille de başarılı bir kurgusu, nefis bir senaryosu ve gerçekçi karakterleri olmadan da tatmin edebilir seyirciyi bir film. Özellikle aksiyon sever bir seyirciyse o, adrenalinle testosteron bombardımanının başarılı bir karışımı ona yetecek, 90 dakika boyunca patlayan bombalar ve silahlar izledikten sonra, mutlu mesut bir şekilde çıkacaktır sinema salonundan. Bende böyle oldu, ama film bittikten sonra da kendilerinde bir iz bırakmasını, hatta kurgusuyla beyin cimnastiği falan yaptırmasını isteyen, kısaca "iyi film" arayanlara tavsiye edemem From Paris With Love'ı.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Yeni Blog: Pek Güzel Şeyler

Yeni bir blogda yazmaya başladım! Aslında yaptığıma yazmak denemez; deneysel çalışmalardan absürd projelere uzanan çeşitlilikte başkalarının güzel işlerini sergiliyorum, hepsi bu. Yine de bir bakın ne kadar hoş görünüyor:



Gelin o yüzden.
http://pekguzelseyler.blogspot.com

9 Temmuz 2010 Cuma

Stormtrooper'lar boş günlerinde ne yapar?

Star Wars'ı, Stormtrooper'ları, oyuncakları ve Flickr'ı pek seven (FAQ'ının yalancısıyım) Stéfan, Nisan 2009'da, bir yıl sürecek bir projeye girişmiş. Elindeki Stormtrooper action figure'leri, Canon EOS 450D'yi ve bolca boş zamanı kullanarak, Stormtrooper'ları her gün çeşitli senaryolara sokup, fotoğraflarını çekmiş. Stormtroopers 365 isimli proje gerçekten de Nisan 2010'da tamamlanmış, sanırım nette bayağı da bir sükse yapmış, fakat ben daha yeni rastladım bunlara ve söylememe gerek var mı, bayıldım. Hemen bir seçmeler yapıp burada sergileme isteği oldu ilk tepkim, ama blogun konseptine çok aykırı gibi göründü başta. Sonra tıpkı Mirjan'ın fotoğraflarında yaptığımız gibi, kırk yılda bir bizi çok etkileyen bir projeye rastladığımızda onu "ilham verici şeyler" etiketiyle burada paylaşmaktan zarar gelmeyeceğine karar verdik diğer nadide blog yazarımızla :)

Çalışmaların tamamını şuraya tıklayarak görebilir, bu proje neymiş ayrıntılı olarak öğrenmek isterseniz, buraya tıklayıp bilgilenebilirsiniz. İşte TK455 ve TK479'ın harikulade serüvenleri:


8 Temmuz 2010 Perşembe

The Joneses

Yönetmen: Derrick Borte
Yazar: Derrick Borte (yazar), Randy T. Dinzler (öykü)
Oyuncular: David Duchovny, Demi Moore, Ben Hollingsworth
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB puanı: 6.5/10
Çavlan'ın puanı: 5.5/10
Umut'un puanı: 5/10

Acayip havalı, özenilesi, her daim şık, birbirlerine karşı sevgi dolu, üstelik de zengin mi zengin, kısacası kusursuz görünen Jones ailesiyle tanışın: Ailenin anası ve reisi sosyal kelebek Kate (pek bir yaşlanmış ama hâlâ çekici gözüken Moore), karizmatik, şeytan tüylü hınzır baba Steve (canımız ciğerimiz Duchovny'miz), parlayan dişleri ve çizgili süveterleriyle reklam sayfalarından çıkıp gelmişe benzeyen liseli oğlan Mick (Hollingsworth) ve saçı, başı, çantası ve ayakkabılarıyla herkesi kendine hayran bırakan, kalp hırsızı liseli kız Jenn (Heard). Her birinin DNA'sı mükemmeldir ve son çıkan zamazingoların tümüne sahiptirler. Sadece ayrı ayrı ele alındıklarında değil, birlikte olduklarında da hayran olunası davranışlar sergileyen bu dörtlü, modern çekirdek aileden çok farklı olarak birbirini seviyor gibi görünmekte, herkesin gözünü kamaştıracak kadar mükemmel bir aile tablosu çizmektedir.

Jones ailesinin kişi başına düşen yıllık ortalama gelirin 100 bin dolar olduğu bir bölgeye, ultra lüks villalarla dolu banliyöye taşınmasıyla başlar film. Hemencecik komşularıyla, kuaförleriyle, golf arkadaşlarıyla vd. yakın ilişkiler kurarlar; herkese sıcacık davranmakta, son moda arabalarını, evlerindeki koltuk takımını, high-tech ürünlerini, marka çantalarını filan fıstık etraflarındakilere sergilemekten çekinmemekte, sahip oldukları müthiş şeyler sayesinde herkesin hayranlığını kazanmaktadırlar.

Çok geçmeden bu ailenin gerçekten de gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu, aslında birbirlerine yabancı olduklarını ve mutlu aile tablosunu komşular için sergilemekte olduklarını anlarız. Anne, baba ve çocuklar, tümü de birbirine yabancı, gerçek dünyada birbirini tanımayan yetişkin bireylerdir ve görünüşe göre tek bir ortak noktaları vardır: meslekleri. Aslında karakterlerimizin tümü çağın ilerisinde (!) bir pazarlama şirketi tarafından tutulmuş, görevleri, sosyal etkileşime girdikleri zenginlere, belli başlı markaların ürünlerini satın aldırabilmek olan reklamcılardır. Kapalı kapılar ardında farklı yataklarda uyuyor, birbirleriyle iş dışında sohbet edecek konu bulamıyorlardır, zaten onlar da bir aile değil, bir 'birim'dir. Gerçekten de Jones'ların yaptığı sükse o kadar büyüktür ki, boğazına kadar borca batmış komşularından restoranda onları uzaktan gören vatandaşlara kadar hemen herkes bu ailenin sahip olduğu "şey"leri almaya başlar.

6 Temmuz 2010 Salı

E3 2010: Favori Oyunlarım



Yazıya başlamadan hemen söyleyeyim, hayır E3'e gitmedim (bilmeyenler için, E3 dünyanın en büyük bilgisayar oyunu fuarı). E3'te neler olmuş diye takip etmek de hiçbir zaman huyum olmadı, ama burada uzun süredir oyun yazılarını ihmal ettiğimi düşünerek bu senekine internetten göz atıp gelecek oyunlara dair yazmanın eğlenceli olacağını düşündüm. Fuara dair birçok bilgi nete dağılmış durumda tabii ki birçok sitede, ama derli toplu tüm gösterilen oyunların trailer'larına ulaşmak isterseniz şuraya göz atabilirsiniz. (Gerçi editörlerin yaptığı 'En iyiler' seçmelerinin neredeyse hepsinde Rage'in birinci gelmiş olması fazlasıyla reklam kokuyor, sırf John Carmack'ın yeni oyunu diye midir nedir, ben hiçbir ekstra olayını göremedim oyunun.)

Esasında fuarda yer alacak oyunların çoğunun beni heyecanlandırmayacağını biliyordum, sonuçta tüm büyük oyunların konsollara kaydığı bu dönemde ben hala PC'de oyun oynamayı seviyorum. Bir tarafta Microsoft ve Sony'nin konsollarıyla başı çektiği Triple-A tabir edilen, çoğunluğunu FPS'lerin oluşturduğu süper grafikli oyunlar (işin komiği FPS oynamak PC'de daha eğlenceli) ve diğer tarafta Nintendo'nun bana hitap etmeyen casual oyunları arasında kendimi eskimiş hissediyorum. Bir sürü insanın çalıştığı ve beklentinin çok yüksek olduğu bu projelerden çok risk alan farklı şeyler beklemiyorum açıkçası, hani "aman da hiç yaratıcılık yok" diye uzun uzun yazmak niyetinde değilim. Beklentiler böyle olunca, bu açıdan çok hayal kırıklığına uğramadım da diyebilirim.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Distopik Romanlar - IV



19 yaşındaki Anna Blume, abisini (arkasında hiç iz bırakmadan kaybolan bir gazeteci) aramak için isimsiz bir kente gelir. İnsanların büyük kısmının evsiz olduğu bu kentte ölülerin cesetleri sokakları doldurmakta, her gün bir şeyler daha yitip gitmekte, ölüm (intihar ya da ötenazi, çok fark etmeden) pek çok insan tarafından en büyük kurtuluş kabul edilmekte, her yerde korkunç bir vahşet hüküm sürmekte. Üretim durmuş, yeni mallar üretecek fabrikalar kalmamış, her şey gerçekten de "son şey" bu kentte. Umut var belki bir tek. O da çok makul dozlarda.

Anna hayatta kalabilmek için çöpleri karıştırarak geçmişten nesneler toplamaya, onları barınak ve yiyecek karşılığında satmaya başlar. Bir gün Isabel isminde yaşlıca bir kadının hayatını kurtarır, Isabel de Anna gibi bir nesne avcısıdır, üstelik bu işi Isabel'den çok daha uzun süredir yaptığı için şehrin çöpleriyle ilgili sonsuz bir bilgisi vardır. Anna kendine bir dost ve bir ev bulmuş olur böylece, Isabel'le birlikte yaşamaya başlar. Ama şansı kısa sürede döner.

Paul Auster'ın hemen her romanında rastladığımız temalar Son Şeyler Ülkesinde'de yok, dili ve anlatım tarzı da oldukça farklı -ne de olsa bir kadının ağzından anlatmış öyküyü Auster; Anna'nın bir çocukluk arkadaşına yazdığı mektuplardan oluşuyor roman. Anlatılan kent isimsiz kalıyor roman boyunca, ama okur hafif de olsa bir New York City kokusu alıyor baştan sona. İskeleti türün diğer romanlarının büyük kısmıyla benzerlik gösteriyor, ama Auster kendi distopyasını kendi tarzında küçük dokunuşlarla süslemeyi bilmiş. Örneğin isimsiz kentin vatandaşlarının daha fazla yaşamaya dayanamayıp ötenaziyi tercih etmeleri sık rastlanan bir durum romanda, üstelik bunu ayrıntılarıyla (ama hiçbir şekilde rahatsız edici olmadan) anlatıyor da yazar. Bu tipik distopyalarda rastladığımız bir şey değil genelde. Aslında kahramanını bir kadın olarak seçmesi bile hoş farklılıklardan biri. İnsanı kara kuyulara itecek kadar (!) depresif bir kitap olduğunu eklemeden geçemeyeceğim, ama ne olursa olsun distopya severlerin de, Auster severlerin de mutlaka okuması gereken, çok leziz bir roman Son Şeyler Ülkesinde.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Geç keşfedilmiş bir The Office ve Carrell'in gidişi



The Office'in kalbi Steve Carrell, önümüzdeki sezon sonunda diziden ayrılacağını açıklamış. Hıh. Dizinin akıbetinin ne olacağı belli değil; bitebilir, Carrell'siz devam da edebilir (ama nasıl?). Aslında bu haber yeni değil, bir ay önce falan açıklamış Carrell bunu, ama benim için çok yeni çünkü ben The Office'i yeni keşfettim. Birkaç ay önce tek bir bölümünü bile izlememiştim ve şimdi 6 sezonun tamamını izlemiş birisi olarak, The Office'in hayatımda izlediğim en komik sitcom olduğunu düşünüyorum. Orijinal İngiliz versiyonunu (2 kısa sezon yayınlanıp bitmiş) yapan adam Ricky Gervais'in, bu versiyonunda yapımcılık yapmasının bunda büyük payı olduğu aşikar. Toby ve Kelly gibi nefis, gerçekçi ve acayip komik karakterleri canlandıran oyuncuların aslında oyuncu değil yazar/yapımcı oldukları ve dizinin pek çok bölümlerini yazmış oldukları gerçeğinin de.

Dwight TV tarihinde yaratılmış en tuhaf ve eğlenceli karakter, onu canlandıran adam da olağanüstü komik. Michael Scott'ı ailemden biri gibi görmeye başladım, hani tuhaf davranışlarıyla beni sürekli utandıran ama çok da sevdiğim uzak bir dayım gibi. Pam ve Jim ideal çiftim oldu, sürekli kendi ilişkim onlarınkine yeteri kadar benziyor mu diye patetik sayılabilecek bir karşılaştırma döngüsüne girdim. Angela, Meredith, Oscar, Kelly ve Creed, daha önce hiçbir dizinin yan karakterlerinde görmediğim kadar egzantrik ve komikler. Hareketli kameranın (ve karakterlerin arada kameraya kayan gözlerinin) diziye çok değişik ve hoş bir hava kattığı apaçık. Formatıyla, süresiyle vs. tam bir sitcom olmasına karşın, diğer sitcom'ların tamamından farklı olarak, seyirciyi aptal yerine koyan gülme efektleri yok The Office'te. Ayrıca her şeyden önce bir karakter dizisi bu, bu nedenle –en başarılı sezonları 2. ve 3. sezonları olsa ve geçmişte kalmış olsalar da– diziyi hâlâ aynı keyifle izlemek dünyanın en kolay işi.